Nurullah Ataç’ı bugün okuyacak gençler için alay konusu edilebilecek birçok örnek çıkacaktır: Taplamak, yoluğ, dörütmen, ılgımlamak, bediz, nen… ‘Ekşilerin’ mavraları için define sandığından öylesine seçtiğim madde başlıkları. Gelgelelim, bu önerileri “tutmadıkları” için sarakaya alan aklıevveller, yazarken kullandıkları “tepki, sav, ürün, karşıt, beğeni, yapıt, giz” gibi sözcükleri Ataç’ın dolaşıma soktuğundan habersiz, gülünç duruma düşeceklerdir.
Cemal Süreya’nın “Ataç’ın Yazarları” adlı denemesinde, soykütük çerçevesini gerektiği gibi oturttuğunu söylemeliyiz. Belki Ataç’ın deneme türünün klâsik ustalarıyla yüzleşme biçimi biraz daha açılabilir: Samsatlı Lukyanos’tan Montaigne/Bacon karşılaştırmasına uzanarak. Benim bu bağlamda asıl üzerinde durmak istediğim konu, Ataç’ın Alain ile buluşması.
Ataç, bana kalırsa hayli şaşırtıcı biçimde çok geç tanışmış Alain’in yapıtıyla. 1957 Mayıs’ında öldü Ataç, güncesinden Pléiade baskısı seçme propos’ları 16 Ağustos 1956 günü aldığı, ertesi gün okumaya koyulduğunu öğreniyoruz. Kalan dokuz ay içinde beş kez üzerinde durmuş Alain’in, ölümünden iki hafta önce yazdıkları ‘durum’u olanca açıklığıyla ortaya koyuyor:
“Aylardır Alain’i okuyorum (…). Gençliğimde, yetişim çağında tanısaydım Alain’i, ne iyi olurdu! Onun etkisinde olmak isterdim. Şimdi ne denli okursam okuyayım, net öğrenirsem öğreneyim, artık gerçekten etkileyemez beni. (…) onların (Gourmont, Léautaud, Gide) etkisine, düşüncemin yumuşak olduğu yıllarda okuduğum yazarların etkisine, Alain’in de karışmasını isterdim… Geçti artık, bundan sonra yeniden başlayamam, kendimi yeniden kuramam ki!”
Bu kadar doğru konumlandırma olur! Ataç, birey(sel)liğinden dolayı Gide’i, şair duruşu ve yapıtı nedeniyle Mallarmé’yi taçlandırmıştı; ama bu iki figürden etkilendiğini söyleyemeyiz yazarken: Rémy de Gourmont ve Léautaud üzerinde asıl etkiyi yaratmış iki yazardı — selâmlamaktan geri durmamıştır onları. Burada ilginç olan, kendisine asıl ‘rol modeli’ olabilecek Alain’i, “propos”ların yazarını geç keşfini Ataç’ın da neredeyse şaşkınlıkla karşılaması.
Besbelli, Alain’i okumazdan önce kafasında olumsuz bir önyargı taşıyormuş. Günce’deki ilk çıkmalarında bunun izleri hemen farkedilebiliyor. Okumayı sürdürdükçe önce sarmış Alain’in “propos”ları; sonra, hemen sonra, büyük beğeniyle sözetmeye başlamış onlardan, sonunda yukarıda aktardığım paragrafa gelmiş çatmış.
Gene de, Ataç’ın Alain’i yeterince tanımaya vakti kalmadığını biliyoruz. Pléiade dizisindeki ilk seçmeler cildi şüphesiz “propos”ların mahiyeti hakkında yeterince fikir sahibi olmayı sağlayabilecek bir toplamdı; ne ki, buzdağının görünen küçük kesitiydi: Alain 3.083 “propos” yazmıştı!
Öte yandan, “propos”lar Alain’in yapıtının belki en özgün cephesini oluşturuyordu ama, yapıtın önemli bir cephesi de “dizgeye dayanan” felsefî kurgusu öne çıkan kitaplarına bağlıydı: Ataç onları duymuş olsa bile görememişti(r). Görse, tanışsa, ne denli ilgilenecekti ayrı konu, bana kalırsa “propos”lara odaklanmayı sürdürecekti.
Kavrama dönersek, Ataç bir karşılık bulmakta haklı olarak zorlanmıştır: “Türkçede ne demeli propos’ya? Bulamıyorum şimdi. “Fıkra”, “sohbet”, “söyleşi… Hepsi de eksik geliyor bana. Doğrusu, Fransızcada da bulamazsınız başka bir söz, onun için ne olduğunu iyice tanımlayamazsınız. Niçin? Bir başkalığı, kendine vergi bir büyüsü mü var o propos tilciğinin? Alain kattı ona o büyüyü, başka bir dilde kolay kolay belirtilmez anlamı. Çok kimselerin propos’ları olabilir, vardır, onlar için “şunun dedikleri”, “bunun konuşmaları” dersiniz, olur biter… Yeni bir tür yaratmış Alain”.
