50 yıl öncesine kadar “Latin Amerika’nın İsviçre’si” diye nitelenen Uruguay’da 1973’te yaşanan askerî darbe, o zamana dek görülmemiş bir baskı-şiddet dönemini başlatmıştı. Uruguay darbesi, bir millî güvenlik ve beka sorunu olmadığı durumlarda bile kapitalizmin girdiği krize çözüm olarak diktatörlüğün ortaya çıkmasının belirgin örneğiydi.
Fransız-Yunan sinemacı Costa-Gavras, Yunanistan’da Solcu milletvekili Lambrakis’in öldürülmesini 1969 yapımı “Z” adlı filmde ele almış; 1970’te de Arthur London’ın İtiraf kitabından uyarladığı aynı adlı filmi çekmişti. 1972’de kameralarını gerilla hareketi ve darbeler diyarı Latin Amerika’ya çevirdi. 1970 yazında Uruguay’da yaşanan gerçek olaylardan esinlenen “Sıkıyönetim” (État de siège) adlı film; kalkınma yardımlarından sorumlu gibi görünen ama gerçekte Uruguay polisine işkence konusunda danışmanlık yapan ABD’li görevli Dan Mitrione’nin, şehir gerillası örgütü Tupamaros tarafından kaçırılması ve öldürülmesi sürecini anlatıyordu.
Esas olarak toplumdaki şiddet sarmalına odaklanan filmin gösterime girmesinin ertesi sabahı, 9 Şubat 1973’te, Uruguay Ordusu başkent Montevideo sokaklarında tanklarla arz-ı endam etti. Başkan Juan María Bordaberry’nin atadığı Savunma Bakanı’nı beğenmeyen askerler, durumu protesto ederek emirleri yerine getirmeyeceklerini bildirmişti. Başkan halkı göreve çağırdı; ordu radyo ve televizyon istasyonlarını işgal etti. İzleyen günlerde askerle hükümet arasında pazarlıklar başladı ve 12 Şubat’ta ordunun siyasi seçimlerdeki rolünü kurumsallaştıran bir anlaşmaya varıldı. 23 Şubat’ta hükümeti desteklemek üzere ordu mensuplarından oluşan Millî Güvenlik Kurulu oluşturuldu.
Millet Meclisi ile Millî Güvenlik Kurulu arasında yetki paylaşımı konusunda çatışma, konumunu korumak isteyen Başkan Bordaberry’nin 27 Haziran’da meclisi feshedip yerine üyelerini kendisinin atayacağı bir Devlet Konseyi kurma kararı vermesiyle sonuçlandı. Yürütmenin alenen eleştirilmesi de yasaklanmıştı. Bunun üzerine sendikalar hemen bir grev çağrısı yaptı. İki hafta süren grev, sendikalara ve Solcu partilere yapılan acımasız baskı sonucunda bitti.
Uruguay’da 1985’e kadar sürecek yeni bir rejime geçilmişti. Görünüşte rejim sivildi ancak ordu tarafından denetleniyordu. Dönemin komşu ülkelerdeki diktatörlüklerinden şeklen farklı olsa da toplumun tarihinde görülmedik bir baskı ve şiddet dönemi başlamıştı.
Aynı yılın Eylül ayında Şili’de General Pinochet’in Allende yönetimine yaptığı darbeye kıyasla Uruguay’daki darbe az bilinir. Şili’deki darbe kendine has bir ilerici rejime karşı yapılmışken Uruguay’da böyle bir durum olmadan, üstelik 70 yıldır alt kıtada demokrasi ve refah için örnek gösterilen, “Latin Amerika’nın İsviçre’si” diye nitelenen bir ülkede sırf iktidar paylaşımı uğruna gerçekleşmişti. İnsan haklarına saygıyla, ordunun yurttaşlık bilinciyle örnek gösterilen ülke, bir anda insan hakları ihlalleriyle anılmaya başlıyordu.
Uruguay darbesi, bir millî güvenlik ve beka sorunu olmadığı durumlarda bile kapitalizmin girdiği krize çözüm olarak diktatörlüğün ortaya çıkmasının belirgin örneği olması açısından önemliydi. Bunu daha iyi anlamak için ülkenin yakın geçmişine kısaca gözatmak gerekiyor.
