Ekim 2024 Sayımız Çıktı

Sultanın yanıbaşında intikam cinayetleri

İstanbul. 19. yüzyılın son yılı. Polisiye romanlara rahmet okutacak peşpeşe cinayetler işleniyor. Kurbanlar ve failler, Saray’ın en üst düzey yöneticileri. Sultan Abdülhamid kararsız, şaşkın, kızgın. Bir gün sadrazamın oğlu Cavid Bey vapura binecekken… Dan, dan, dan…

SARO DADYAN

Türk edebiyatındaki ilk polisiye roman, 1885’te yayınlanan Ahmed Midhat Efendi’nin Esrar-ı Cinayat isimli eseridir.

Kısaca hatırlatmak gerekirse, günün birinde İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’e açılan bir noktasında, on yedi yaşlarında Avrupai giyimli bir kızın cesedi bulunur, bu olayın araştırılması için bir hafiye görevlendirilir, derken Beyoğlu’nda intihar gibi gösterilmeye çalışılan bir cinayet daha meydana gelir. Hafiye, iki olayın esasında birbirleriyle bağlantılı olduğunu keşfedip Beyoğlu’ndaki intihar vakasının hakikatte bir cinayet olduğunu anlayınca amirleri tarafından görevden alınır, hatta hapsedilir. Fakat daha sonra tüm gerçekler gün yüzüne çıkar ve aralarında Beyoğlu Mutasarrıfı Mecdeddin Paşa gibi üst düzey isimlerin de olduğu bir çetenin yaptığı tüm kanunsuz işler ortaya dökülür.

Abdülhamid’in yaveri Gani Bey, sadrazamın oğlu Cavid Bey’in de ilişkisi olduğu Kamelya Hanım’ın Taksim’deki evini basar ve içerideki herkesi öldürür.

İşte edebiyat tarihimizdeki bu ilk polisiye romanın yayınlamasından on dört sene sonra, 1899 yılında İstanbul’da öyle cinayetler meydana geldi ki polisiye romanlara rahmet okutacak şekildeydi. Üstelik bu cinayetlerin başkahramanları arasında da Esrar-ı Cinayat’taki gibi üst düzey isimler, Sadrazam Halil Rıfat Paşa, sadrazamın oğlu Cavid Bey, Hünkâr Yaveri Gani Bey ve Esat Toptani Paşa gibi kimseler vardı.

Halil Rıfat Paşa, imparatorluğun dört bir köşesinde mutasarrıflıklarda ve valiliklerde bulunmuş, bu görevleri sırasında imar hareketlerine verdiği önemle ve gittiği hemen her yerde inşa ettirdiği yollar ve kamu binaları ile şöhret salmış bir isimdi. Sultan Abdülhamid, Tanzimat’ın esaslarına son verip iktidarı tekrar Babıali’den saraya taşıyınca, yani tüm gücü ve karar alma salahiyetini kendi elinde toplayınca birçok sadrazamıyla ters düştü. 1895’te Sadrazam Kamil Paşa da, Sultan Abdülhamid’e, “Bütün devlet işlerinin sarayda toplanmasının yurtiçinde ve yurtdışında kötü sonuçlar doğurduğundan iktidarın tekrar Babıali’ye verilmesinin gerekliliği” konusunda bir gerekçe yazısı verince azledilmiş, yerine 68 yaşındaki Halil Rıfat Paşa ilk defa olarak sadrazam tayin edilmişti.

Sadrazamın yakını Bursalı Hafız Paşa, Rumeli Pasajı’nda buluştuğu Gani Bey’le tartışır. Hafız Paşa daha atik davranarak silahını ateşler ve Gani Bey’i vurur.

Halil Rıfat Paşa, sadrazamlığı boyunca Kamil Paşa’nın neden azledildiğini ve kendisinin niye tayin edildiğini hiçbir zaman unutmayıp Sultan Abdülhamid’in bütün isteklerine boyun eğmek ve fazlaca bir işe karışmamak gibi bir yol seçti. Bu yüzden başta Jöntürkler olmak üzere birçok çevrenin nefreti üzerinde toplandı, lakabı “Bunak Halil Rıfat Paşa’ya” çıktı. Hatta 1899’da Avrupa’ya kaçan Damad Mahmud Paşa, daha sonra Sultan Abdülhamid’e gönderdiği mektubunda “Bunak bir sadrazama ayda beş bin altın maaş vermek gibi delice israflardan da geri durmuyorsunuz” diye yazıyordu. Ama her şeye rağmen Paşa, tam Sultan Abdülhamid’in istediği gibi bir sadrazamdı, Padişahın güven ve iltifatını kazanmış ve birçok ihsanına mazhar olmuş bir isimdi.

