Balkan Savaşı’yla başlayan Milli Mücadele ile sonlanan uzun savaş yıllarında cephedeki Mehmetçiğin en acımasız düşmanları şarapneller, mermiler, süngüler değil; virüsler, bakteriler, parazitlerdi. Salgın hastalıklar, savaş yaralanmalarından kat kat fazla can alıyordu. Salgınlara karşı cansiperane mücadele eden kahraman askeri hekimlerin arasında, 1945’te Ankara Tıp Fakültesi’ni kuracak olan Dr. Abdülkadir Lütfi Noyan ön saflarda yer alıyordu.
Bugün yaşadığımız toprakları şekillendiren esas etkenlerdi savaşlar ve salgın hastalıklar. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti’nden kopup giden bölgelerden Anadolu’ya doğru yaşanan göçler, çoğu salgın hastalıkları da beraberinde getirdi. Rusya’dan veba, tifüs, kolera, frengi, dizanteri; Lehistan tarafından tifüs; Galiçya bölgesinden frengi yayılıyordu. Dışardan taşınan bulaşıcı hastalıklar, Anadolu’nun giderek ağırlaşan şartları altında büyük felaketlere dönüşüyordu.
Balkan Savaşı’nın, hemen ardından gelen I. Dünya Savaşı’nın ve Millî Mücadele ile devam eden zorlu savaş yıllarının bütün cephelerinde, siperlerin ardında da bambaşka bir savaş yaşanıyordu; bu sessiz savaş salgın hastalıklara karşıydı.
Balkan Savaşı sırasında salgın hastalıklarla büyük bir mücadele yürütülmüş ve başarı kazanılmıştı; fakat hemen arkasından başlayan 1. Dünya Savaşı’nın yolaçtığı salgın hastalıklar savaş yaralanmalarından kat be kat fazla kitle ölümlerine ve ağır tahribata sebep oluyordu. 1915-1918 yılları arasında dokuz ayrı Osmanlı ordusunda bulaşıcı hastalıkların sebep olduğu ölümler (401.859), savaş alanlarında yaralanma nedeniyle ölümlerin (59.462) neredeyse 7 katıydı ve savaşların akıbetini tayin etmişti.
Bu nedenle askerler savaşa katılmak için cepheye gönderilmeden önce “tahaffuzhane” denilen merkezlerde sağlık kontrolüne tâbi tutuluyor; kolera, çiçek ve dizanteri gibi bulaşıcı hastalıklara karşı aşılanıyorlardı.
Balkan Savaşı’yla gelen kolera
29 Eylül 1912’de başlayan Balkan Savaşı 24 Ekim’de son bulmuş, Osmanlı ordusu İstanbul’a doğru geri çekilmeye başlamıştı. İçecek temiz suyun ve yiyecek temiz besinin olmadığı bu koşullarda Hadımköy’de ilk kolera vakaları ortaya çıktı ve hastalık 13 Kasım günü Çatalca’ya ulaştı.
Salgın tüm orduya sirayet etmesin diye hasta askerler trenlerle İstanbul’a sevkediliyordu. Binlerce hasta askerin Gülhane Parkı’na bırakılması, çadır bile temin edilemediği için açıkhavada gecelemek zorunda kalması, felaketin giderek büyümesine yolaçıyordu. Diğer taraftan yine binlerce Rumeli göçmeninin geldiği şehirde büyük bir izdiham vardı; istasyonlar, cami avluları, okullar, çadırlar, boş araziler göçmenlerle doluydu. Yeşilköy tren istasyonu yakınındaki Rum Mektebi, Yeşilköy Askerî Hastanesi’ne dönüştürülmüş; Gramofon Plak Fabrikası ile tren istasyonu arasındaki geniş tarlaya çadırlar kurulmuştu.
Askerî Tıbbiye’den 1910’da mezun olan, henüz Gülhane’de asistanken büyük kolera salgınıyla yüzleşmek zorunda kalan Dr. Abdülkadir Lütfi, izleyen yıllarda da farklı cephelerde çeşitli salgınlara karşı hayatı pahasına savaşacak, bu uzun ve çetin harp yıllarının tıp alanındaki önemli kahramanlarından biri olacaktı. 6 Kasım 1912’de Sahra Sıhhiye Müfettişliğinin emriyle Gülhane’den Yeşilköy Sâri Hastanesi’ne tayin edilen Dr. Abdülkadir Lütfi durumu şöyle anlatıyordu: “Gramofon Plak Fabrikası ile istasyon arasında duran kolera trenleri hastaları orada indiriyor, ölüleri tren hattından tarlaya uzanan mail satıhtan yuvarlanmaya bırakıyor, geçip gidiyordu. Biz tabipler ayağımızda lastik çizme, sırtımızda siyah muşambadan birer gömlek ve kollarımızda birer Kızılay işareti sabah şafak sökerken işbaşına geliyor, gece geç vakitlere kadar çalışıyorduk. Hastanede çalışan 100 kadar hastabakıcıdan birçoğu gayretli ve yurtsever askerlerden idiler. Mektepli ve yetişmiş hastabakıcılar mevcut değildi. Bu salgın Türk ordusunun harplerde karşılaştığı en büyük salgın sayılabilirdi”.