“Propos”, gündelik konuşma dilinin yaygın kullanımdaki bir sözcüğüdür gerçekten de. Alain’in ona yüklediği özelliği bir tek seçmiş olmasına bağlayabiliriz: Bir yazı türü değildi yarattığı, Ataç’a katılmıyorum, kişisel bir kalıp kurmuştu, kıpkısa ve özlü bir deneme kalıbı, sıradan bir sözü yakıştırmıştı ona, üç bin kez tekrarlandığında kendisine ait olduğu izlenimini peydahlamıştı. Yoksa, Ataç’ın fıkra-sohbet-söyleşi önerilerinden biriyle karşılanabilirdi pekâlâ “propos”, ele avuca sığmaz bir nitem sayılmazdı.
Ataç’ın yazılarının çoğu da “propos”dur! Dilimiz alışmış, kolayımıza gelmiş, “deneme” diyoruz tümüne. Prospero ile Caliban’dakiler “deneme”dir şüphesiz, birçok yazısı sohbetle söyleşi arası bir kıvamda, yazı diliyle konuşma dili arası salınımda değil midir?
Bana öyle geliyor ki, Alain’i geç keşfeden Ataç, onda bir ikizini değilse bile bir kardeşini bulmuştu — şaşkınlığının, hayıflanmasının asıl nedenini burada aramalıyız. Oysa kendisini ikizinden kanımca olumlu anlamda ayıran ana özelliği ortadaydı: Alain neresinden bakılsa uzlaşmacı biriydi, buna karşılık Ataç radikal ve devrimciydi.
İkidebir dönüyorum Nurullah Ataç’a; yıllar geçtikçe sevgim ve saygım artıyor o huysuz, tekinsiz -izlenimi doğuran- adama. Yaşıyor, bu sözlerimi okuyor olsaydı, büyük olasılıkla bir ucundan başlayarak yüklenirdi bana; birşey değiştirmezdi duyduğum sevgide saygıda, söyleyecekleri.
Yılların, geçen yılların eskittiği bir dolu özellik bulunabilir Ataç’ın yazdıklarında, tavır ve düşüncelerinde; birinde hiç eskime olmamış bana kalırsa: Yenilik tutkusu. Gene de, sevgimin saygımın zamanla dozunu yükselten temel etmen, onun aşırılığı. Sanırım, yaşım ilerlerken çoğunu törpüleme yanlışına düştüğüm aşırılıklarım, çoğunu ehlîleştirdiğim yabansılıklarımı yüzüme okkalı şamarlar halinde geri çeviriyor Ataç, önemli bir bozgunumu yüzüme vuruyor.
Yeniden, peşpeşe, birkaç kitabını okudum bu aralar. Söyleşiler’in 1942-1953 arası yazılıp biraraya getirilmiş denemelerini kitap çatısına oturtan gerçi kendisi değildi, ama iyi kotarılmış o toplamın belirgin bir ekseni olduğu tartışılmaz: Öztürkçe savaşı.
Kitabın sunumunu üstlenen Fahir İz, bana kalırsa doğru konumluyor Ataç’ın duruşunu: “Özleştirmede aşırı gittiğinden yakınanlar oldu. Evet aşırı idi. Bile bile aşırı idi. Her akımın bir aşırı ucu olur. Bu uç akımı diri tutmak için ileri atılan akıncıları bayrağı altında toplar. Öztürkçeyi genç yazarlar arasında yayan, onlara sevdiren Ataç, Ulus’taki bir yazısında, bunu bir amaç için yaptığını, yoksa yabancı kökten gelen bütün sözcüklerin Türkçeden atılamayacağını çok iyi bildiğini yazmıştır. Ataç’ın bu öztürkçeciliğiyle alay edenler oldu, bugün de oluyor”. Bu satırlar 1954’ten. 2016’da alay bile edilmiyor, Ataç’ın geçmişteki aşırı çabalarını yeni kuşaklar tanımıyor.
Söyleşiler’i bugün okuyacak gençler için alay konusu edilebilecek birçok örnek çıkacaktır: Taplamak, yoluğ, dörütmen, ılgımlamak, bediz, nen… ekşilerin mavraları için define sandığından öylesine seçtiğim madde başlıkları. Gelgelelim, bu önerileri tutmadıkları için sarakaya almakta herhangi bir güçlük çekmeyecek aklıevveller, doğal olarak, yazarken kullandıkları tepki, sav, ürün, karşıt, beğeni, yapıt, giz — gibi sözcükleri Ataç’ın dolaşıma soktuğundan habersiz, gülünç duruma düşeceklerdir.