Uruguay 1828’de İngiltere’nin Brezilya ve Arjantin arasında bir tür tampon ülke olarak oluşturuldu. 20. yüzyıla girerken ülkede iki geleneksel parti vardı: Toprak sahiplerinin çıkarlarını temsil etmesi için kurulan Blanco’lar (Ulusal Parti) ve başkent Montevideo burjuvazisini temsilen Colorado’lar (Colorado Partisi). 1904’te iktidardaki Colorado Partisi’nin başlattığı reformlar sayesinde 15 yıl içinde zamanına göre ileri bir sosyal devlet inşa edildi. Örneğin 1915 gibi erken bir tarihte 8 saatlik işgününden söz ediliyordu. 30 yıllık çalışmanın ardından 60 yaşında emeklilik yalnızca memurlar için değil tarım işçileri hariç tüm işçilere uygulandı. Daha ilginci, 10 yıl çalışan emekçi kadınlara çocuk doğurmak için ayrıldıklarında küçük de olsa bir maaş bağlanmasıydı.
İngiliz sermayesini kamulaştıran devlet, ekonominin merkezine yerleşmişti. Elektrik, su, sigorta, banka, ulaşım gibi sektörler tamamen devletin elindeydi. Ayrıca sağlık, eğitim ve altyapıya önemli yatırımlar yapıldı. 1905’den 1913’e millî gelirin beş kat artması da önemli başarıydı. Yönetim kırsal oligarşinin çıkarları aleyhine geniş kesimlerin hayatını kolaylaştırırken, ulusal sermayenin gelişimine de önayak olmuştu. Tarımsal ihracatın kaldıraç işlevi gördüğü bu ekonomi politikası, Uruguay demokrasisinin de temel taşını oluşturuyordu. Bir anlamda orta sınıfın güçlendirildiği bir demokrasinin inşaı söz konusuydu. Ancak 1929 dünya ekonomik krizi sonrası emtia fiyatları düşünce sistem tıkandı ve muhafazakarlar iktidara geldi. 1933’te sivil bir diktatörlük bile kuruldu.
Ücretlerin bastırıldığı, reformların tıkandığı bir dönemden sonra 1942’de Colorado Partisi yeniden iktidara döndü ve ikinci reform hamlesi başladı. 1943’te kırsal kesimde çalışanlara da emeklilik hakkı tanındı, 1948’de İngiliz şirketlerinin millîleştirilmesi tamamlandı, 1950’de sağlık sigortası getirildi. Bu dönemde kamu yatırımları desteklenirken, ithalat zorlaştırılıp ithal ikamesi yoluyla sanayileşmeye hız verilmişti. 10 yılda sanayi ikiye katlanıp ihracat patlama yapınca, Arjantin ve Brezilya’dan gelen tasarruflar da ülkeye yöneldi ve bu sayede finans sektörü gelişti. Uruguay işte tam bu dönemlerde “Latin Amerika’nın İsviçresi” diye anılmaya başlandı.
Her şey yolunda gibi görünürken 1950’li yılların ortalarından itibaren işler tersine döndü. 2. Dünya Savaşı ve Kore Savaşı döneminde yün, et ve tarım ürünlerinin fiyatları çok yükselmiş, Uruguay süreçten çok kârlı çıkmıştı. Ancak savaş koşulları kalkıp bu malların fiyatları düştüğünde bütün avantajını kaybetti.
İhracat 1952-1959 arasında yüzde 43 azaldı. Para değer kaybetti, ülke bir finans merkezi olmaktan çıktı. Büyüme durunca iflas dalgası başladı. Hayat standardındaki düşüş herkesi etkilemişti. Böylece Colorado Partisi 1958’de seçimleri kaybetti, Ulusal Parti iktidara geçti.
Uruguay’da kapitalizmin rekabet gücünü kazanabilmesi için eski sistemdeki sosyal kazanımların tasfiyesi gerekiyordu. Ancak siyaset erbabı kurumsal çerçevede bir çözüm üretemedi. 1967’ye gelindiğinde sistem tıkanmıştı: Hükümet çözüm üretemiyor, demokrasi işlemiyordu. Aynı yıl yapılan seçimlerde Colorado Partisi yeniden iktidara geldi.
