Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Sınırlar dar geldiğinde sınırlar dar edildiğinde

Dünyada resmî olarak 300 milyon göçmen var (dünya nüfusunun % 3.6’sı). Buna 50 milyondan fazla olduğu tahmin edilen, belgesi veya statüsü olmayan bir topluluğu da katmak gerek. Göç, dün olduğu gibi bugün de egemen sınıflar için gerekli! “Medeniyet”in veya bir başka deyişle Avrupa kapitalizminin yükselişi… Küreselleşmenin neoliberal aşamasının bir parçası olan göç hareketleri…

Önce muhacirler, sonra tehcir edilenler, sonra mübadiller, sonra göç­menler, sonra sürgünler, daha sonra Almancılar, bu arada 20 kiloluk bavul ve 20 Dolar’la ka­pı önüne konanlar… Tarihimizin gelgitlerini kaydederken, “mi­safirler”, “düzensiz göçmenler”. “Afgan çobanlar”, “Suriyeliler” acaba bunun dışında mı? Yok­sa birileri kurbanken diğerleri günah keçisi mi? Savaş, kıtlık, insanca yaşam noksanlığının sorumluları, “iktidar” gücünden yoksun bu kesimler olabilir mi?

Arap karşıtı, Mağrip karşıtı, İslâmofobik, siyah karşıtı, Yahu­di karşıtı… Sömürgeleştirme ve sömürge insanlarının yabancı­laşmadan kurtulması… Köle­liğin ve köle ticaretinin canlı hatırasını kabul etmeyi reddet­me… Devletin doğasını belir­leyen sömürgecilik… Siyasetin ırksallaştırılması… Göçmenlere ve Romanlara günah keçisi mua­melesi… Bütün bunlar doğrudan ırkçılığa giden yolların taşlarını örerken göçmenler daha “meşru bir ayrımcılık” hedefi olarak gö­rülmekte.

1909’da göçmenleri reddederken görülen Britannia, bugün de İngiltere’nin göçmen ve mültecileri Ruanda’ya gönderme planında aynı tavrı sürdürüyor.

ABD’de Trump döneminde Meksika sınırına duvar örülmesi, Avrupa’da aşırı sağ partilerin her türlü melanetin müsebbibi olarak göçmenleri göstermesi henüz akıllardayken, Türkiye’de de mesele sanki yeni bir konuymuş gibi alevlendi. Kimileri için Suriye’den gelenler olmaz­sa memleket güllük gülistanlık olacaktı. Henüz denmedi (bel­ki de dendi!) ama sanki enflas­yon veya döviz bu kadar yükseldi ise veya işsizlik bu seviyede ise “yerli ve millî” politikalar değil de “yabancı kağıt toplayıcıları” sorumlu.

Dünyada resmî olarak 300 milyon göçmen var (dünya nüfu­sunun % 3.6’sı). Buna 50 milyon­dan fazla olduğu tahmin edilen, belgesi veya statüsü olmayan topluluğu da katmak gerek. Göç­menler genç, çoğunlukla erkek (% 52), hepsi çalışıyor, çoğun­lukla Kuzey Amerika ve Avrupa Birliği’nde ve ayrıca Körfez pet­ro-monarşilerinde yaşıyor.

Mutlak sayılarda, göçmen­ler çoğunlukla Çin, Hindistan ve Meksika’dan geliyor. Karayipler, Orta Amerika, Mağrip ve Sah­raaltı Afrika’dan gelenler; ayrıca BM Mülteciler Yüksek Komi­serliği’nin sayılarını 25 milyon tahmin ettiği mülteciler (sınır­ları geçen insanlar) ve yerinden edilenler (ikamet alanlarını ter­keden, ancak ülkelerinde kalan) var. Bu son rakamın aslında 50 milyonun üzerinde olduğu dile getiriliyor!

