Tarihe “milliyetçilik penceresi”nden bakanlar, etnik köken arayışlarını kimi zaman “Adem ve Havva’nın Kürt olarak yaratıldığı” noktasına kadar taşıyabiliyor. Oysa ki bilimsel olarak Anadolu’daki Türk veya Kürt varlığını, 10. yüzyıldan geriye götürmek mümkün görünmemekte.
Birkaç ay önce HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Kürtlerin Anadolu’daki tarihsel varlıkları ile ilgili ilginç bir açıklama yapmış, Sözcü gazetesi yazarlarından Soner Yalçın da bahse konu açıklama ile ilgili olarak köşesinde kendi görüşlerini belirtmişti. Demirtaş’ın, “Kürtler, binlerce yıldır bu toprakların gerçeğidir. 1071’de Alparslan Malazgirt’e gelmeden önce de Kürtler burada vardı. O zamanlar da Kürt beyliklerinden destek alınarak Anadolu’nun kapıları açıldı” söylemine, Soner Yalçın’ın, “Demirtaş bilmiyor… Amasya Oluz Höyük kazılarını duymamış” cümleleriyle verdiği yanıt, sistematik arkeolojik kazılar yapmakta olduğum Oluz Höyük’ü sözkonusu polemiğe dahil etmişti.
Gerçekte Anadolu Öntarihi, yani Tunç, Demir ve Pers dönemleri ile ilgili yerleşmeler içeren Oluz Höyük’te 2010’da açığa çıkmaya başlayan Ortaçağ Mezarlığı, Anadolu topraklarının Erken Türk Tarihi ile ilgili sakladığı çok önemli sırları öğrenmemizi sağlamıştır. 1000’li yılların başında oluşmaya başlayan Oluz Höyük mezarlığının en çarpıcı yönü, Türklerin Anadolu’daki bilinen en erken biyolojik kanıtlarına artık sahip olmamızdır. Oluz Höyük bulgularının Türkiye Türklerinin arkeolojisi ve tarihine yaptığı en önemli katkı ise, Oğuz göçlerinin bilinenin aksine 11. yüzyıl değil 10. yüzyılda, Malazgirt Savaşı’ndan yaklaşık 100 yıl önce başlamış olduğunu kanıtlamasıdır.
Bizim üzerinde durduğumuz nokta ise şüphesiz “kimin nereye daha önce geldiği” değildir. Kaldı ki 23. sayımızın kapağına taşıdığımız “Osmanlı Devleti Öncesi Beylikler Dönemi-Anadolu Rönesansı” dosyasında, resmî tarihte bu dönemi sadece “Türk Beylikleri” ifadesiyle tanımlayan ve hanedanı veya halkı Kürt olan beylikleri yoksayan anlayışı eleştirmiş ve bunların tarihî köken ve önemlerini de yansıtmıştık.
Hiçbir ulus ya da etnik grup bu dünyaya başka bir dünyadan gelmediğine göre, modern halkların tarihsel süreçler içinde izlenebilme şansı vardır. Bu doğrultuda dikkat edilmesi ve değerlendirilmesi gereken, modern dünya uluslarının uzak geçmişteki atalarıyla benzerlikleri ya da farklılıklarının doğru saptanabilmesidir. Bir başka deyişle, modern toplumların bugün kendilerine atfettikleri etnik kimlik ve bunların ifade edilişlerini tarihte birebir bulmayı ummak ve buradan hareketle “binlerce yıldır” sanki aynı “kan, ulus, millet” varmışcasına, tarihi sadece bugünden bakarak yeniden yazmak beyhude bir çabadır.
Akan zamanın içinde her şey gibi halklar, uluslar, aşiretler, toplumlar, etnik gruplar ve kavramlar da çok ama çok fazla değişmiş durumdadır. Bu değişimdeki en kritik olgu, toplumdışı evlilikler ve oluşan yeni kuşaklardır. Örneğin, Beyşehir yakınlarındaki Kubadabad Sarayı’nda açığa çıkarılmış Selçuklu dönemi çinileri üzerinde yer alan insan yüzleri, Orta Asya özellikleri taşımaktadır; yani bildiğimiz “ay yüzlü, badem gözlü” Türk tipidir. Elimizdeki bu sınırlı görsel bulgulardan anlaşıldığı üzere, Anadolu’nun öncü Türkleri çok büyük olasılıkla tam da bizim gibi değillerdi. Günümüz Türkiye Türklerinin fiziksel özellikleri bile, bin yıllık uzun sürecin başlarında Anadolu toplumunun Rumlaşmış (Bizanslı) yerli nüfusuyla yapılan evlilikler marifetiyle oluşmuştur diyebiliriz. Bu değişim rüzgarının Türkçe’yi de etkilemiş olduğunu unutmamak gerekiyor.
