Kasım
sayımız çıktı

Şiiri çalanın dili kesilmelidir edebiyatın fetvası böyledir

OSMANLILAR’DA İNTİHAL VE GÜNÜMÜZE UZANAN ETKİLERİ

İntihalin bir suç sayılması; sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş, matbaanın yaygınlaşması ve birey fikrinin olgunlaşması sonucu ancak 19. yüzyılda gerçekleşti. Önceki hikayeler, şiirler ve ilmi eserlerse bugüne nazaran daha fazla “kamu malı” sayılıyordu. Şeyh Galib, bizzat Mevlânâ’dan aldıklarını “çaldımsa da mîri malı (kamu malını) çaldım” diye savunmuştu!

Günümüzde edebiyat eserleri üzerinden tekrar gündeme gelen intihal (bir kimsenin başkasına ait bir şiir veya sözü kendisine nisbet etmesi-mâl etmesi- İslâm An­siklopedisi) tartışmaları zamana has nitelikte olsa da, tarihteki benzer suçlamaların politik temelleri ve metinlerin birbiriyle olan akrabalığı kadim olgulardır.

İntihal, güncel sözlüklerde “başkalarının yazılarından doğrudan veya değiştirerek bölümler alıp kendininmiş gibi gösterme” olarak tanımlanıyor. Muslihuddin Mustafa tarafından 1545’te yazılan Ahterî-yi Kebîr adlı Arapça-Türkçe sözlükte ise “gayrı şairlerin şiirin kendüye insâd ve intisâb etmek (dayan­dırıp sahiplenmek)” diye tanım­lanmış. Anlaşılacağı gibi tarihte intihal kavgaları daha çok şiir ve hayal (kurgu) alanında kopuyor; ilmî konuları ele alan eserler akıl sahiplerinin ortak malı olarak görülüyordu. Şairler faillere “düzd-i sühan” (söz hırsızı), fiile “sirkat/plagiare”, çalınana da “serika” demişler. Doğu’da İslâm öncesi Arap şiirinden itibaren mesele öyle çetrefilleşmiş ki aşırmanın alt dalları oluşmuş: “Nesh” (bütünüyle çalmak), “il­mam/selh” (kelimeleri değiştirip anlamı çalmak), “aks” (manayı değiştirip cümleyi çalmak), “mesh/kubhü’l-ahz” (kelimeleri değiştirmeye çalışırken berbat etmek)…

Şunlarsa intihal sayılmayıp hoş karşılanmış: “Hüsn-i ahz” (çalınanı geliştirmek), “nazi­re” (göndermeli bir benzerini yazmak), “tevârüd” (rastlantısal benzerlik), “iktibas” (alıntı) ve kalb (alay yollu alma, paro­di). Günümüzde “esinlenme”, “parodi” (alaycı taklit) ve “pastiş” de (övücü taklit) hoş karşılanan “yazınsal temaslar” arasında.

gundem_minyatur_1
— Koyu Yeşilli: Fettâh Ağam, bak bu şiirimi üç sene evvel yazmış idim, şimdi mîrî mal olmuş, doğruyu deyiver.
— Mavili: Vallahi üstâd, ben a bu Mustafa Beğ’den aldım.
— Açık Yeşilli: Vallahi ben de Hayrullah Beğ’den aldım.
— Kırmızılı: Ben de üstâd, malum, senden akça ile almış idim.
— Koyu Yeşilli: Eyü ol zaman akçasını vermeyenler, pamuk eller ceybe!
(Hikayede alimler bir kelimenin imlasını tartışıyor… Atâî, Hamse, res. İbrahim, 1728. TSMK, R. 816, s. 91a.)

İntihalin nerede başlayıp nerede bittiğini belirlemek özellikle matbaa öncesi dönemde bugünkünden güçtü: Elyazmala­rının nerede, kaç kopyası olduğu malum değildi; yazarlar aşırma yaptıkları eserin yegane nüsha­sına sahip olabilirdi. Matbaalar ve yayınevleri gibi sahiplik ve zamansal damgalama konusun­da belge üretecek kuruluşlar gelişmemişti (16. yüzyıl tarih­çisi Âlî gibi kendi kitabını vakfa bağışlayıp belgeleten uyanıklar nadiren çıkıyordu). Leyla ile Mecnun, Şirin ile Hüsrev, Yusuf ile Züleyhâ vb. öyküler defalarca farklı ellerle yazıldı; aynı sahne­ler farklı nakkaşların fırçasında can buldu.

Belki söylenecek yeni bir şey de yoktu! Emevî saray şairi Ahtal (öl. 710), “Biz şairler kuyumcu­lardan daha hırsızız” itirafında bulunuyordu. 1. yüzyılda Romalı şair Martialis, “şair taslağı” Fidentius’un kendisine ait şiirleri çaldığını yazarak ilk kanı döktü. 9. yüzyılda Medineli âlim Zübeyr b. Bekkâr, şair Küseyyir’in eh­libeytten ayrılan kimi isimleri eleştirmesinden hoşlanmayıp onu şiir hırsızlığıyla suçlayan bir risale kaleme aldı. Basralı âlim-şâir Asmâî (öl. 831), men­subu olduğu kabileyi eleştiren Ferezdak’ı intihalle itham etti. İntihal suçlaması artık politik sahaya inmişti.

