Kasım
sayımız çıktı

Savlarına tepki duyan karşıtları bile, onun ürünlerini kullanıyor

ATAÇ’IN ÖZTÜRKÇECİ BİR ‘AŞIRI’ OLARAK PORTRESİ

Nurullah Ataç’ı bugün okuyacak gençler için alay konusu edilebilecek birçok örnek çıkacaktır: Taplamak, yoluğ, dörütmen, ılgımlamak, bediz, nen… ‘Ekşilerin’ mavraları için define sandığından öylesine seçtiğim madde başlıkları. Gelgelelim, bu önerileri “tutmadıkları” için sarakaya alan aklıevveller, yazarken kullandıkları “tepki, sav, ürün, karşıt, beğeni, yapıt, giz” gibi sözcükleri Ataç’ın dolaşıma soktuğundan habersiz, gülünç duruma düşeceklerdir.

Cemal Süreya’nın “Ataç’ın Yazarları” adlı denemesinde, soykü­tük çerçevesini gerektiği gi­bi oturttuğunu söylemeliyiz. Belki Ataç’ın deneme türünün klâsik ustalarıyla yüzleşme biçimi biraz daha açılabilir: Samsatlı Lukyanos’tan Mon­taigne/Bacon karşılaştırma­sına uzanarak. Benim bu bağ­lamda asıl üzerinde durmak istediğim konu, Ataç’ın Alain ile buluşması.

Ataç, bana kalırsa hayli şa­şırtıcı biçimde çok geç tanış­mış Alain’in yapıtıyla. 1957 Mayıs’ında öldü Ataç, günce­sinden Pléiade baskısı seçme propos’ları 16 Ağustos 1956 günü aldığı, ertesi gün okuma­ya koyulduğunu öğreniyoruz. Kalan dokuz ay içinde beş kez üzerinde durmuş Alain’in, ölü­münden iki hafta önce yazdık­ları ‘durum’u olanca açıklığıy­la ortaya koyuyor:

“Aylardır Alain’i okuyo­rum (…). Gençliğimde, yetişim çağında tanısaydım Alain’i, ne iyi olurdu! Onun etkisin­de olmak isterdim. Şimdi ne denli okursam okuyayım, net öğrenirsem öğreneyim, artık gerçekten etkileyemez beni. (…) onların (Gourmont, Léau­taud, Gide) etkisine, düşünce­min yumuşak olduğu yıllarda okuduğum yazarların etkisine, Alain’in de karışmasını ister­dim… Geçti artık, bundan son­ra yeniden başlayamam, ken­dimi yeniden kuramam ki!”

Bu kadar doğru konum­landırma olur! Ataç, birey(­sel)liğinden dolayı Gide’i, şa­ir duruşu ve yapıtı nedeniyle Mallarmé’yi taçlandırmıştı; ama bu iki figürden etkilendi­ğini söyleyemeyiz yazarken: Rémy de Gourmont ve Léauta­ud üzerinde asıl etkiyi yarat­mış iki yazardı — selâmlamak­tan geri durmamıştır onları. Burada ilginç olan, kendisine asıl ‘rol modeli’ olabilecek Ala­in’i, “propos”ların yazarını geç keşfini Ataç’ın da neredeyse şaşkınlıkla karşılaması.

Besbelli, Alain’i okumaz­dan önce kafasında olumsuz bir önyargı taşıyormuş. Gün­ce’deki ilk çıkmalarında bu­nun izleri hemen farkedilebi­liyor. Okumayı sürdürdükçe önce sarmış Alain’in “pro­pos”ları; sonra, hemen sonra, büyük beğeniyle sözetmeye başlamış onlardan, sonunda yukarıda aktardığım paragrafa gelmiş çatmış.

