Bundan tam 100 yıl önce, Osmanlı Devleti’nin 10 Ağustos 1920’de
Ahmet Kuyaş
imzaladığı Sèvres Antlaşması, Türkiye’yi ölçüsüz bir biçimde
cezalandırıyor, ülkeyi fiilen parçalıyordu. Peki İstanbul’daki iktidar
Sèvres’i, böylesine korkunç koşullar içeren bir antlaşmayı nasıl kabul
edebilmişti? Üç sene sonra Lausanne Antlaşması’yla hükümsüz kalacak
olan Sèvres’in perde arkasında, öncesinde ve sonrasında yaşananlar…
Lausanne Antlaşması’nın (24 Temmuz 1923) ek protokollerinden biri de genel af ilanıdır. İmzacı taraflar, Dünya Savaşı’nın başlangıcından TBMM Hükümeti’nin Lausanne’daki görüşmelere davet edilmesine kadar geçen döneme ilişkin bütün suçları affettiklerini kabul etmişlerdir. Ancak Ankara, suçlu gördüğü bazı kişileri affetmeye yanaşmaz ve 500 kişilik bir grubun af kapsamı dışında tutulmasını ister. Pazarlık konusu olan bu rakam 150’ye iner ve Ankara Hükümeti’nin kendisine karşı açıkça cephe almış kişilerden 150’sini sınır dışı etmesine yeşil ışık yakılır. Böylece, hazırlanan listeye bir kişinin adı yanlışlıkla iki kere yazıldığı için, 149 kişi sürgüne giderler.
Sürgüne gönderilenler arasında birçok isyancı, Millî Mücadele’ye muhalefet eden gazeteci ve bazı Ankara karşıtı devlet memurları bulunur. Grubun ilginç bir de özelliği vardır: TBMM’nin temel ilkesi hakimiyet-i milliyye yani ulusal egemenlik kavramına açıkça karşı çıkmış olan İstanbul hükümetlerinin başbakanları ve bakanlarının hepsinin adları sürgüne gidecekler listesine alınmamıştır. Buna karşılık bu ay üzerinden tam 100 yıl geçmiş olacak olan Sèvres Antlaşması’nı Türkiye adına imza etmiş olanlar sürgüne gönderilmiştir. Kanımızca 150’liklerin bu özelliği, bize Ankara Hükümeti’nin duyarlılıkları hakkında çok şey öğretiyor. En azından TBMM’nin siyasal görüş farklılıklarını, bu farklılıklar ne kadar temel bir ilkesel düzeyde olursa olsun, ihanet olarak görmediğini; ancak dış dünyayla ilişkilerde ülke çıkarlarını doğru dürüst savun(a)mamayı affedilemez kabul ettiğini gösteriyor.
Sèvres Antlaşması (10 Ağustos 1920), tarihimizin en sevimsiz dönemeçlerinden biridir hiç kuşkusuz. Okurlarımız neredeyse okuma-yazma öğrenmeleriyle birlikte ne anlama geldiğini, hangi maddeleri içerdiğini duydukları için, bu antlaşmanın kendisi hakkında zaten bildikleri şeyleri tekrar edecek değiliz. Ancak, aşırı milliyetçiliğin ve yabancı düşmanlığının son yıllarda ortalığı kaplaması nedeniyle; sözkonusu antlaşmayı birtakım Batılıların veya Hıristiyanların özellikle Doğululara, Müslümanlara ya da Türklere reva gördükleri bir haksızlık veya gaddarlık olarak görmememiz gerektiğini hatırlamakta da yarar var. Gerçi o sıralarda birçok Amerikalı, Britanyalı, Fransız ya da İtalyanın Türklere gayet önyargılı bir biçimde baktıkları doğrudur. Ancak 1919 ve 1920’de yapılan diğer dört antlaşmaya, yani Versailles (Almanya ile), Saint-Germain (Avusturya ile), Trianon (Bulgaristan ile) ve Neuilly (Macaristan ile) Antlaşmaları’na atacağımız yüzeysel bir bakış bile, haksızlık derecesinde bir sertliğe uğrayanın bir tek Türkiye olmadığını gösterir.
Galiplerin bu ölçüsüz cezalandırma arzularının arkasındaki nedene Mondros Bırakışması’na ilişkin yazımızda değinmiştik (bkz. #tarih, sayı 54). Peki İstanbul’daki iktidar Sèvres’i, böylesine korkunç koşullar içeren bir antlaşmayı nasıl kabul edebilmiştir?
Beşinci ve son “Damat” Mehmet Ferit Paşa Hükümeti’nin Sèvres Antlaşması’nı imzalama öyküsünü 1919 yazından başlatmamız gerekir. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, 1919’un Haziran ayında, Osmanlı görüşünü sunmak üzere Paris’teki barış görüşmelerine bir heyet göndermişti. Bu heyete Sadrazam ve Hariciye Nazırı Ferit Paşa başkanlık ediyordu. Heyetin diğer iki üyesi ise o günlerde alelacele hükümete Şûrâ-yı Devlet Başkanı olarak alınan Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Bey ve Maliye Nazırı Mehmet Tevfik (Biren) Bey’di. Paris Büyükelçiliği Sekreteri Reşat Halis Bey ile eski sadrazam ve dışişleri bakanlarından Ahmet Tevfik Paşa da bu heyete danışman olarak Paris’te bulunacaklardı.