Mülteciler çoğunlukla Af­ganistan, Suriye, Irak, Filistin, Demokratik Kongo Cumhuriye­ti, Sudan, Etiyopya, Myanmar, Kolombiya, Venezuela gibi ciddi çatışma içindeki ülkelerden yola çıkıyor ve Türkiye, İran, Lübnan ve Meksika gibi yetersiz dona­nıma sahip ülkelere varıyor. Son yıllarda Orta Amerika, Filipin­ler ve Sahraaltı Afrika’da görülen büyük çevre sorunlarının (ku­raklık, sel, fırtına vb.) ardından büyük nüfuslar iklim mültecileri hâline geldi. Medya ve entelek­tüel-paralı askerler tarafından aktarılan fantezilerin aksine, en zengin ülkeler ana evsahi­bi topraklar değil. Mültecilerin ezici çoğunluğu (% 85) Kuzey’e değil Güney’e gidiyor. İşgücün­deki göçmen işçilerin en yüksek oranları Basra Körfezi ülkele­rinde bulunuyor: Birleşik Arap Emirlikleri’nde % 90, Katar’da % 86, Kuveyt’te % 82. Tarhçi Roger Martelli “En yoksullar zaten yoksullara gider: İnsani gelişme­nin küreselleşmesinin talepleri­ne sırt çeviren paranın küresel­leşmesinin acımasız yasası bu­dur” diyor.

Beyazlara 1.72 $, Japonlara 50 cent ABD Washington’da, Japon çilek toplayıcıları, 14 Şubat 1915. O dönemde beyaz işçiler günde 1.25-1.72 dolar alırken diğer göçmenlerden de daha az kazanan Japon işçiler, günde 50 cent karşılığında çalışıyordu.

Her bölgenin kendine has özellikleri var. Yemen’deki ça­tışmalar Türkiye’yi etkilemez­ken, Suriye’deki savaşın ürünle­ri kaçınılmaz olarak Lübnan ve Ürdün ile birlikte en çok Tür­kiye’yi etkiledi. Kongo Demok­ratik Cumhuriyeti ve Güney Sudan’daki olaylar ise kendi çev­resinde etkili oldu; Johannes­burg’ta Kongo mahalleleri var!

Savaşların yanısıra siyasal ve ekonomik kriz de binlerce Vene­zuelalının çevre ülkelere göçüne neden oldu. Şili, Haiti’den ve di­ğerlerinin yanısıra Peru’dan ge­len göçten giderek daha fazla et­kileniyor; çünkü Şili’nin kuzeyi, madencilik bakımından zengin ve güvencesiz-ucuz işgücüne ih­tiyaç duyuyor. ABD ile Meksika arasına Trump döneminde örü­len duvar vesilesiyle dünya âlem ırkçılığın nasıl körüklendiğini hatırlıyor. Biden ile temel tartış­malarından biri de bu konuydu. Aslında Meksika ile ABD arasın­da göç olgunlaştı; yani Türkiye ile Almanya arasında olduğu gibi girişler ve çıkışlar arasında bir denge var. İklimsel ve meteoro­lojik felaketler ise Mozambik, Filipinler gibi ülkelerde kitlesel yer değiştirmelere yolaçtı. Ör­nekler çoğaltılabilir.

İnsanlık nerede varolmaya başlamışsa orada kalmamış; ta­rih boyunca daha güvenli, daha iyi bir yaşam umuduyla olduğu gibi, kimi zaman da “bundan daha kötüsü olamaz” zehabıy­la dünyanın dörtbir bucağı­na yönelmiş. Genetik bilimine bağlı çağdaş arkeopaleontolo­ji çalışmaları, tarih öncesin­den beri Afrika’dan Avrupa’ya kadar büyük göç hareketleri­nin varolduğunu; Antik Çağ’da ve Rönesans’tan sonra özellikle Amerika’nın Avrupa devletleri tarafından fethedilmesiyle de­vam ettiğini doğrulamakta. An­tik dişlerde ve kemiklerde koru­nan DNA ve izotoplar, her bire­yin tekrarlanan antik göçlerden izler taşıdığını, dünya halkları­nın köklerinin içiçe olduğunu gösteriyor. Çok az insan, ikamet yerlerinin yakınında bulunan tarih öncesi veya eski iskeletle­rin doğrudan soyundan gelmek­te. Neredeyse tüm yerli Avru­palılar, son 15 bin yılda meyda­na gelen ve ikisi Ortadoğu’dan gelen en az üç büyük göç dal­gasından gelen genlere sahip. Dünyada sadece bir avuç grup (örneğin Avustralya yerlileri) göçmenlerinkiyle çok az karış­mış durumda.

1910’da New York’ta bir uluslararası iş ve işçi bulma kurumunun vitrininde kömür madenleri ya da demir yataklarında çalışmak üzere işçi arayanların ilanları var.

