Geçen ay gerçekleşen St. Peterburg turumuz Rusya-Türkiye ilişkileri tarihine dair zengin bir deneyim sunduğu gibi, İlber Hoca’nın anlatımlarıyla adeta bir zaman yolculuğu halinde geçti. Keyifli ve öğretici bir seyahatin satırbaşları…
Değerli hocamız Prof. Dr. İlber Ortaylı ile üç yıl önce başladığımız Türkiye tarihinin çevre coğrafyalarına geziler serimiz bütün hızıyla devam ediyor. Bu defa Türk ve Osmanlı tarihinde çok önemli etkileri olan Rusya’nın eski imparatorluk başkenti St. Peterburg’taydık.
5-8 Temmuz 2019 tarihindeki bu geziye 30 misafirimiz katıldı ve turun organizasyonunu Setur yaptı; hocamıza rehber olarak ben ve Dr. Alexandra Zheveleva eşlik ettik. İlber Hoca’nın muazzam Rusya tarihi bilgisi ve etkileyici anlatımları sayesinde, Rusya-Türkiye ilişkileri tarihine dair kısa ama çok doyurucu bir gezi yaptık. Gezimiz aynı zamanda Rusya’nın bu tarihi başkentindeki sanatı, mimariyi ve müzelerdeki olağanüstü koleksiyonları görme ve inceleme imkanı da verdi.
İlk günümüzde, St. Peterburg-Pulkovo havalimanında indikten sonra ilk durağımız Çeşme Kilisesi oldu. 1770’te Baltık’tan yola çıkan Rus donanması, Doğu Atlantik ve Cebelitarık üzerinden bütün Akdeniz’i geçerek Çeşme limanında demirlemiş gemilerimize bir baskın yapmış ve Osmanlı donanmasını yoketmişti. Çariçe Büyük Katerina, bu olayın anısına adı “Çeşme” olan çok sayıda anıt ve bina yaptırdı. 1780’de yapılan bu kilise de bunlardan biri. Hocamız, soğuk ve güneşşiz kuzey iklimindeki bu şehirde binaların özellikle pembe, sarı, yeşil, mavi gibi parlak renklere boyandığını anımsattı.
Şehrin ana caddesi olan Nevski Prospekt’te bulunan otelimizin tam karşısındaki sarı bina 1835’te yeniden yapılan Kont Branitski Köşkü’ydü. Bu binanın mimarı Gaspare Fossati, St. Peterburg’taki bu çalışmalarından dolayı Çarlık hükümetinin dikkatini çekmiş ve İstanbul’daki Rusya Sefareti’nin (bugün Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki Rusya Federasyonu Konsolosluğu) yapılması işini almıştı. İstanbul’daki mimari başarıları ile Osmanlı hükümetinin de takdirini kazanan Fossati biraderler, 1847’de Sultan Abdülmecid tarafından Ayasofya’nın restorasyonu ile görevlendirilmişlerdi.
Gezimizin en önemli ziyaret noktası Hermitage Müzesi’ydi kuşkusuz. 3 milyondan fazla esere evsahipliği yapan bu müze, aslında Rusya İmparatorluğu çarlarının ve çariçelerinin 1763’te inşa edilmeye başlanan kışlık sarayı. Hocamız, bu binanın önündeki devasa meydana bakarken gördüğümüz anıtsal mimari resmin aslında Rusya Devleti’ni simgelediğini ve Büyük Petro’dan beri Batılılaşan ülkenin devlet geleneğinin aynı şekilde sonraki dönemlerde de sürdüğünü anlattı. Müzede saray apartmanları, devasa bir resim koleksiyonu ve arkeolojik eserlerin yanısıra, bizi çok ilgilendiren Pazırık koleksiyonunu da gördük.
Sibirya’da, Altay Dağları’nda 1929-1949 arasında kazılan Saka kurganlarında bulunan bu eserler Türk ve Orta Asya öntarihinin en önemli koleksiyonunu oluşturuyor ve MÖ 4. yüzyıla tarihleniyor. Bu koleksiyonda sergilenen ünlü halı, dünyanın en eski halısı kabul ediliyor ve yanındaki etikette “Türk düğümü” ile dokunduğu yazıyor.