Yani 14 ay sonra Sèvres Antlaşması’nı imzalayacak olan üç kişiden ikisi, Haziran 1919’da meşhur “Onlar Meclisi” karşısında Osmanlı barış teklifini sunup savunacaklar arasındaydı. Ancak süreç böyle gelişmedi. Ferit Paşa, Rıza Tevfik’e göre İstanbul’la Marsilya arasındaki vapur yolculuğunda kendi yazdığı bir metni okumakla yetindi. Tevfik Paşa’nın söylediklerine bakacak olursak, kötü bir Fransızcayla yazılmış olan metin ahmakça önerilerde bulunuyordu. Sabrının taştığı anlaşılan Fransa Başbakanı Georges Clémenceau, Türk delegasyonunun hazırlanmış olan büfeye gitmesini, metni kendi aralarında tartışacaklarını söyledi.
1 hafta kadar sonra Nafıa Nazırı Ahmet Ferit (Tek) Bey’in hazırladığı ve Osmanlı Hükümeti’nce benimsenmiş olan, ama Ferit Paşa’nın üzerinde kendi başına bazı değişiklikler yaptığı da anlaşılan bir andıç “Onlar Meclisi”ne teslim edildi. Amerikalı araştırmacı Paul C. Helmreich’e göre ABD Başkanı Wilson, andıcı “hiç bu kadar aptalca bir şey görmemiştim” sözleriyle yorumlamış, Britanya Başbakanı Lloyd George ise Osmanlı delegasyonu ve andıçları konusunda “şaka gibi” demekle yetinmiştir. Osmanlı delegasyonu kısa bir süre sonra küçültücü bir biçimde ülkelerine dönmeye davet edilecekti.
Burada bir an durup, Tevfik Paşa’nın “ahmak”, savaş sonrasının ilk başbakanı Ahmet İzzet Paşa’nın ise “meczup” olarak niteledikleri; Rıza Tevfik Bey’in de uluslararası politikadan hiç anlamadığını söylediği Ferit Paşa’nın Sultan 4. Mehmet Vahdettin tarafından tam beş kez başbakanlığa getirilmiş olmasını irdelememiz gerekir. Daha önce Şura-yı Devlet üyeliğinden başka önemli hiçbir görev yapmamış yani Bakan bile olmamış olan Ferit Paşa’nın siyaset sahnesine çıkışı, 1911’de Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nı kurmasıyla başlamıştı. Hanedan damadı olmasına karşın partinin başkanı olmakta da direnmiş, bu görevden uzun ısrarlar sonrasında ayrılmıştır.
Ferit Paşa’nın bu dönemde ortaya çıkan en önemli özelliği, amansız bir İttihat ve Terakki Cemiyeti düşmanı olmasıydı ve bu özelliğiyle kayınbiraderi Sultan Vahdettin’le tam bir uyum içindeydi. Gerçi savaş sonrasında ardarda başbakanlığa gelen İzzet ve Tevfik Paşalar da İttihat ve Terakki’ye hiç sempatisi olmayan kişilerdi; ama padişahın bazı görüşlerine katılmadıkları gibi, Anayasa’yı hiçe sayarak kimlerin Bakan olacağına karışmasından da rahatsızlık duymuşlardı. Dolayısıyla, Sultan Vahdettin’in 4 Mart 1919’da Ferit Paşa’yı başbakan atamasının en önemli nedeni, devleti perde arkasından yöneten kişi olmasına ses çıkarmayacak ve o ne derse yapacak tek kişinin Ferit Paşa olmasıdır.
Padişahın politikasına gelince… Gayet basit bir amaç güdüyordu: Ulusal egemenlik rejimine son vermek ve bunu gerçekleştirebilmek için de İttihat ve Terakki’yi yoketmek. Ancak Sultan Vahdettin, İttihatçıları ezecek gücü olmadığı için, bunu İtilâf Devletleri’nin, özellikle de Büyük Britanya’nın yapmasını bekliyordu. Bu yüzden hemen Mondros Bırakışması’ndan sonra savaşın galiplerinin suyuna giden bir politika izlemiş, eniştesi Ferit Paşa da bu yönde davranarak İzmir’in Yunanistan tarafından işgal edilmesine bile ciddi bir tepki vermemişti.