Gene de, Ataç’ın Alain’i yeterince tanımaya vakti kal­madığını biliyoruz. Pléiade dizisindeki ilk seçmeler cildi şüphesiz “propos”ların mahi­yeti hakkında yeterince fikir sahibi olmayı sağlayabilecek bir toplamdı; ne ki, buzdağının görünen küçük kesitiydi: Alain 3.083 “propos” yazmıştı!

Öte yandan, “propos”lar Alain’in yapıtının belki en öz­gün cephesini oluşturuyordu ama, yapıtın önemli bir cephe­si de “dizgeye dayanan” felsefî kurgusu öne çıkan kitaplarına bağlıydı: Ataç onları duymuş olsa bile görememişti(r). Gör­se, tanışsa, ne denli ilgilene­cekti ayrı konu, bana kalırsa “propos”lara odaklanmayı sür­dürecekti.

Savlarına tepki duyan
Şair, yazar ve eleştirmen Nurullah Ataç, 59 sene önce 59 yaşında yine bir Mayıs ayında vefat etmişti.

Kavrama dönersek, Ataç bir karşılık bulmakta haklı olarak zorlanmıştır: “Türkçe­de ne demeli propos’ya? Bula­mıyorum şimdi. “Fıkra”, “soh­bet”, “söyleşi… Hepsi de eksik geliyor bana. Doğrusu, Fran­sızcada da bulamazsınız başka bir söz, onun için ne olduğu­nu iyice tanımlayamazsınız. Niçin? Bir başkalığı, kendine vergi bir büyüsü mü var o pro­pos tilciğinin? Alain kattı ona o büyüyü, başka bir dilde kolay kolay belirtilmez anlamı. Çok kimselerin propos’ları olabilir, vardır, onlar için “şunun de­dikleri”, “bunun konuşmaları” dersiniz, olur biter… Yeni bir tür yaratmış Alain”.

“Propos”, gündelik konuş­ma dilinin yaygın kullanım­daki bir sözcüğüdür gerçek­ten de. Alain’in ona yüklediği özelliği bir tek seçmiş olma­sına bağlayabiliriz: Bir yazı türü değildi yarattığı, Ataç’a katılmıyorum, kişisel bir ka­lıp kurmuştu, kıpkısa ve öz­lü bir deneme kalıbı, sıradan bir sözü yakıştırmıştı ona, üç bin kez tekrarlandığında ken­disine ait olduğu izlenimini peydahlamıştı. Yoksa, Ataç’ın fıkra-sohbet-söyleşi önerile­rinden biriyle karşılanabilirdi pekâlâ “propos”, ele avuca sığ­maz bir nitem sayılmazdı.

Ataç’ın yazılarının çoğu da “propos”dur! Dilimiz alışmış, kolayımıza gelmiş, “deneme” diyoruz tümüne. Prospero ile Caliban’dakiler “deneme”dir şüphesiz, birçok yazısı sohbet­le söyleşi arası bir kıvamda, yazı diliyle konuşma dili arası salınımda değil midir?

Bana öyle geliyor ki, Alain’i geç keşfeden Ataç, onda bir ikizini değilse bile bir karde­şini bulmuştu — şaşkınlığının, hayıflanmasının asıl nedeni­ni burada aramalıyız. Oysa kendisini ikizinden kanımca olumlu anlamda ayıran ana özelliği ortadaydı: Alain nere­sinden bakılsa uzlaşmacı bi­riydi, buna karşılık Ataç radi­kal ve devrimciydi.

Ataç 1952’de şöyle yazmıştı: “Dil devrimine saldırmaları boşuna değil… Siz hele ‘nûr-ı aynim’ demeğe başlayın, kadına gene maşlahı, çarşafı giydirirsiniz. Yüzü açık sevgiliye ‘nûr-ı aynim’ denmez ki!..”. Bu satırları benim doğduğum yıl yazmış Ataç. Şimdi karşı-devrimlerin dönemi. Dile, düşünceye, topluma, hayata aşırılıkla bakmaya dönmeli.