Bugüne değin çoğunlukla Türklerin Anadolu’ya geldiklerinde kaç kişi oldukları sorgulanmış, 10. ve 11. yüzyıllardaki yerli Anadolu nüfusu pek düşünülmemiştir. Büyük ölçüde kent dağılımı ve yoğunluğuna dayanan tahminler 8 ila 12 milyon arasında bir nüfusa işaret etmektedir. Özellikle Anadolu Selçuklu Devleti ile başlayan Türkleşme (Turkicization), bu büyük nüfusu kademeli bir biçimde bugünkü Türkiye Türklerinin bünyesine katmış olmalıdır.
Kürt ya da Kürd kelimesi ile Kürdistan coğrafi teriminin ise Ortaçağ’dan, 11. yüzyıldan erkene gitmediği bilinmektedir. Buna mukabil özellikle son 20 yıldır Kürdoloji uzmanlarının Kürt etnisite tarihini daha eskilere çekme gayretleri vardır. Bu süreçte Urartular, Medler, Kardukhlar ve Parthlar, Kürtlerin köken aradıkları Önasya uygarlıkları arasında başlıcaları olmuştur. Bütün bu gelişmelere karşın, Kürtler ile Kürtlerle aynı coğrafyada çok daha önce yaşamış bahse konu tarihsel krallıklar arasında arkeolojik temelde nasıl bir kültürel bağlantı olduğu sorusu ne yazık ki bir türlü yanıtlanamamaktadır. Arkeolojik temelde, yani kronolojik çerçevedeki maddi kültürde ortak özellikler yoksa, sözkonusu bağlantı yalnızca halef-selef ilişkisi olabilir; Bizans Anadolusuna Türklerin gelişi gibi. Zaten arkeolojik bulgu, kimliklendirmenin önündeki en büyük sorundur. Arkeoloji olmadan “çok daha rahat biçimde” tarih yazılabilmektedir.
Bahoz Şavata’nın Kürdlerin Dil-Din-Kültür-Sosyal-Siyasal Tarihi I-II (İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları, 2015) adlı kitabında Göbeklitepe’den başlayan Kürt tarihi Sumer, Akad, Asur, İsin, Babil, Elam, Guti, Lulubi, Kassit, Hurri, Subartu, Hatti, Luvi, Mitanni, Urartu, Frig, Kimmer, İskit, Med ve Part kültürleri ile MS 3-4. yüzyıllara değin getirilmiştir. Buradan yapılan çıkarsama, Adem ile Havva’nın bile Kürt olarak yaratıldığı anlayışına kadar uzanmaktadır (Bunda Göbeklitepe’nin Adem ile Havva’nın indirildiği yeryüzü cenneti olduğu rivayeti büyük bir etkendir). Önasya’nın en güçlü kültürlerine sahip bahse konu uygarlıklarını arkeolojik bulguları tartışmadan, sadece etnogenesis anlamında ve masa başında çözümleyen bu yaklaşımı, sadece Anadolu arkeolojisi ile uğraşan bizlerin değil, aklı başında hiç kimsenin bilimsel kabul etmesi mümkün değildir.
Günümüzde, şu ana kadar ortaya konan arkeolojik, tarihsel, bilimsel gerçekler, -ister Türk ister Kürt olsun- kendi geçmişlerine “milliyetçi pencere”den bakan insanlara, 10. yüzyılın gerisinde kendi kültürlerine ait pek fazla bir şey göstermemektedir.
Buna mukabil “Anadolu mirası” penceresinden baktığımızda ise, bin yıllık değil yaklaşık 13 bin yıllık mimariyi, 11 bin yıllık tarım ve hayvancılığı, 10 bin yıllık çanak-çömlek üretimini, 9 bin yıllık metal kullanımını, 4 bin yıllık yazı tarihini ve tüm bunları gerçekleştiren atalarımızın tarihsel mirasçıları, yani torunları olduğumuzu rahatlıkla görebiliriz.