Bu salgında, orduda 30 binden fazla kolera vakası görüldü ve yaklaşık 10 bin asker koleradan kaybedildi. Kolera aşısı Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kez Balkan Savaşları sırasında uygulanmıştı. Yine Dr. Abdülkadir Lütfi’nin ifadesiyle; “Terhis sırasında aşı uygulaması yapılmasaydı, memleketine dönen binlerce asker kolerayı Anadolu’nun her köşesine yayabilir, böylece çok daha büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalınabilirdi”.
Yeşilköy Askerî Hastanesi Kızılay’ın da yardımlarıyla kolera odaklarının söndürülmesinde başarılı oldu ve savaş sonunda tasfiye edildi.
Çanakkale cephesinde salgın hastalıklar
Sıtma: Çanakkale bölgesinde, özellikle Kumkale’nin doğusunda ve daha güneyde Menderes Çayı’nın oluşturduğu bataklık ve başka yerlerdeki durgun sular nedeniyle yayılan sıtma hastalığı askerlerde de görülmekteydi. Harp sahasının Anadolu yakasında yer alan bu bataklıkları kurutmak mümkün olmuyordu ve askerlerin kaldıkları yerlerin mümkün olduğunca sinekliklerle korunması, vücudun örtülü tutularak sivrisinek ısırmasının önüne geçilmesi ve ateşlenen hastaların kanlarının alınıp Asya Grubu Laboratuvarına gönderilerek hastalık taşıyanların ayıklanması gibi tedbirlerle sıtmanın yayılması önlenmeye çalışılıyordu. 15. Kolordu birlikleri içerisinde görülen sıtmanın yayılmasını önlemek için altı adet seyyar bakteriyoloji sandığı ile her çeşit analizi yapabilecek bir laboratuvar da Kalvert Çiftliği’nde faaliyete geçirilmiş, ancak bu çabalara rağmen hastalık önlenememiş ve Mayıs 1915’te Kumkale bölgesinde ciddi sıtma salgını görülmüştü.
Birliklere haftada iki gün 1 gram kinin verilerek hastalığın yayılması önlenmeye çalışılmış, ancak bu da yeterli olamamıştı. Kumkale’de iki erin aniden hayatını kaybetmesi üzerine birlik hekimi Yüzbaşı Sabri Bey kusurlu görülerek divan-ı harbe verilmiş; Dr. Abdülkadir Lütfi Bey tarafından erlere otopsi yapılarak, mikroskobik incelemede, dalak ve kanda bol miktarda habis bir sıtma türünün parazitlerine rastlanmış ve nihayetinde hekimin sorumluluğu olmadığı ortaya çıkmıştı.
Hastalığın tedavisinde kullanılan kinin de yeterli miktarda değildi ve cephe genelinde görülen 116.985 sıtma vakasından 6.661’i ölümle sonuçlanmıştı.
Dizanteri: Savaş sırasında Çanakkale cephesinde görülen diğer bir salgın da dizanteriydi. Bombardımandan korunmak için derin kazılan siperler çoğu zaman ıslaktı ve bu rutubet askerler arasında ishalin yayılmasına neden oluyordu. 5. Ordu Kurmaybaşkanlığı’nın 26 Ağustos 1915 tarihinde Sahra Sıhhiye Genel Müfettişliği’ne gönderdiği telgrafta, Kuzey ve Güney Grupları’nda çok miktarda dizanterili hastanın bulunduğunu bildirilmişti. 26-28 Ağustos 1915 tarihleri arasında cephede yaklaşık 500 askerde kusma, kanlı ishal, baş ve karın ağrısı şikâyetleri başgöstermişti. Kullanılan suyun temiz olmaması sebebiyle başlayan dizanteri vakaları, yeterli miktarda ilaç bulunmadığından yayılıyor; bu hastalara killi toprak yedirilerek tedavi sağlanmaya çalışılıyordu.
İskorbüt C: C vitamini eksikliğiyle ortaya çıkan ve diş etlerinde şişkinlik ve kanamalar şeklinde kendini gösteren bu hastalık özellikle kış mevsiminde beslenme yetersizliğiyle ortaya çıkmıştı. Kış aylarında dağ eteklerinde bulunan ve askerin de tanıdığı “kuzukulağı” bitkisinin tüketilmesi sağlanarak tedbir alınmaya çalışılmış, yaz aylarında sebze ve taze gıdalar verilmesiyle de yaygın hale gelmesi önlenebilmişti.