İkidebir dönüyorum Nu­rullah Ataç’a; yıllar geçtik­çe sevgim ve saygım artıyor o huysuz, tekinsiz -izleni­mi doğuran- adama. Yaşıyor, bu sözlerimi okuyor olsaydı, büyük olasılıkla bir ucundan başlayarak yüklenirdi bana; birşey değiştirmezdi duydu­ğum sevgide saygıda, söyleye­cekleri.

Yılların, geçen yılların es­kittiği bir dolu özellik buluna­bilir Ataç’ın yazdıklarında, ta­vır ve düşüncelerinde; birin­de hiç eskime olmamış bana kalırsa: Yenilik tutkusu. Gene de, sevgimin saygımın zaman­la dozunu yükselten temel et­men, onun aşırılığı. Sanırım, yaşım ilerlerken çoğunu tör­püleme yanlışına düştüğüm aşırılıklarım, çoğunu ehlîleş­tirdiğim yabansılıklarımı yü­züme okkalı şamarlar halinde geri çeviriyor Ataç, önemli bir bozgunumu yüzüme vuruyor.

Savlarına tepki duyan

Yeniden, peşpeşe, birkaç kitabını okudum bu aralar. Söyleşiler’in 1942-1953 ara­sı yazılıp biraraya getirilmiş denemelerini kitap çatısına oturtan gerçi kendisi değildi, ama iyi kotarılmış o toplamın belirgin bir ekseni olduğu tar­tışılmaz: Öztürkçe savaşı.

Kitabın sunumunu üst­lenen Fahir İz, bana kalır­sa doğru konumluyor Ataç’ın duruşunu: “Özleştirmede aşı­rı gittiğinden yakınanlar oldu. Evet aşırı idi. Bile bile aşırı idi. Her akımın bir aşırı ucu olur. Bu uç akımı diri tutmak için ileri atılan akıncıları bay­rağı altında toplar. Öztürk­çeyi genç yazarlar arasında yayan, onlara sevdiren Ataç, Ulus’taki bir yazısında, bunu bir amaç için yaptığını, yoksa yabancı kökten gelen bütün sözcüklerin Türkçeden atıla­mayacağını çok iyi bildiğini yazmıştır. Ataç’ın bu öztürk­çeciliğiyle alay edenler oldu, bugün de oluyor”. Bu satır­lar 1954’ten. 2016’da alay bile edilmiyor, Ataç’ın geçmişteki aşırı çabalarını yeni kuşaklar tanımıyor.

Söyleşiler’i bugün okuya­cak gençler için alay konu­su edilebilecek birçok örnek çıkacaktır: Taplamak, yoluğ, dörütmen, ılgımlamak, be­diz, nen… ekşilerin mavraları için define sandığından öyle­sine seçtiğim madde başlık­ları. Gelgelelim, bu önerile­ri tutmadıkları için sarakaya almakta herhangi bir güçlük çekmeyecek aklıevveller, do­ğal olarak, yazarken kullan­dıkları tepki, sav, ürün, kar­şıt, beğeni, yapıt, giz — gibi sözcükleri Ataç’ın dolaşıma soktuğundan habersiz, gülünç duruma düşeceklerdir.

Ataç, 1946 yılına dek “ke­lime”ye bir karşılık önerme­miştir. İlk hamle 1947 ortası gelir: “Yazılarımı hep türk­çe kelecilerle (kelimelerle) yazmak isteyişime kızanlar, omuz silkip gülenler çok ya, ara sıra bir iki tatlı sözle gön­lümü alanlar, beni yüreklen­direnler de oluyor”.