Nüfusun bir kısmı (din adamları, tüccarlar, öğretmenler, askerler, devlet görevlileri, belirli zanaatkarlar, kayıkçılar ve de­nizciler vb.) şüphesiz daha hare­ketliydi ve çoğu zaman egzogami veya sözde “gayrimeşru” çocuk­lar aracılığıyla karışan bir nüfus kaynağıydı. Batı’da Sanayi Dev­rimi ve yeni devletlerin (Ameri­ka Birleşik Devletleri, Almanya, İtalya) ortaya çıkmasıyla birlik­te, göç daha çok Alman Ruhr’u­nun kömür madenlerine yöneldi. 1920’lerin başında, işgücü kıtlı­ğının çelik, kömür, otomobil ve silah gibi çeşitli sektörleri etkile­diği Fransa’da olduğu gibi, bazen büyük ölçekte örgütlendi.

İnsanlar, gelirlerinde ve is­tihdam koşullarında, hayatları­nı idame ettirme konusunda bir bozulmayla karşılaştıklarında; başka yerlerde daha güvenilir ol­duklarını sandıkları yerlere ba­zen fethederek (kendisi gelirken öncekileri göndererek) bazen sığınarak göçettiler. Bu süreç ge­nellikle bir “itme-çekme” faktör­leri meselesi olarak tanımlanır: Göçmenler, başka yerlerde daha iyi yaşam koşullarının olasılığı tarafından çekildikleri için sür­güne gider. Yaşadıkları yerden neden itilirler sorusu ise hami­yetperverliğin veya kendi sefa­letlerine günah keçisi arayan­ların cevaplayabileceği bir soru değildir.

İnsanlar bir elleri balda bir elleri yağda olduğu için yurtları­nı terketmiyor; onları yerlerin­den yurtlarından eden ekono­mik, siyasal, askerî ve iklimsel vd. sorunların ve sorumlularının ağır tahriki altında kimi zaman ölümle sonuçlanan bir yolculuğa ve genel olarak bilinmeze doğru hareket ediyor.

Özellikle 1980’lerde Almanya’nın hemen bütün kentlerinin duvarlarında görülebilecek ırkçı “Türken raus” sloganı, “Türkler dışarı” demekti (solda). Buna karşılık “Mein Freund ist Türke” (Arkadaşım Türk) diyenler de vardı.

Milletlerin menkıbelerine bakıldığında, kökler halen bu­lunulan yerlerden ziyadesiyle uzaktadır. Menkıbeleri bir yana bırakırsak, Roma ve genellikle Akdeniz imparatorlukları dö­neminde fetih ve kölelik “yerli” halkları parçalamış, göçe zorla­mıştır. Gezegenin demografik yapısı sık sık dönüşüme uğra­mış, tek başına sömürgecilik bile doğal (örneğin kıtlıktan ötürü) diyebileceğimiz göçleri trajik bo­yutlara sürüklemiştir.

“Medeniyet” veya bir diğer deyişle Avrupa’da kapitalizmi­nin yükselişi bu görüngüye yeni bir boyut ekledi. Modern dünya sisteminin kökenleri, milyonlar­ca köleleştirilmiş insanın Afri­ka kıtasından zorla nakledilme­sinde yatar. Kâr üretecek daha fazla insan kitlesi için “göçmen­ler”e ihtiyaç duyulmuştur. Sa­nayi Devrimi’nin beşiği kabul edilen İngiliz kapitalizmi, her­kese iş bulduğu için değil daha ucuz emek sağlamak, çalışanlar arasında rekabet yaratmak için İrlanda’yı İngiltere’ye taşımıştır. Sürekli bir yedek sanayi ordu­su, yani işsizler yığını toplumsal zenginliğin büyüklüğüyle ters orantılı olarak varlığını sürdür­müştür.

Kapitalizmin tarihi, ilk evre­sinde Avrupa’da, özellikle İngil­tere’de sanayileşme sürecinde şekillenen ve Afrika’nın büyük bir kısmının köleleştirilmesi ve yerlilerin soykırımının eşlik et­tiği korkunç bir tarihtir. Kapita­lizm, zamanın kötü koşulların­da sanayinin hizmetine sunulan Avrupa köylülüğünü yokederek birikimini sürdürmüştür. İrlan­da halkının İngiltere tarafın­dan boyunduruk altına alınma­sı örneğinde olduğu gibi, İngiliz fabrikalarına kitlesel bir nüfus transferi de işçi sınıfını düşman kamplara bölme sonucunu do­ğurmuştur.

