Kasım
sayımız çıktı

Riskli işyeriydi ‘cinayet mahalli’ oldu

Zorunlu çalıştırma dönemi bitince sendikal örgütlenmeye hız veren işçilerin koşulları, “kömürün altın çağı” denilen 1960-1980 arasında nispeten iyileşmişti. Ancak 1980 sonrası taşeronlaşma, facia boyutunda iş cinayetlerini de beraberinde getirdi.

İBRAHİM SARIKAYA

Kömür madeni havzaları­nın 1947 sonrası tarihi üç döneme ayrılabilir. İlki 1947’den 1960’a kadar olan, ma­denlerde zorunlu çalıştırılma ve yasal olarak kaldırılan iş mükel­lefiyeti uygulamasının kısmen devam ettiği dönem; ikincisi 1960-1980 arası, kömür üreti­minin “altın çağı” diyebileceği­miz dönem; üçüncüsü 1980’den bugüne kadar olan ve taşeron ocakların yaygınlaşarak, iş ci­nayetlerini artırdığı ve kömür ocaklarını deyim yerindeyse bi­rer “cinayet mahalli”ne çevirdi­ği dönem. Birinci dönemin tarih açısından ilk önemli olayı 1948 yılında Çatalağzı Termik Sant­ralinin kurulmasıdır. 1937’de ku­rulan Karabük Demir Çelik Fab­rikası’nın kömür ihtiyacını kar­şılayan Zonguldak Taşkömürü Havzası, 1948’den itibaren Çata­lağzı Termik Santrali gibi bir bü­yük kuruluşun kömür ihtiyacını da karşılamaya başladı.

Bu dönemin diğer özelliği de kömür ocaklarının bir dizi işçi örgütlenmesine sahne olmasıy­dı. 3512 sayılı Cemiyetler Kanu­nu’nun 1946’da değiştirilmesiy­le, önce Ereğli Kömür Havzası Maden İşçileri Derneği, ardın­dan 1947 yılında Ereğli Kömür Havzası Maden İşçileri Sendika­sı kuruldu. Sendika 15.000 ma­den işçisini örgütledi ve erte­si yıl Zonguldak Maden İşçileri Sendikası adını aldı. Bu sendi­kanın da katılımı ile irili ufaklı 7 sendika 1958 yılında birleşti ve merkezi Zonguldak’ta bulu­nan 40 bin üyeli Türkiye Kömür Madenleri İşçileri Federasyonu kuruldu.

Maden işçisi bulamayan Osmanlı Devleti, 1867 tarihli Dilaver Paşa Nizamnamesi ile bölge halkını zorla çalıştırma yoluna gitmişti.

Hem sendikal faaliyetler hem de iç tüketimi artırma­ya yönelik ekonomi politikaları 1960 sonrasında işçi ücretleri­nin yükselmesine ve yaşam ko­şullarının kısmen iyileşmesine yol açtı. 1965’te üretimi kömüre bağımlı bir başka büyük kuru­luş, Ereğli Demir Çelik Fabrika­sı açıldı. Yeni fabrikalar açılıp talep arttıkça kömür üretimini de artırmak gerekiyordu. Zon­guldak Havzası’ndaki kömürün kırık faylı ve saçaklı yapısı, ma­kineli üretimin önünde ciddi bir engel olduğu için üretim her dö­nem emek ağırlıklıydı. Yani üre­timi yükseltmenin yolu makine yatırımlarını değil işçi sayısını artırmaktı. İşçi sayısının artma­sı sendikaların elini güçlendir­di, zira gerçekleşecek bir grev, demir-çelik fabrikası, termik santral gibi stratejik ve hayati sektörlerin faaliyetlerini aksa­tabilirdi. Bu durum kömürün altın çağının sonu kabul edilen 1980’e kadar devam etti.

Gelişmiş Avrupa ülkeleri ar­tık kömürden uzaklaşıyor, alter­natif enerji kaynakları arıyordu. Evet, kömür altın çağını geride bırakmıştı ama sanıldığının ak­sine dünya kömür üretimi artı­yordu. Bunun sebebi üretimin coğrafya değiştirmesiydi. Or­taya çıkan “yeni kömür harita­sı”nda kömür üretimi Avrupa gibi emek gücünün pahalı, işçi sınıfının diğer bölgelere göre örgütlü olduğu bölgelerden As­ya-Okyanusya hattına kaydı.

