İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yakın zamanda restorasyona aldığı Bukoleon Sarayı, aslında Bizans İmparatorluğu’nun neredeyse bir şehir boyutlarındaki Büyük Saray’ının ek bölümüydü. Saray 11. yüzyıla dek kullanılmış; 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet’e harabesi kalmıştı. Sultanahmet Meydanı’ndan denize kadar, yerin bazen üzerinden bazen altından Bizans’ın en görkemli yapısı…
İstanbul’un geçmişi çok katmanlı… Bizans’tan Osmanlı İmparatorluğu’na, oradan cumhuriyete uzanan, birbirinin üzerine bina edilen, kucaklaşıp karışan bu tarihsel izleri görmek, şehri gezmenin en heyecan verici taraflarından. Doğu Roma İmparatorluğu’nun Byzantion’u başkent olarak benimsedikten sonra kurduğu İmparatorluk Sarayı’nın izlerini sürmek de böyle bir deneyim. İran’dan Mezopotamya’ya, Akdeniz coğrafyasının bütün kültürleriyle ilişki içindeki bu saray, dörtbir yandan gelen eserlerle süslenmiş; pek çok mimari üslup burada en parlak örneklerini vermiş.
Bizans imparatorlarının 4.-11. yüzyıllar arasında kullandıkları Büyük Saray (Palatium magnum) adlı saray kompleksi, sürekli yeni eklemelerle büyütülmüş olduğundan adeta şehir içinde bir şehir haline gelmiş. Düşünün; bugünkü Sultanahmet Camii’nin bulunduğu yerden doğu ve güney tarafında Marmara kıyısına kadar uzanan 100 bin m2’lik bir alandan bahsediyoruz. Kuzeybatı tarafında şimdiki Sultanahmet parkının yerinde olan Hippodrom ile Septimus Severus zamanında yapılan Zeuksippos hamamlarına, kuzeydoğuda ise Ayasofya’nın önünde uzanan Augousteon meydanı ile Senato’ya komşu, etrafı duvarlarla çevrili bu koca saraydan bugüne pek az kalıntı kalmış. Sahil yoluyla, kalıntılarının denizle ilişkisi de kesilmiş. Artık burası bir hayal sarayı…
11. yüzyıldan itibaren yapının önemini kaybettiğini biliyoruz. Ancak önemi azalsa da yine de 1204’te İstanbul’u ele geçiren Latin şövalyeleri burada toplanmış; 1261’de şehri geri alan 8. Mikhael de Blakhernai Sarayı’nın tamiri bitinceye dek burada oturmuş. Bizans Devleti’nin son 1.5 yüzyılında ise Büyük Saray artık tamamen harabe haline gelmiş. 1453’te İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in bu perişanlık karşısında“Kayser’in kasrında örümcek perdedarlık ediyor/ Efrasiyab’ın sarayında da baykuş nevbet çalıyor”dediği söyleniyor.
Yıllar içinde araziye Meclis-i Mebusan binası, Sultanahmet Cezaevi gibi pek çok bina yapılmış. Şehrin büyük talihsizliklerinden 1912 İshak Paşa yangını ise Büyük Saray’ın talihi olmuş. 900’e yakın binanın küle dönmesiyle Bizans dönemine ait hayaletler ortaya çıkmış. Bölgenin arkeolojik park haline getirilmesi düşünülse de bu iddialı proje rafa kaldırılmış.
Bugünlerde kompleksin güneybatı tarafındaki Bukoleon Sarayı’nın İBB Kültür Varlıkları Daire Başkanlığı tarafından restore edilmesiyle uzun yıllardır görülmeyen sütunlar açığa çıkıyor. Üstelik İBB Miras, restorasyon sahalarını ziyarete de açtı. Gezerken sarayın hikayesini ve görmeden geçilmeyecek hatıralarını bir de bizden dinleyin…
AYASOFYA’YA BAĞLI MOZAİK MÜZESİ
Bizans’ın gündelik hayatından sahneler
Sarayın Hippodrom ve Ayasofya’dan başlayarak bir yamaç boyunca denize doğru uzandığından bahsetmiştik. Dolayısıyla tek planlı Avrupa saraylarından farklı olarak teraslarla düzenlenmiş, bahçeler içinde pek çok saray haline inşa edilmiş bu yamaç sarayını gözümüzde canlandırmak için geziye Sultanahmet Meydanı’ndan başlamak gerek. Sultanahmet Camii’nin külliyesinin olduğu yerde, içinde bir kabul ve istirahat salonu olan Kathisma Sarayı’nın bulunduğu düşünülüyor; ama bu saraya ait herhangi bir iz henüz bulunamadı. Hemen arkasında ise 1930’larda nereye ait olduğu bilinmeyen bir avlunun mozaikleri ortaya çıktı. Burası bugün kurumsal varlığını devam ettiren Ayasofya Müzesi’ne bağlı Mozaik Müzesi olarak kullanılıyor.