Tifüs: Askerler aylarca yıkanamıyordu ve çamaşırlarını değiştirme imkanları da yoktu. Bitlenmişlerdi; yoğun sıcaklarda o denli rahatsızlardı ki doğru dürüst uyuyamadan savaşmak zorunda kalıyorlardı. Savaşın durgun anlarında, sıkıntıdan bit yarışı yapıyor ya da elbiselerini çıkararak elleri kıpkırmızı olana kadar saatlerce bit kırıyorlardı. Bitlenme en önemli sorunlardan biri haline gelmişti; tedirgin edici boyutlardaydı ve önüne geçilmeliydi. Zira tifüs salgınına sebep olabilirdi. Sonunda korkulan oldu; çok geçmeden tifüs vakaları görülmeye başlandı.
3 Mart 1915’te Kandire amele taburları arasında çıkan tifüs salgınına karşı mücadele için bölgede görevlendirilen Dr. Abdülkadir Lütfi, Kandire’ye gittiğinde 3000’den fazla askerin perişanlığını ve bunun yanı sıra askerler arasında ölüm oranının hayli yüksek olduğunu, tifüs hastalığına yakalanan 149 askerden 36’sının hayatını kaybettiğini görmüştü. Kandire çarşısını gezerken ekmek fırınlarını bitle mücadele için kullanmaya karar verdiği günü anılarında şöyle anlatacaktı: “Kandire çarşısını gezerken sıra ile ekmek fırınları gördüm. Meslekte ilk memuriyetim olan Serviburnu Tahaffuzhanesi kolera mücadelesinde askerin peksimetlerini ve peksimet çuvallarını asker fırınlarında temizlettiği hatırıma geldi. Bu düşünce ile Kandire fırınlarını etüv yerine kullanmak ve askeri çadır hamamlarında hamamlandırarak temizleme fikri gönlümde bir sevinç yarattı.” Bu fikirden hareketle Kandire’de üç fırın ve altı hamam çadırı ile birlikte 10 gün yapılan mücadele sonucunda amele taburlarının temizlenmesi sağlanmış ve böylece tifüs vakalarında da kayda değer bir azalma kaydedilmişti. İstanbul’a döndüğünde Sahra Sıhhiye Müfettişliği’ne rapor vermiş ve hatta vasıtası olmayan yerlerde ordunun söz konusu usulden yararlanmasını teklif etmişti. Fırın olmayan yerlerde meyilli arazide toprak oyularak sahra fırını yapılabileceğini de dile getirmişti.
Savaş cephelerden önce, koğuşlarda can aldı
Bu usulde fırın içinde ateş yakılıyor, hararet derecesini tayin için içerisine bir beyaz kâğıt konuluyordu. Kâğıt kavrulmaz sararırsa istenilen ortam hazırlanmış oluyor, içeriden ateş çekilerek fırının zeminine yaş bir çuval seriliyor ve onun da üzerine, su püskürtülmüş elbiseler konularak fırının kapısı kapatılıyor, 10-15 dakika içerisinde bitlerin tamamen telef olması sağlanıyordu.
Dr. Abdülkadir Lütfi’nin savaş sonrası kariyeri
I. Dünya Savaşı boyunca Çanakkale’de, Bağdat’ta, Musul’da görev yapan, savaşın ardından Millî Mücadele’ye katılan ve Sakarya Savaşı’nda bulunan Dr. Abdülkadir Lütfi, 1922 yılında Gülhane’deki hocalık görevine döndü. 1927’de Gülhane Hastanesi dahiliye kliniği profesörlüğüne atandı. 1939’da 1. Ordu Sağlık Başkanı, 1941’de tuğgeneral oldu ve İstanbul 1. Ordu Sıhhiye Mütehassıslığına atandı. 1943’te terfi ederek Millî Savunma Bakanlığı Sıhhiye Dairesi Başkanı olan Ordinaryüs Profesör Dr. Tümgeneral Abdülkadir Lütfi Noyan daha sonra askerliğe veda ederek 1945’de kendisine tevdi edilen ulvi görevi yerine getirdi. Bu satırların yazarının da bir mezunu olmaktan daima kıvanç duyduğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk tıp fakültesi olan Ankara Tıp Fakültesi’ni kurdu ve onun ilk dekanı oldu.
“Göreve saygı ve aşktan başka öğünecek hassam yoktur” sözünün sahibi büyük hekimin aziz hatırasına minnet ve hürmetle…