Paşa’nın hayattaki en büyük zaafı ise büyük oğlu Cavid Bey’di. Cavid Bey, daha valiliklerinden itibaren babasının yanında bulunmuş ve onun nüfuzunu kullanarak çeşitli yolsuzluklar ve karanlık işlere karışmış, bu nedenle de birçok kimsenin nefretini üzerinde toplamıştı. Sultan Abdülhamid, Halil Rıfat Paşa’yı sadrazam olarak düşündüğü zaman konuyu Başmabeyinci “Arap” İzzet Paşa’ya açmış ve Halil Rıfat Paşa’nın sadrazamlığı idare edip edemeyeceğini sormuştu. “Arap” İzzet Paşa ise, “Eğer oğlu Cavid Bey ve adamları işlere karıştırılmazsa Halil Rıfat Paşa’nın sadrazamlığı idare edebileceğini ve göreve tayinden önce bu şartın öne sürülmesini” söylemişti. Fakat yine “Arap” İzzet Paşa’nın kaydettiği üzere Cavid Bey, daha ilk anda, Padişah ile babası görüşürken kapıyı dinleyerek nasıl bir yoldan gideceğini göstermişti.

Cavid Bey, babasının sadrazamlığı döneminde daha birçok ihsana nail oldu. Şurayı Devlet yani Danıştay azalığına kadar yükseldi, birinci derece Mecidiye ve Osmani Nişanları ile Gümüş İmtiyaz Madalyasıyla taltif edildi. Saraydan kendisine birçok ihsanla beraber bazı maden imtiyazları da verildi. Dâhiliye Nazırı Memduh Paşa da, “Cavid Bey, Padişahın gözünde iğrenç bir adamdı ama babası makbul bir kimse olduğundan ihsanlar alırdı” der. Bu durum Cavid Bey’i daha da şımarttı, kendisi ve maiyetindeki birçok isim çeşitli devlet meselelerine karışarak birçok yolsuzluklar yaptılar.

Cavid Bey köprüdeki Ada iskelesinde arabadan iner. Tam o sırada silah sesleri işitilir. Arnavut Hacı Mustafa, birbiri ardına ateş ederek Cavid Bey’i öldürür.

Artık bu durum Sultan Abdülhamid’i dahi rahatsız etmiş ve Haziran 1897’de Padişah resmî bir uyarı kaleme aldırarak Cavid Bey’in ve adamlarının devlet işlerinden uzak tutulmalarını ihtar etmişti. Sadrazam Halil Rıfat Paşa ise yine oğlunu koruyor ve art niyetli kimselerin oğluna iftira ettiklerini söylüyordu. Padişahın, babasının hatırına Cavid Bey’i koruması da halk arasında daha büyük dedikodulara neden oluyor ve Cavid Bey’e olan öfke bir kat daha artıyordu. Nitekim o sıralarda Kemalpaşazade Said Bey şöyle bir manzume kaleme almıştı:

“Hazret-i mahdum-ı sadaret-penah Yani o Cavid-i bela-destgah Sövdürerek halka ettiriyor ah
Ey peder-i pür-keder ü ıstırap Böyle mi memur edelim intihap?”

(Sadrazam hazretlerinin oğlu bela tezgâhçısı o Cavid, halka sövdürüyor ve ah ettiriyor. Ey kederli ve ıstıraplı Baba! Memurları böyle mi seçelim?)

1899’da Cavid Bey’in adı başka bir sansasyona karıştı ve bu olay kendisi için sonun başlangıcı oldu. Cavid Bey, Beyoğlu’nda Kamelya isimli bir hayat kadınına tutulmuştu ve onunla sürekli görüşüyordu. Fakat Kamelya Hanım, Hünkâr Yaverlerinden Tiranlı Gani Bey’in de görüştüğü bir isimdi ve bu durum Cavid Bey ile Gani Bey arasında büyük bir rekabet başlattı. Uzun süren bir sürtüşmenin ardından Gani Bey, bu durumu daha fazla onuruna yedirememiş ve bir akşam Kamelya Hanım’ın Taksim Sokağı’ndaki 14 numaralı evine giderek onu, annesi Despina’yı, aşçıları Kirkor’u tabancayla öldürmüş, Kamelya’nın fino köpeğini de hançerleyerek evden çıkmıştı. Ertesi gün bu korkunç cinayet herkes tarafından duyuldu ve hemen bir tahkikat başlatıldı. Kamelya’nın oturduğu evin sahibi Agop isimli kişi de gözaltına alınarak sorgulandı. Olayın aslı anlaşılıp, kimlere dokunduğu görülünce de başka bir şekilde kapatılmasına karar verildi. Polisin hazırladığı rapora göre evin aşçısı Kirkor bir cinnet geçirip önce Kamelya’yı ve annesi Despina’yı silahla vurmuş, daha sonra o sırada havlayan fino köpeğini hançerlemiş, cinnet anı geçip kendisine gelince de ne yapacağını bilemeyerek intihar etmişti. Böylelikle olay kapatılıyor ve olayın faili de kendi cezasını kendisi vermiş oluyordu.