17. yüzyıl arastasının (Sultanahmet Çarşısı) yaklaşık 5 metre altında bulunan, geçmişte Büyük Saray’ın revaklı avlusu olarak kullanıldığı düşünülen bu alandaki mozaikler, hiç tartışmasız Roma ve Bizans sanatının Türkiye’deki en önemli örnekleri arasında. Çarşının içinden 6. yüzyıla açılan bu katmandan kendini gösteren mozaikleri, benzeri olmadığı için tarihlendirmek oldukça zor. Son tartışmalar 6. yüzyılda yapıldıklarını gösteriyor. Yabani hayvanları ne kadar canlı ve gerçekçi bir şekilde tasvir ettiklerine bakılarak, Afrika’da bulunmuş sanatçılar tarafından yapılmış olabilecekleri düşünülüyor. Her biri imparatorluktaki din dışı, gündelik hayatı canlı bir şekilde tasvir etmesi bakımından eşsiz, fakat içlerinden bazılarını görmeden geçmemek gerek.
İlki hiç şüphesiz, saçı sakalı yosunlara, yapraklara karışmış, Okyanus Tanrısı Okeanos olduğu düşünülen erkek yüzü… İstanbul, okyanusa pek uzak, ama lazım olursa bir Okyanus tanrısının sureti var yani şehirde. Diğeri ise Doğu halılarını andıran bir bordür dizisi içinde resmedilmiş sarışın bir başka erkeğin portresi. Bu kuzeyli adamın 4. ve 5. yüzyıllardan itibaren sarayda muhafız olarak görev yapan önemli mevkideki bir Viking’i tasvir ettiği düşünülse de kim olduğunu teşhis etmek mümkün değil. Ayrıca hamle yapmak üzere kanatlı aslanların, sepetle tavşan yakalamaya çalışan, kaz güden, elindeki tekerle oynayan çocukların, ayılarla güreşen bir erkeğin, üzerindeki adamı sırtından atan katırların tasvirleri arasında kaybolabilirsiniz.
MERDİVEN KULESİ
Yer üstünde kalan nadir kalıntılardan
Büyüksaray kompleksinin toprağın üzerinde kalan nadir kalıntılarından biri, en doğudaki terasın üzerinde bulunan Merdiven Kulesi. İki teras arasındaki bağlantıyı sağlayan bu tuğla hatıllı taş yapının içinde eskiden bir merdiven ya da rampa olduğu görülüyor. İçindeki tüm mekanları tonozlu bu kalıntının, büyük bir tören mekanına sahip Magnaura Sarayı’nın parçası olduğu düşünülüyor. 1. Konstantinos zamanında yapıldığı tahmin edilen Magnaura’nın içinde, 6 basamakla çıkılan bir taht varmış. Yabancı elçiler burada kabul edilir, tören esnasında gizli mekanizmalar sayesinde taht tavana dek yükselirken tahtın iki yanındaki altın kaplama aslan heykelleri kükrermiş. Yakın zamana dek şahıs malı olan Kule, artık restore edilmek üzere İBB tarafından satın alındı. Kalıntılar, Akbıyık Sokak’tan görülebilir.