St. Peterburg’a gelip ünlü Mariinski Tiyatrosu’nda bir opera veya bale izlemeden olmaz dedik ve akşam topluca bu etkileyici binada “Aida” temsiline gittik. 1860’ta açılan bu tarihî bina, bugün St. Peterburg Devlet Akademik Opera ve Balesi’ne evsahipliği yapıyor. Çok başarılı bir temsil sonunda otele dönerken, İlber Ortaylı Hocamız bize genç yarbay Mustafa Kemal’in ilk defa 1914’te Sofya’da “Aida” temsilini izlediğini ve çok etkilendiğini, hatta arkadaşı Şakir Zümre’ye “Bulgarların Balkan Harbi’nde bizi neden yendiklerini şimdi anlıyorum” dediğini aktardı.
Fabergé Müzesi’nde ünlü kuyumcunun saray için yaptığı yumurtalar sergileniyor.
Ertesi sabah yola erken çıktık ve “hydrofoil” denen hızlı teknelerle Baltık Körfezi’nde 1 saatlik bir yolculuktan sonra yazlık saray Peterhof’a ulaştık. Rusya İmparatorluğu’nun sarayları gerçekten çok gözalıcı ve devasa. Hocamız 19. yüzyılda Rusya ve diğer Avrupa devletleri ile rekabet etmeye çalışan Osmanlı İmparatorluğu’nun da Boğaziçi’nde o devrin modasına uygun saraylar yaptırmak zorunda kaldığını, ama bunların boyut olarak Rusya’dakilerin yanında küçük kaldığını anımsattı.
O gün İstanbul’dan geçerek St. Peterburg limanına gelen beş büyük yolcu gemisi vardı ve bütün saraylar turist grupları ile çok kalabalıktı. Turizmin bu şehrin ekonomisinde çok önemli bir yer tuttuğu anlaşılıyor. Peterhof Sarayı güzel bahçeleri ve havuzları yanında, içindeki “Çeşme Salonu” ile de ilgimizi çekti. Buradaki Çeşme Deniz Harbi’ne ilişkin resimleri, daha önce dergimizde ayrıntıları ile yazmıştık.
Öğleden sonra gittiğimiz “Kanlı Kilise” tipik Rus mimarisi ve içindeki mozaikler ile çok etkileyiciydi. Yakın zamanda açılan Fabergé Müzesi ise sadece bu ünlü kuyumcunun saray için yaptığı yumurtalardan 7 tanesine tarihî bir mekanda evsahipliği yapmakla kalmıyor, çok zengin bir resim koleksiyonunu da bünyesinde barındırıyor. Günün sonunda ziyaret ettiğimiz Rusya Müzesi’nde, Ayvazovski’den İlya Repin’e Rus sanatı tarihinin en güzel örneklerini incelerken, bize her resmin hem sanatsal hem de tarihî içerik analizini yapan, Rus edebiyatından şiirleri Rusça okuyup sonra tercümesini aktaran Hocamızın anlatımları ile kendimizden geçtik. Müzelerdeki bu çok “eşşiz ders”i izleme şansına sahip olan bizler, Hocamızın müze mağazalarından aldığı onlarca kitabı taşımakta tereddüt etmedik!
Son gün sabahtan Yusupov Sarayı’nı ziyaret ettik. Bugün müze olan bu saraya girip çıkarken uygulanan tuhaf bürokratik işlemler, bize buralarda hâlâ bir “Sovyet tadı” kaldığını gösterdi. Yusupov Sarayı etkileyici mimarisi yanında, son dönem çar ailesini kontrolüne almış papaz Rasputin’in de öldürüldüğü mekan. Müzede bu olayla ilgili bir de sergi bulunuyor.
Öğleden sonra uçuşumuz için St. Peterburg’a veda ederken, Rusya ile tarihimizin kesişme noktalarının hatıralarını barındıran bu güzel şehre iyi ki geldik diyorduk.