Peygamberin sözlerinin aitlik sıhhatini araştıran hadis ilmi, İslâm tarihyazımına “bir kaynak gösterme hassasiyeti” kazandırmıştı. Bu nedenle olacak ki, Osmanlılar’ın 15. yüzyıl tarihçisi Âşıkpaşazâde Tevârîh-i Âl-i Osmân adlı ese­rine başlarken kitabın önemli kısmını -bugün bulunamayan- Yahşi Fakih Menâkıbnâmesi’n­den aktardığını açıklamıştı. “Sen o olayları görmedin ki nereden bilirsin?” diye eseri­ne bir soru düşerek, Timur’la ilgili bazı hadiseleri tanık Bursalı Koca Naib’den işittiğini kaydet­mişti. Takiben daha bütünlüklü bir Osmanlı tarihi yazan Neşrî ise kaynaklarını anmakta o denli titiz davranmamış; Âşıkpaşazâ­de’nin Koca Naib adlı kaynağını bile “ondan işitildi ki” diyerek ustaca çalmıştı (tarihçi Hakan Erdem, 2012’de Bilim Etiği Gü­nü’nde sunduğu bildirisinde bu durumu ayrıntılarıyla incele­miştir). Hezarfen Hüseyin Efendi ise (öl. 1691), Âlî’nin Fusûll-i Hall eserini neredeyse aynen alıp Tehlîsü’l-Beyân’ını düzmüştü (Rukiye Özdemir ve Süleyman Lokmacı tarafından 2020’de Kaf­kas Üniversitesi SBE Dergisi 25. sayıda karşılaştırmalı biçimde incelendi).

Meşâirü’ş-şuârâ yazarı Âşık Çelebi (öl. 1572) Osmanlı şairleri arasındaki kimi intihal vaka­larından haber vermiştir: Şair Zâtî, Bayezid Camii avlusundaki falcı dükkânına gidip gelen­lerin şiirlerini sahipleniyor, sağa sola şiir de satıyordu. Aynı esere göre Deli Birader (öl. 1535), Hayâlî Bey’i şiirlerini çalmakla suçlayıp şu dörtlüğü söylemişti: “Şiir okudı Hayâlî Beg pek pek / Didüm anın kulagına yap yap / Bu gazeller senün midür didi kim / Issı (sahibi) çıkmaz ise benümdür hep”.

gundem_minyatur_2
— Amanın medet!
— Koç: Selam! Cinânî’nin öyküsünden çıktım, onun aile dostu Atâî’nin Hamse’sindeki bu mükerrer hikayenin tasvirine girdim, âşıklara gizli yerde esna-yı cimalarında tosladım. Şimdi üç asırlık yolum var; Ömer Seyfeddin’in “Tos” nam hikayesine bir uğrayacağım, nasipse Beyoğlu’nda bir apartmana dalmak murâdım, Koyun Sarayı’na!”
(Koç, sevişen çifte çarpıp onları kadınlar meclisine düşürüyor. Atâî, Hamse, res. ?, 19. yy. Free Library, J. Frederick Lewis, T. 97, s. 195a.)

Benzer biçimde Şeyh Galib de (öl. 1799) Hüsn ü Aşk’ında Nâbî’yi intihalle suçlamış, ancak bizzat Mevlânâ’dan aldıklarını “çaldımsa da mîri malı (kamu malını) çaldım” diye savunmuş­tur! Şairlerin aşırmalarından yakınan Sünbülzâde Vehbî (öl. 1809), faillerin bir de bu işi söz sanatlarına yorarak sıyrılmaya çalıştıklarını ekler. Bir kadı da olduğundan, intihalciliğin hük­münü verir: “Sirkat-i şiir edene kat-i zeban lâzımdır / Böyledir şer-i belâgatta fetâvâ-yı sühan” (Şiiri çalanın dili kesilmelidir / Edebiyat kanununda sözün fetvası böyledir).

Nevizâde Atâî’nin 1634’te ta­mamladığı Zeyl-i Şekâik adlı eser­de ise bu defa hikaye türünde çarpıcı bir intihal vakası aktarılır. Hikaye düşkünü 3. Murad (1574-1595) meddahla­rın aynı kıssaları anlatıp dur­masından sıkılıp Bursalı şair Mustafa Cinânî’den duyul­madık hikayeler bulmasını ister. Cinânî, Arap Binbir Gece ve Fars Şehname etkisindeki hikaye repertuvarından çıkıp Bursa, İstanbul, Edirne, Trab­zon, Selanik ve Ankara gibi yakın imparatorluk toprakla­rını ve çağında geçen tanıklı olayları da kapsayan öyküler derler. 1591’de tamamlayıp Bedâyiü’l-Âsâr (Görülmemiş Eserler) adını verdiği kitabını padişaha sunmadan önce, cetvelinin hazırlanması için İstanbul’da bir tezhip ustasına teslim eder. Ancak saray med­dahı Derviş Eğlence, tezhipçi ile anlaşıp hikayeleri ele geçirir ve Cinânî’den kitabından önce Sultana hepsini anlatır. Cinânî kitabı sunduğunda, 3. Murad “bunlar bizim Derviş Eğlence’nin meselleri” diyerek ona iltifat etmez; bir kapı ağası eline birkaç altın tutuşturur sadece. Şair ne yapıp ettiyse, tezhipçinin gadrine uğradığını ispat eder ve intihali ortaya çıkarır; bu hadise dillere destan olur.

Sonraki yüzyıllarda Atâî’ye, Evliya Çelebi’ye ve Ömer Seyfed­din’e temalarını kaptıran Cinânî de, aslında Kırk Vezir hikayele­rinden ve Mevlânâ’nın Mesne­vi’sinden en azından birkaç tema ve öykü çatısı devşirmişti. Buna da artık kuşatıldığımız kültürün kaçınılmaz kıldığı “kanbağları” diyelim. İyisi mi 17. yüzyıl Fransız yazarı François de La Mothe Le Vayer den ilhamla, yüzlerce çi­çekten ufak-ufak nektar toplayan arı ile boyundan büyük taneyi alıp götüren karınca arasına kalınca bir çizgi çekmeyi deneyelim.