KHALKİ KAPISI
Saray’ın ana girişi, bugün otelin içinde
Büyük Saray’ın ana girişi Khalki (bakır) kapısı, bugün Four Seasons Oteli’nin içinde bulunuyor. Türk devri boyunca 19. yüzyıla dek Arslanhane ve Nakkaşhane olarak kullanılan eski kiliseye de bu kapıdan giriliyormuş. Adını vaktiyle damının yaldızlı bakır levhalarla kaplı olmasından alan kapı ve arkasındaki saray, 1. Konstantinos tarafından yaptırılmış; 532 yangınından sonraysa Iustinianos tarafından yeni bir plana göre tekrar inşa ettirilmiş. Saray, adeta bir müze gibi heykeller ve mozaiklerle süslenmiş. Kapının üstünde ise bir Hz. İsa ikonası varmış. Kapı, 1803’te bir yangında yanıp tahrip olmuş.
MAGNAURA’NIN YERALTINDAKİ İZLERİ
Halıcıdan girip, saraydan çıkmak
Sarayın yerin üzerindeki parçaları kadar, yeraltındaki kısımları da ilginç. Bunlardan bir tanesi de Four Seasons Otel’in arka kapısının açıldığı Kutlugün Sokak No: 33’te bulunan Başdoğan Halıcılık’ın altında. Dükkanın sahibi Mehmet Başdoğan, yıllar önce halı mağazası yapmak üzere aldığı binanın bahçesinde temizlik yaparken yeraltındaki geniş odalara açılan eski bir demir kapı görür. İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne bağlı uzmanlar buraya gelip inceleme yaptığında, bir sürpriz ortaya çıkar. Yeraltı galerileri, Magnaura Sarayı’na aittir. Yapılan kazılarla kamyonlar dolusu toprak, moloz ve çöp boşaltıldıktan sonra halıcının altı ışıklandırılarak ziyarete açılır. Zaman zaman sergilerin düzenlendiği Başdoğan Halıcılık’tan sonra hemen aşağısında, eski Terzioğlu Halıcılık’ın altındaki döşeme mozaiği kalıntısını ve Bizans ayazmasını; ardından ise Nakkaş Halıcılık’ın altındaki Nakilbend Sokağı Sarnıcı’nı ziyaret edebilirsiniz.
BUKOLEON SARAYI
Her gün yeni bir parçası ortaya çıkıyor
2. Theodosios zamanında (408-450) yapılan ve birçok yapıdan oluşan Bukoleon Sarayı, doğu ve güney tarafında denize kadar dayanan Büyük Saray’ın güneybatı tarafında; günümüzdeki Cankurtaran ve Sultanahmet mahallelerinin hemen hemen tamamına yayılıyordu. Cankurtaran Spor Kulübü’nden rica ederseniz, kalıntılarını görebiliyorsunuz. Oradan çıkıp Kennedy Caddesi’ne indiğinizde de kalıntıların devamını takip edebilirsiniz.
13. yüzyılda Latinlerin burayı kullandığı, bir ihtimal Büyük Saray’dan o döneme kalan tek oturulabilir yapının da Bukoleon Sarayı olduğu düşünülüyor. Saray, adını imparatorların saraya deniz yoluyla geldiği limanın rıhtımında duran ve boğayı parçalayan aslan heykelinden almış; bu heykel 16. yy’da yerinden oynayarak denize düşmüştü; fakat iskelenin kalıntıları ve kemerli muhteşem bir kalıntı duruyor. Bu kalıntılar, İBB tarafından restorasyona alındı. Alanın denize yakın kenarındaki kesinti üzerinden 1870’lerde bir demiryolu geçirilmiş; 1911-12’de demiryolu çift hat haline getirilirken kalıntıların bir kısmı tahribata uğramıştı. 18. yüzyılda yapılan resimlerinde, sarayın cephesinin orta kısımlarında konsollara oturtulmuş üç bölümlü bir çıkma da görülüyor. Evvelce bu çıkmanın iki yanında bulunan aslan heykelleri, demiryolu yapılırken alınıp İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne taşınmış.
Adı sokakta kalan fener
Bizans döneminde haberleşmede kullanılan fener kulesi, Toroslar üzerinden Bizans ülkesine yaklaşan saldırıların haberini birkaç gün içerisinde bir kuleden diğer kuleye taşıyarak, kent ahalisine önden hazırlık yapma fırsatı tanıyordu. Osmanlı döneminde aynı fener, Boğaz’ın girişini göstermek için kullanıldı. Bugün fener yok, kaidesi ve onu taşıyan Bizans kulesi var. Adı ise Fenerli Sokak’ta yaşıyor.