O sırada sıkı bir sansür uygulandığından iç basın bu konu hakkında fazlaca bir şey yazamadı ama Avrupa basını bu olayın üzerine düşmüş, birçok makaleler kaleme alınmıştı. Hatta bazı Avrupa gazeteleri birbirinden oryantalist hikâyeler üretiyorlar, “esasında öldürülen Kamelya’ya padişah damatlarından birinin âşık olduğunu, devletin yüksek çıkarları ve soylu Osmanoğlu ailesinin mutluluğu için Rum kadının ortadan kaldırıldığını” öne sürüyorlardı.

Her şeye rağmen bu işten en ufak bir yara almadan sıyrılan Gani Bey daha da şımarmış ve Cavid Bey’in üzerine daha fazla gitmeye başlayarak kendisini tehdit etmeye başlamıştı. Bir türlü Gani’ye diş geçiremeyen Cavid Bey ise artık bir çıkar yol bulamayarak Sultan Abdülhamid’e bir dilekçe yazmış ve canının tehlikede olduğunu söyleyerek Gani’nin önüne geçilmesini ve bir müddet için kendisinin de Viyana’ya gitmesine müsaade edilmesini Padişahtan rica etmişti.

Menfur bir cinayete kurban giden Şura-yı Devlet azası Cavid Bey (Malumat, 8 Ekim 1899 tarihli nüsha)

Fakat birdenbire her şey değişti. Gani Bey, bir akşam Beyoğlu’nda Rumeli Pasajı’nın altındaki bir muhallebicide Bursalı Hafız Paşa ile buluştu. Biraz sonra Hafız Paşa’yla tartışmaya başladılar. Tartışmanın harareti o derece arttı ki Gani Bey tam silahına sarılacakken Hafız Paşa daha atik davrandı ve Gani’ye ateş ederek öldürdü. Daha sonra Bursalı Hafız Paşa da ele geçirilemeyerek Atina’ya kaçtı ve olayın gerçek mahiyeti bir türlü aydınlatılamadı. Fakat Bursalı Hafız Paşa’nın kısa süre önce “Mirü’l-ümera” payesiyle Şehremaneti’ne aza tayin edilmesi Padişahın dikkatini çekmiş ve Sultan Abdülhamid neden böyle bir rütbenin verildiğini, Hafız Paşa’nın bu göreve neden tayin edildiğini Halil Rıfat Paşa’ya sormuştu. Paşa ise, Bursalı Hafız’ı tanımadığını ve kendisini Ragıp Paşa’nın ricası üzerine bu göreve tayin ettiğini söyledi. Bunun üzerine Sultan Abdülhamid, “Padişah maiyetinde bulunan isimlerin suikasta uğramaları nasıl olabiliyor” dediğinde de Paşa, “Yırtıcı kuşun ömrü az olur” cevabını vererek Padişahın şüphesini bir kat daha arttırdı.

Sultan Abdülhamid, bu cinayet meselesinden ve Halil Rıfat Paşa’nın tutumundan son derece rahatsız olmuştu. Hatta Tevfik Paşa’yı çağırtarak, “Bir müddetten beri vükelamız birbirinin aleyhine düştüler. Artık sarayımda bulunanlara kadar tecavüz olunuyor” demiş ve bir müddet protokol gereği olarak dahi Halil Rıfat Paşa ile görüşmeyerek Tevfik Paşa’ya iltifat etmeye başlamıştı. Artık birçok kesimde sadrazamın değişeceği konuşulmaya başlanmıştı. Cavid Bey ise bunların hiçbiriyle ilgilenmiyor ve her yerde sevincini dillendirerek Gani’nin ölümünden duyduğu mutluluğu anlatıyor, hatta bazı meclislerde Gani’yi kendisinin vurdurttuğunu övünerek söylüyordu.