Ataç, 1946 yılına dek “kelime”ye bir karşılık önermemiştir. İlk hamle 1947 ortası gelir: “Yazılarımı hep türkçe kelecilerle (kelimelerle) yazmak isteyişime kızanlar, omuz silkip gülenler çok ya, ara sıra bir iki tatlı sözle gönlümü alanlar, beni yüreklendirenler de oluyor”.
Sorgulamayı aklından geçirmeden karşı çıkmayı yeğleyenlerin gözünde bin yıllık (?) kelimenin yerine “keleci”yi icât etme çabası düpedüz oyun bozanlık kapsamına girmekteydi. Gelgelelim, Ataç’ın burada yaptığı kelimenin yerine kelime icat etmek değildi; “kelime”yi önceleyen “kelici”yi öneri olarak deniyor, sunuyordu: Türk Dil Kurumu’nun ilk cildi 1943 yılında yayımlanan Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü’nün ilk cildinin kapağında “Türkiye Türkçesinin Tarihi Sözlüğü Hazırlıklarından” ve “XIII. Asırdan Günümüze Kadar Kitaplardan Toplanmış” ibareleri yeralmıştı ve sözlüğün 441-442. Sayfalarında “keleci”, söz ve lâkırdı anlamında, Yunus Emre’den (“Asıl mani budur söz, keleci çok”), Dede Korkut kitabından, Kelile ve Dimne’den, Kısasal Enbiya’dan örnek alıntılarla yeralmıştı.
Tarama ve Söz Derleme sözlükleri çok değerli çalışmalardır. Ataç, bir parçası olduğu kurumun etkinliklerini yakından izliyor, sonuçları sıcağı sıcağına görüyor, yazılarını yazarken yeni bir dilin olanaklarını genişletmeyi hedefliyordu. Saplantılı olmanın uzağındaydı: “Keleci”yi önerdikten tamıtamına yedi ay sonra konuya döner: “Şimdiye dek kelime yerine keleci diyordum, pek de beğenmiyordum; çünkü keleci, kelime değil, söz demektir; bundan böyle tilcik, belki de tilci diyeceğim. Til, dil lûgât demektir, tilcik, tilci de ‘küçük til’ demek olur”.
“Nedir bu?”, diyenleri duyar gibiyim: “Deney tahtası mı dil, neden üzerinde anlaşma sağlanmış ögelerle oynaşılsın ki?”. Bu tepkiyi verenler fert yerine birey, ferdiyet yerine bireycilik geçti diye öfke saçıyorlar mı bugün? Ataç o adımı 1948’de atmıştı, attığında kaç kişi değişime hazırdı sorusu tartılmalı. “Medeni” yerine “uygar”, “fazilet” yerine “erdem” belki de bütün kulakları tırmalamaktaydı.
Sonuçta “kelime”nin ne keleci, ne tilcik karşılığı olabildi. Melih Cevdet Anday’ın öne sürdüğü “sözcük” enikonu yaygınlık kazansa da, “kelime” yerini korumayı sürdürdü. Bugün bir “özleştirme akımı”nın varlığından sözedemeyiz. Buna karşılık, kazanımlarını hiçesaymak ancak tutuculukla açıklanabilir, kanısını taşıyorum. Şüphesiz, arı dil sevdasının tehlikeli sulara çağıran bir boyutu olduğu doğrudur; ama, ters yönde bir korumacılık eğilimi daha az tehlikeli sayılmamalıdır. Ataç, dil devriminin bütün öteki devrimleri içerdiği düşüncesindeydi. Söyleşiler’de yer alan ve ilk kez 1952’de Ulus gazetesinde yayımlanan yazısında apaçık söyler bunu: “Dil devrimine saldırmaları boşuna değil: Eski dili getirebilirlerse eski düşünceleri, duyguları, görüşleri, eski töreleri de gene getirebileceklerini umuyorlar. Siz hele “nûr-i aynim” demeğe başlayın, kadına gene maşlahı, çarşafı giydirirsiniz. Yüzü açık sevgiliye “nûr-i aynim” denmez ki! Bir deneyin, bakın siz de gülmüyor musunuz?”.
Bu satırları benim doğduğum yıl yazmış Ataç. Şimdi karşı-devrimlerin dönemi. Dile, düşünceye, topluma, hayata aşırılıkla bakmaya dönmeli.