Sorgulamayı aklından ge­çirmeden karşı çıkmayı yeğ­leyenlerin gözünde bin yıllık (?) kelimenin yerine “keleci”­yi icât etme çabası düpedüz oyun bozanlık kapsamına gir­mekteydi. Gelgelelim, Ataç’ın burada yaptığı kelimenin ye­rine kelime icat etmek değil­di; “kelime”yi önceleyen “ke­lici”yi öneri olarak deniyor, sunuyordu: Türk Dil Kuru­mu’nun ilk cildi 1943 yılında yayımlanan Tanıklarıyla Ta­rama Sözlüğü’nün ilk cildinin kapağında “Türkiye Türkçe­sinin Tarihi Sözlüğü Hazır­lıklarından” ve “XIII. Asırdan Günümüze Kadar Kitaplar­dan Toplanmış” ibareleri ye­ralmıştı ve sözlüğün 441-442. Sayfalarında “keleci”, söz ve lâkırdı anlamında, Yunus Em­re’den (“Asıl mani budur söz, keleci çok”), Dede Korkut ki­tabından, Kelile ve Dimne’den, Kısasal Enbiya’dan örnek alıntılarla yeralmıştı.

Tarama ve Söz Derleme sözlükleri çok değerli çalış­malardır. Ataç, bir parçası ol­duğu kurumun etkinliklerini yakından izliyor, sonuçları sı­cağı sıcağına görüyor, yazı­larını yazarken yeni bir dilin olanaklarını genişletmeyi he­defliyordu. Saplantılı olma­nın uzağındaydı: “Keleci”yi önerdikten tamıtamına yedi ay sonra konuya döner: “Şim­diye dek kelime yerine keleci diyordum, pek de beğenmi­yordum; çünkü keleci, kelime değil, söz demektir; bundan böyle tilcik, belki de tilci di­yeceğim. Til, dil lûgât demek­tir, tilcik, tilci de ‘küçük til’ demek olur”.

Savlarına tepki duyan
Nurullah Ataç’ın gençlik yıllarından (sol altta) ve son dönemlerinden iki portresi…

“Nedir bu?”, diyenleri du­yar gibiyim: “Deney tahtası mı dil, neden üzerinde anlaş­ma sağlanmış ögelerle oyna­şılsın ki?”. Bu tepkiyi verenler fert yerine birey, ferdiyet ye­rine bireycilik geçti diye öfke saçıyorlar mı bugün? Ataç o adımı 1948’de atmıştı, attı­ğında kaç kişi değişime hazır­dı sorusu tartılmalı. “Medeni” yerine “uygar”, “fazilet” yeri­ne “erdem” belki de bütün ku­lakları tırmalamaktaydı.

Sonuçta “kelime”nin ne keleci, ne tilcik karşılığı ola­bildi. Melih Cevdet Anday’ın öne sürdüğü “sözcük” eniko­nu yaygınlık kazansa da, “ke­lime” yerini korumayı sür­dürdü. Bugün bir “özleştirme akımı”nın varlığından söze­demeyiz. Buna karşılık, kaza­nımlarını hiçesaymak ancak tutuculukla açıklanabilir, ka­nısını taşıyorum. Şüphesiz, arı dil sevdasının tehlikeli su­lara çağıran bir boyutu oldu­ğu doğrudur; ama, ters yönde bir korumacılık eğilimi daha az tehlikeli sayılmamalıdır. Ataç, dil devriminin bütün öteki devrimleri içerdiği dü­şüncesindeydi. Söyleşiler’de yer alan ve ilk kez 1952’de Ulus gazetesinde yayımla­nan yazısında apaçık söyler bunu: “Dil devrimine saldır­maları boşuna değil: Eski dili getirebilirlerse eski düşünce­leri, duyguları, görüşleri, es­ki töreleri de gene getirebile­ceklerini umuyorlar. Siz hele “nûr-i aynim” demeğe başla­yın, kadına gene maşlahı, çar­şafı giydirirsiniz. Yüzü açık sevgiliye “nûr-i aynim” den­mez ki! Bir deneyin, bakın siz de gülmüyor musunuz?”.

Bu satırları benim doğdu­ğum yıl yazmış Ataç. Şimdi karşı-devrimlerin dönemi. Di­le, düşünceye, topluma, hayata aşırılıkla bakmaya dönmeli.