İntihalin bir suç sayılması; sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş, matbaanın yaygınlaşması ve birey fikrinin olgunlaşması sonucu ancak 19. yüzyılda gerçekleşti. Önceki hikayeler, şiirler ve ilmi eserlerse bugüne nazaran daha fazla “kamu malı” sayılıyordu. Şeyh Galib, bizzat Mevlânâ’dan aldıklarını “çaldımsa da mîri malı (kamu malını) çaldım” diye savunmuştu!
Günümüzde edebiyat eserleri üzerinden tekrar gündeme gelen intihal (bir kimsenin başkasına ait bir şiir veya sözü kendisine nisbet etmesi-mâl etmesi- İslâm Ansiklopedisi) tartışmaları zamana has nitelikte olsa da, tarihteki benzer suçlamaların politik temelleri ve metinlerin birbiriyle olan akrabalığı kadim olgulardır.
İntihal, güncel sözlüklerde “başkalarının yazılarından doğrudan veya değiştirerek bölümler alıp kendininmiş gibi gösterme” olarak tanımlanıyor. Muslihuddin Mustafa tarafından 1545’te yazılan Ahterî-yi Kebîr adlı Arapça-Türkçe sözlükte ise “gayrı şairlerin şiirin kendüye insâd ve intisâb etmek (dayandırıp sahiplenmek)” diye tanımlanmış. Anlaşılacağı gibi tarihte intihal kavgaları daha çok şiir ve hayal (kurgu) alanında kopuyor; ilmî konuları ele alan eserler akıl sahiplerinin ortak malı olarak görülüyordu. Şairler faillere “düzd-i sühan” (söz hırsızı), fiile “sirkat/plagiare”, çalınana da “serika” demişler. Doğu’da İslâm öncesi Arap şiirinden itibaren mesele öyle çetrefilleşmiş ki aşırmanın alt dalları oluşmuş: “Nesh” (bütünüyle çalmak), “ilmam/selh” (kelimeleri değiştirip anlamı çalmak), “aks” (manayı değiştirip cümleyi çalmak), “mesh/kubhü’l-ahz” (kelimeleri değiştirmeye çalışırken berbat etmek)…
Şunlarsa intihal sayılmayıp hoş karşılanmış: “Hüsn-i ahz” (çalınanı geliştirmek), “nazire” (göndermeli bir benzerini yazmak), “tevârüd” (rastlantısal benzerlik), “iktibas” (alıntı) ve kalb (alay yollu alma, parodi). Günümüzde “esinlenme”, “parodi” (alaycı taklit) ve “pastiş” de (övücü taklit) hoş karşılanan “yazınsal temaslar” arasında.
İntihalin nerede başlayıp nerede bittiğini belirlemek özellikle matbaa öncesi dönemde bugünkünden güçtü: Elyazmalarının nerede, kaç kopyası olduğu malum değildi; yazarlar aşırma yaptıkları eserin yegane nüshasına sahip olabilirdi. Matbaalar ve yayınevleri gibi sahiplik ve zamansal damgalama konusunda belge üretecek kuruluşlar gelişmemişti (16. yüzyıl tarihçisi Âlî gibi kendi kitabını vakfa bağışlayıp belgeleten uyanıklar nadiren çıkıyordu). Leyla ile Mecnun, Şirin ile Hüsrev, Yusuf ile Züleyhâ vb. öyküler defalarca farklı ellerle yazıldı; aynı sahneler farklı nakkaşların fırçasında can buldu.
Belki söylenecek yeni bir şey de yoktu! Emevî saray şairi Ahtal (öl. 710), “Biz şairler kuyumculardan daha hırsızız” itirafında bulunuyordu. 1. yüzyılda Romalı şair Martialis, “şair taslağı” Fidentius’un kendisine ait şiirleri çaldığını yazarak ilk kanı döktü. 9. yüzyılda Medineli âlim Zübeyr b. Bekkâr, şair Küseyyir’in ehlibeytten ayrılan kimi isimleri eleştirmesinden hoşlanmayıp onu şiir hırsızlığıyla suçlayan bir risale kaleme aldı. Basralı âlim-şâir Asmâî (öl. 831), mensubu olduğu kabileyi eleştiren Ferezdak’ı intihalle itham etti. İntihal suçlaması artık politik sahaya inmişti.