Tabii bu politika sonuç olarak hiçbir işe yaramadı; hatta monarşinin sonunu getirdi. Ancak enişte-kayınbirader ikilisi 1919-1920 aşamasında Anadolu’da ulusal egemenliği yeniden sağlamak için çalışmaya koyulanların bu kadar başarılı olabileceklerini sanmıyorlardı. Ayrıca, bulundukları makamların gereği olan bilgi donanımından da yoksun bulundukları için; İtilâf Devletleri’nin Anadolu’daki direnişin belkemiğini oluşturan İttihatçıları tepelemek için büyük ordular seferber edebilecek durumda olmadıklarının da farkında değillerdi. Kaldı ki, bu zaafın farkında olsalardı bile İtilâf Devletleri’ne direnme yolunu seçemezlerdi; zira direniş, yaratacağı ulusçu hareketlenme sayesinde, gene İttihatçıları üstün konuma getirecekti. O durumda belki monarşi kurtulurdu ama, Meşrutiyet’e fiilen son vermiş olan Sultan Vahdettin’in tahtta kalma şansı hiç olmazdı.
Bu koşullar altında padişah ve sadrazam, barış antlaşmasını, ne kadar kötü olursa olsun, zaman ve belki biraz da popülerlik kazanabilmek için can simidi olarak gördüler. Böylece yakın tarihimizin en büyük komedilerinden biri olan 2. Saltanat Şurası, 22 Temmuz 1920’de toplandı. Gündem, 11 Mayıs’ta Paris’te Tevfik Paşa’ya teslim edilen Sèvres Antlaşması metninin onaylanması meselesiydi.
Daha Saltanat Şurası toplanmadan Damat Ferit Paşa ve hükümeti antlaşmanın çok ağır koşullar içerdiğini, ama ülkenin içsavaşa sürüklenmemesi ve halkın asilerin zulüm ve şerrinden korunması için kabul edilmesi gerektiğini söyleyerek, ağızlarındaki baklayı çıkarmış oldular. Bu “asiler”, birçoğu Mayıs ayında ölüm cezasına çarptırılmış olan Büyük Millet Meclisi üyeleri ve onları destekleyenlerdi tabii. Şura toplantısının sonunda barış antlaşmasının imzalanmasını isteyenler bu görüşlerini ayağa kalkarak bildireceklerdi. Oylamanın yapılmasından önce padişah salonu terketmek üzere ayağa kalktı. Saygı gösterisi olarak bütün katılımcılar da ayağa kalkınca, Damat Ferit Paşa imzalama kararının oybirliğiyle alındığına hükmederek Saltanat Şurası’na son verdi!
Osmanlı Devleti adına Sèvres Antlaşması’nı imzalayan üç kişiden ikisini iyi tanımıyoruz. Bu bakımdan da padişah ve/veya Damat Ferit Paşa’nın ısrarlarından başka bir neden ileri süremiyoruz bu sevimsiz görevi kabul etmeleri konusunda. Bunların birincisi ve baş delege olan Mehmet Hadi Paşa (1861-1932), Meclis-i Ayân üyesi, yaşlı bir askerdi. Saltanat Şurası’nda Ferit Paşa’nın çizgisinde bir konuşma yapmış olması nedeniyle, onun adamı olduğunu varsayabiliriz.
İkinci delege Rıza Tevfik Bey de (1869-1949) Meclis-i Ayân üyesiydi. Anılarında monarşist olmadığını söylemiş ve Damat Ferit Paşa hakkında gayet eleştirel sözler sarfetmiştir. Öte yandan, Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na “bizimkiler” diyecek kadar sadık olmasına karşın Ferit Paşa hükümetlerinde Bakanlık kabul etmemişti. Ancak anılarından görüldüğü kadarıyla iki Paris yolculuğuna da büyük bir hevesle gitmiştir. Bu tutumunu padişah ve sadrazamdan bağımsız olarak biraz fırsatçılığına, ama daha çok İttihat ve Terakki düşmanlığına bağlayabiliriz. Anlaşılan, “sopalı seçimler” sırasında dövülüp hastanelik edilmesini affedememişti.
Üçüncü delege, yukarıda gördüğümüz ve antlaşmanın imzalanması sırasında Bern Büyükelçisi olan Reşat Halis Bey (1883-1945) ise savaş sonrasında yükselen, herhangi bir özelliği olmayan bir diplomattı. 150’lik olarak sürgündeyken Sultan 2. Abdülhamit’in kızı Şadiye Sultan’la evlenmesi ve 1938’deki aftan yararlanmak istememesi monarşist olmasıyla açıklanabilir. Ayrıca Bern Büyükelçisi iken İsviçre’de bulunan İttihatçıların Türkiye’ye iade edilmesi için çalışmış olması, İttihatçı karşıtı olduğunu gösteriyor.
Üçünün de -Damat Ferit Paşa’yla birlikte- 150’lik olmakla aslında Lausanne Antlaşması’nın ek af protokolüne çok şey borçlu olduğunu söyleyebiliriz; zira Büyük Millet Meclisi, 19 Ağustos’ta aldığı bir kararla kendilerini vatan haini ilan etmiş, 7 Ekim’de ise gıyaplarında idam kararı çıkarmıştır.