1968, Uruguay için siyasal, ekonomik ve toplumsal krizin tırmandığı bir yıl oldu. Enflasyonun yüzde 130’u aştığı ülkede işçiler ve öğrenciler ayaktaydı. Ücretlerin dondurulması, demokratik hakların kısıtlanması, grevleri ve öğrenci olaylarını alevlendirdi. Tam da bu dönemde adını İspanyol sömürgecilerine karşı savaşan İnka isyancısı Tupac Amaru’dan alan Tupamaros şehir gerillası hareketi öne çıktı. Tupamaros, Bolivya’daki Che’nin gerillalarından farklı olarak kırda değil kentte örgütlenmişti. Ülkenin 2.6 milyon nüfusunun 1 milyonu başkent Montevideo’da yaşıyordu. Tupamaros banka soyup yoksul halka dağıtıyor, böylece yoksul halkın da sempatisini kazanıyordu. Eylemlerinde kimse de ölmüyordu.
1968’den itibaren örgüt adam kaçırma, bombalama, fabrika yakma gibi eylemlere de başlayınca iktidar paniğe kapıldı. ABD ise iktidar değişikliğine gidilebileceği endişesiyle hükümetin baskısını örgütlemek üzere ülkeye özel uzmanlar, işkenceciler gönderdi. Bir yandan da aşırı Sağcıların örgütlenmesiyle ölüm mangaları kuruldu. Costa Gavras’ın “Sıkıyönetim” filmi işte tam da bu dönemi ele alıyordu.
1971 seçimleri alarm zillerini çaldı. Sol partiler ve Hıristiyan Demokrat Parti, Şili’deki Allende’yi iktidara getiren ittifaka benzeyen Frente Amplio’da (Geniş Cephe) birleştiler. Tupamaros seçim sırasında ateşkes ilan etti. Solun iktidar olma ihtimali kurulu düzeni tedirgin ediyordu. İktidarın düzenbazlıkları altında yapılan seçimlerde Geniş Cephe’nin adayı Frente Amplio yüzde 18 oy alabildi. Ekonomik durumu düzeltmekten aciz yeni başkan Juan María Bordaberry gerillalara karşı mücadeleyi esas aldı ve polisin yerine orduyu göreve çağırdı. O zamana kadar Uruguay Ordusu’nun bir darbe geleneği yoktu; 1933’teki darbe bile polis aracılığıyla gerçekleşmişti. Ancak toplumsal uzlaşmanın zeminin kalmadığı bir dönemde kartlar yeniden karılmaktaydı. Başkan Bordaberry, gerillaların kökünü kazımak için 15 Nisan 1972’de savaş ilan etti ve ordu büyük bir vahşetle birkaç ay içinde Tupamaros hareketini ezdi.
Böylece ekonomik krizden rejim krizine ve oradan da askerî müdahaleye yani demokrasinin tedavülden kaldırılmasına hızlı bir geçiş yapıldı. Başkana göre özgürlüğü kurtarmak için diktatörlüğe geçmek gerekliydi! Darbenin yapıldığı 1973’le 1977 arasında işçiler reel ücretlerinin yüzde 30 düştüğünü gördüler. Ekonomi liberalleştirilirken işgücünün maliyeti de düşürülüyordu. 1985’e kadar yurttaşların toplumsal ve demokratik hakları kısıtlandı. Küçük ülkede 6 bin kişi (her 450 kişiden biri) siyasi mahkum oldu; 116 ölüm (suikast, gözaltı ölümleri, “intiharlar”) ve 172 “zorla kaybetme” vakası tespit edildi.
İlerleyen yıllarda, diktatörlük döneminde kaçırılan çocuklar, kayıplar ve yargılamalarla yüzleşmek, hesaplaşmak için yoğun çaba sarfedildi. Hapsedilenler, kaybedilenler tek tek tespit edilip akıbetleri ortaya çıkarıldı. Vahşi devlet terörünün mağdurlarına, kurbanlarına ilişkin belleğin yeniden inşaı için girişimler diktatörlüğün suçlarının dökümünü çıkarmakla kalmadı, bu suçları kısmen de olsa kovuşturdu. Örneğin 2006’da birkaç eski asker ve polis, üç Solcu militanın “kaybolmasından” dolayı mahkum edildi. Aynı yıl dönemin Başkanı ve Dışişleri Bakanı 4 cinayetten sorumlu olarak 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Tupamaros’un tarihî simalarından “Pepe” Mujica 2010-2015 arasında Frente Amplio’nun adayı olarak başkan seçildi. Uruguay, mütevazı hayatıyla dikkat çeken Mujica döneminde kendi karanlık geçmişiyle yüzleşme imkanına sahip oldu.