Peygamberin sözlerinin aitlik sıhhatini araştıran hadis ilmi, İslâm tarihyazımına “bir kaynak gösterme hassasiyeti” kazandırmıştı. Bu nedenle olacak ki, Osmanlılar’ın 15. yüzyıl tarihçisi Âşıkpaşazâde Tevârîh-i Âl-i Osmân adlı eserine başlarken kitabın önemli kısmını -bugün bulunamayan- Yahşi Fakih Menâkıbnâmesi’nden aktardığını açıklamıştı. “Sen o olayları görmedin ki nereden bilirsin?” diye eserine bir soru düşerek, Timur’la ilgili bazı hadiseleri tanık Bursalı Koca Naib’den işittiğini kaydetmişti. Takiben daha bütünlüklü bir Osmanlı tarihi yazan Neşrî ise kaynaklarını anmakta o denli titiz davranmamış; Âşıkpaşazâde’nin Koca Naib adlı kaynağını bile “ondan işitildi ki” diyerek ustaca çalmıştı (tarihçi Hakan Erdem, 2012’de Bilim Etiği Günü’nde sunduğu bildirisinde bu durumu ayrıntılarıyla incelemiştir). Hezarfen Hüseyin Efendi ise (öl. 1691), Âlî’nin Fusûll-i Hall eserini neredeyse aynen alıp Tehlîsü’l-Beyân’ını düzmüştü (Rukiye Özdemir ve Süleyman Lokmacı tarafından 2020’de Kafkas Üniversitesi SBE Dergisi 25. sayıda karşılaştırmalı biçimde incelendi).
Meşâirü’ş-şuârâ yazarı Âşık Çelebi (öl. 1572) Osmanlı şairleri arasındaki kimi intihal vakalarından haber vermiştir: Şair Zâtî, Bayezid Camii avlusundaki falcı dükkânına gidip gelenlerin şiirlerini sahipleniyor, sağa sola şiir de satıyordu. Aynı esere göre Deli Birader (öl. 1535), Hayâlî Bey’i şiirlerini çalmakla suçlayıp şu dörtlüğü söylemişti: “Şiir okudı Hayâlî Beg pek pek / Didüm anın kulagına yap yap / Bu gazeller senün midür didi kim / Issı (sahibi) çıkmaz ise benümdür hep”.
Benzer biçimde Şeyh Galib de (öl. 1799) Hüsn ü Aşk’ında Nâbî’yi intihalle suçlamış, ancak bizzat Mevlânâ’dan aldıklarını “çaldımsa da mîri malı (kamu malını) çaldım” diye savunmuştur! Şairlerin aşırmalarından yakınan Sünbülzâde Vehbî (öl. 1809), faillerin bir de bu işi söz sanatlarına yorarak sıyrılmaya çalıştıklarını ekler. Bir kadı da olduğundan, intihalciliğin hükmünü verir: “Sirkat-i şiir edene kat-i zeban lâzımdır / Böyledir şer-i belâgatta fetâvâ-yı sühan” (Şiiri çalanın dili kesilmelidir / Edebiyat kanununda sözün fetvası böyledir).
Nevizâde Atâî’nin 1634’te tamamladığı Zeyl-i Şekâik adlı eserde ise bu defa hikaye türünde çarpıcı bir intihal vakası aktarılır. Hikaye düşkünü 3. Murad (1574-1595) meddahların aynı kıssaları anlatıp durmasından sıkılıp Bursalı şair Mustafa Cinânî’den duyulmadık hikayeler bulmasını ister. Cinânî, Arap Binbir Gece ve Fars Şehname etkisindeki hikaye repertuvarından çıkıp Bursa, İstanbul, Edirne, Trabzon, Selanik ve Ankara gibi yakın imparatorluk topraklarını ve çağında geçen tanıklı olayları da kapsayan öyküler derler. 1591’de tamamlayıp Bedâyiü’l-Âsâr (Görülmemiş Eserler) adını verdiği kitabını padişaha sunmadan önce, cetvelinin hazırlanması için İstanbul’da bir tezhip ustasına teslim eder. Ancak saray meddahı Derviş Eğlence, tezhipçi ile anlaşıp hikayeleri ele geçirir ve Cinânî’den kitabından önce Sultana hepsini anlatır. Cinânî kitabı sunduğunda, 3. Murad “bunlar bizim Derviş Eğlence’nin meselleri” diyerek ona iltifat etmez; bir kapı ağası eline birkaç altın tutuşturur sadece. Şair ne yapıp ettiyse, tezhipçinin gadrine uğradığını ispat eder ve intihali ortaya çıkarır; bu hadise dillere destan olur.
Sonraki yüzyıllarda Atâî’ye, Evliya Çelebi’ye ve Ömer Seyfeddin’e temalarını kaptıran Cinânî de, aslında Kırk Vezir hikayelerinden ve Mevlânâ’nın Mesnevi’sinden en azından birkaç tema ve öykü çatısı devşirmişti. Buna da artık kuşatıldığımız kültürün kaçınılmaz kıldığı “kanbağları” diyelim. İyisi mi 17. yüzyıl Fransız yazarı François de La Mothe Le Vayer den ilhamla, yüzlerce çiçekten ufak-ufak nektar toplayan arı ile boyundan büyük taneyi alıp götüren karınca arasına kalınca bir çizgi çekmeyi deneyelim.