Cavid Bey’in bu tutumu, durumu kan davasına dönüştürdü. Öldürülen Gani Bey’in kardeşi Esat Toptani Paşa bu olayı hazmedemedi, Arnavutluk’tan gönderilen Koruyalı Matçı Hacı Mustafa ismindeki elli beş yaşlarındaki bir kiralık katil, Sadrazam Halil Rıfat Paşa’nın oğlu Cavid Bey’i takip etmeye başladı. Birkaç gün İstanbul’un sağını solunu tetkik edip, Cavid Bey’in hangi saatte nerelerde olduğunu, hangi saatlerde hangi vapurlara ve arabalara bindiğini tespit eden Hacı Mustafa, nihayetinde Cavid Bey’i nasıl öldüreceğini kararlaştırdı. Cavid Bey ise o sıralarda murassa yani elmaslı Nişan-ı Osmani ile taltif edilmişti. Bu sevinçli haberin ardından devlet ricalinin önde gelen birçok ismini ve arkadaşlarını Büyükada’daki konağında vereceği ziyafete davet etti.

7 Ekim 1899 tarihinde Şura-yı Devlet Dairesi’nden çıkan Cavid Bey, Büyükada’da vereceği ziyafete gitmek için arabasına bindi, köprüdeki Ada iskelesinde arabadan indi, iskelenin ilk merdivenine adımını attı ve tam ikinci adımını atacağı sırada bir silah sesi işitildi. Birkaç adım ötesindeki Hacı Mustafa birbiri ardına iki el ateş ederek Cavid Bey’i sol göğsünün üstünden vurdu. Cavid Bey can havliyle kaçmaya çalışırken bu sefer üçüncü bir kurşun sırtına isabet etti, dördüncü kurşun ise havaya gitti.

Cavid Bey, Çemberlitaş’taki II. Mahmut Türbesi’nde yatar. Mezar kitabesinde “şehit oldu” yazar.

Hadisenin göz tanıklarından biri ve o sıralarda öğrenci olan Refik Halid (Karay), daha sonra kaleme aldığı Bir Ömür Boyunca isimli anı kitabında şöyle diyecektir: “Arnavut kıyafetli, yani poturlu, cepkenli, başı beyaz, yayvan keçe külahlı bir adam merdivene saldırmış, Karaköy tarafına koşuyor. Durdum, zira vurulanı, vurulup düştüğü yerden kaldırmışlar, kollarından ve bacaklarından tutmuşlar, demin bahsettiğim mescide taşıyorlardı. Çok iyi giyinmiş, orta yaşlı biri… Ayakkabılarının altları hala gözümün önünde- yepyeni, tertemiz, hemen hemen hiç yere basmamış. Derisi parıltısına göre rugan dediğimiz parlak cinsten…”

Cavid Bey yanındakiler tarafından hemen iskelenin mescidine taşındı ve beş dakika kadar sonra burada vefat etti. Şair Eşref de o sırada bu cinayet üzerine şöyle bir kıta söyledi:

“Nice acizleri gafil bulup kendi tokatlarken,
Yazık kurşunla merhumun vefatı pek garip oldu.
Müyesser olmamışken camie girmek hayatında,
Vefat etdikde Cavid’e bakın mescid nasib oldu.”

Sadrazam Halil Rıfat Paşa, oğlunun cansız vücudunu Sultanahmet’teki konakta gördü. Cavid Bey’in naaşı daha sonra Nişantaşı’ndaki konağa, ailesinin yanına taşındı ve ertesi günü mahşeri bir kalabalık eşliğinde Sultanahmet Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Çemberlitaş’taki Sultan Mahmud Türbesi’ne defnedildi. Bir kadın yüzünden çıkan sürtüşmelerle başlayan ve birbirini takip eden bu esrarengiz olaylar silsilesi Cavid Bey’in vefatıyla son buldu ve Çemberlitaş’taki mezar kitabesine “şehit oldu” diye yazıldı.

Cavid Bey’in katili Hacı Mustafa ise kısas uygulanıp idam olunmadı; onun yerine müebbet hapse mahkûm olundu. Sultan Abdülhamid ise evlat acısı çeken sadrazamını defalarca huzura kabul ederek teselliler verdi, hatta bir defasında altmış bin altın ihsanda bulundu.

Ama Paşa bu duruma daha fazla dayanamayarak hastalıklarla geçen kısa bir süre sonra, 9 Kasım 1901 tarihinde vefat etti. Dokuz sene kadar bir süre hapis yatan Cavid Bey’in katili Hacı Mustafa ise 1908’de Meşrutiyet’in yeniden ilanıyla birlikte serbest bırakıldı. Romanları aratmayacak bu karışık ilişkiler ve cinayetler silsilesi, İkinci Meşrutiyet ile birlikte hakikaten romanlara konu olarak o devirde yaratılan Aman Vermez Avni gibi polisiye romanlarında işlendi.