Bu durum üretim maliyet­lerinin ve dünya kömür fiyat­larının düşmesine sebep oldu. Yeni kömür haritası, taşkömü­rü tarihi için de çok önemli bir dönüm noktasıydı. Artık kömür ithal etmek, üretmekten daha ucuzdu. Hâl böyle olunca emek­li olan işçinin yerine yenisini almayan Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun (TTK) üretimi gi­derek azaldı, zamanla sermaye döngüsü açısından daha “önem­siz” hale geldi. Bundan sonra sendikalar da yavaş yavaş eski güçlerini yitirdiler.

İnsanlığın en kara sayfaları Ümit Kıvanç’ın objektifinden 1980’lerde Zonguldak maden işçileri.

İthal etmek üretmekten da­ha ucuza mal oluyorken üre­time devam etmenin tek şartı, en önemli maliyet kalemini ya­ni işçi ücretlerini düşürmek­ti. Devlet bunu sağlamak için 1980’lerin sonundan itibaren madenleri özelleştirmek istedi. Ancak sendikaların gücü özel­leştirmenin önündeki en büyük engeldi. Bunun üzerine, bir çe­şit arka kapıdan özelleştirme olan rödovans sistemi günde­me geldi. Fransızca kökenli rö­dovans kelimesi “bir şeyi kul­lanmanın karşılığında ödenen vergi” demektir. Bugün daha çok madencilik sektöründe, bir maden sahasının belirli bir sü­reliğine, alt sözleşme yoluyla bir şirkete belirli bir para karşılı­ğında verilmesi anlamına gelir. Yani maden jargonunda rödo­vans taşeron sistemidir.

Zonguldak’ta ilk rödovans sözleşmesi 1988’de yapıldı. Fakat rödovanslı sahalarda üretim 1992’de başladı. Taşe­ron sistemi, kaçak ocakların yaygınlaşmasına da sebep ol­du. Genelde maden işçilerinin kendi bahçesinde ya da emek­li işçilerin şehrin dışına doğru uzanan dağ yamaçlarında yer­yüzüne yakın kömür damar­ları bulup orada üç beş kişiyle üretim yapmak için açtıkları ocaklara “kaçak ocaklar” de­nir. Ama taşeronların üretim hedefini daha ucuz maliyetle sağlamak için kendi sahaların­da kaçak ocaklara izin verme­si, neoliberal döneme özgü yeni bir durumdu ve kaçak ocakla­rın sayısını muazzam miktarda artırmıştı.

Soma faciası sonrasında #tarih, ilk sayısının kapak dosyasında geçmişten bugüne maden kazalarını işlemişti.

Kaçak ocaklar Havza’da kö­mürün bulunduğu 1840’lı yıl­lardan beri varlığını sürdürüyor. Bu ocaklarda üretim 19. yüzyıl koşullarında yapılır, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin esamesi okun­maz. Aydınlatma için uzatma kabloları ve akü, kimi zaman ısınmak için soba dahi kullanıl­maz. Kaçak ocaklar, madenci­lerin işsiz kaldıkları dönemde hayatlarını idame ettirebilmek için mecburen başvurdukları bir yoldur.

Taşeronlaşmanın getirdiği sorunlar yalnız Zonguldak böl­gesindeki madenler için değil, sözgelimi Türkiye tarihinin en büyük iş cinayetinde gördüğü­müz gibi Soma için de geçerli. Aslında Soma’da kağıt üzerinde taşeron yok. Taşeron sistemini sürdürenler “dayıbaşı” denilen kişiler. Bu tabir eskiden büyük toprak sahiplerine mevsimlik tarım işçileri bulan simsarlar için kullanılıyordu. Maden için yapılan da aynı şey. Bulduğu iş­çilerin üretim sürecindeki bütün sorumluluğu ve kontrolü dayıba­şılara ait. Dayıbaşılar bunun kar­şılığında -sözleşmede gözüken ustabaşı maaşına ek olarak- şir­ketten para alıyor.

Bu yazı #tarih’in Haziran 2014 tarihli 1. sayısında yayımlanmıştır.