Bugün ABD’den Fransa’ya, Almanya’ya ve muhakkak ki hiç bir ülkenin azade olmadığı aşırı sağın yükselişinde kaldıraç ola­rak kullanılmaya çalışılan “göç­men” meselesi, daha o dönemde İngiltere’de “yerli” işçi sınıfının pazarlık gücünü kısıtladığı için tepki çekmiş, İngiliz ve İrlandalı işçiler arasında rekabet doğur­muştu. Ortalama bir İngiliz işçi, yaşam standardını düşüren bir rakip olarak gördüğü İrlandalı işçiden nefret ediyordu. İrlan­dalı işçinin karşısında kendisi­ni egemen ulusun bir üyesi olarak hisse­diyor ve böyle­ce ülkesindeki aristokratların-kapitalistlerin İr­landa’ya karşı kullandığı bir araç hâline geliyordu. Böylece İrlan­dalı işçi de İngiliz işçisini İrlan­da’daki İngiliz egemenliğinin hem suçortağı hem de aptal bir aracı olarak görüyordu. 19. yüz­yılın sonlarına doğru göç süreci Batı Avrupa ve Kuzey Ameri­ka’ya yönelik muazzam akışla­rıyla uluslararası hâle geldi.

ABD’nin eski köle eyaletle­rindeki işçiler de siyahlara kar­şı tepkiliydi. Beyaz işçi sosyal meselelerinin çözümsüzlüğü­nün nedeni olarak işvereni değil siyah işçiyi görüyor, dolayısıy­la bir tür ırkçılık işçiler arasın­da yaygınlaşıyordu. Fransa’da bugün bile Fransız halkının üçte ikisi göç oranını çok yüksek bu­lurken, işçiler arasında bu oran dörtte üç! (Le Pen’in başkanlık seçiminin ikinci turunda % 42 gibi ürkütücü bir oy almasında bunun da payı var).

Günümüzde göç, artık küre­selleşmenin neoliberal aşaması­nın bir parçası. Neoliberal politi­kalar, finansallaşma ve finansal kapitalizmin egemenliği tarafın­dan belirleniyor. Büyümeye ön­celik veren bu politikalar. bunu küresel sermaye piyasasına tabi kılar. Toplumsal dönüşüm -mo­dernitenin yegane taşıyıcıları olarak görülen küresel şirketle­re bırakılan serbest alan aracılığıyla- her toplumun bu pazara yapısal anlamda uyum sağlama­sı diye tanımlanır. Bu uyum da, “herkes için eşit erişim hakkı” diyerek sunulur ve aslında kamu hizmeti kavramının terkedilme­sini getirir.

Kapitalist küreselleşmenin mevcut aşaması olan neolibe­ralizm, hem eşitsizlikleri hem ayrımcılığı muazzam boyutla­ra taşıdı. Göçlerin altında yatan koşullar, sermaye birikiminin doğası, emperyalist savaş, eko­nomik ve ekolojik krizler ile geç­miş on yılların neoliberal yeni­den yapılanması gibi faktörlerle belirleniyor. Göçle ilgili kamusal tartışmalar, Batılı devletler ve uluslararası finans kuruluşları­nın sorumluluğunu sorgulayan bu faktörleri görmezden geliyor.

 Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı Mahmut Asmalı, şöyle diyor: “Maalesef Türkiye’de iş beğenmeme gibi bir durum var. İnsanlar ağır işlerde, emek yoğun işlerde çalışmak istemiyor. Çalışsa da verimli olmuyor. Yabancı uyruklu işçiler bu işlerde daha fazla çalışıyor”. Göç İdaresi de açıkça “Hayvancılık, tarım, inşaat, tekstil gibi işkollarında işgücü açığı eksiğimizi kayıtlı Suriyelilerle kapatıyoruz” diyor.

Göç, dün olduğu gibi bugün de egemen sınıflar için gerekli! Müstakil Sanayici ve İşadam­ları Derneği Başkanı Mahmut Asmalı, Türkiye’deki işsizlik so­runuyla ilgili geçen ay yaptığı açıklamada şöyle diyor: “Maa­lesef Türkiye’de iş beğenmeme gibi bir durum var. İnsanlar ağır işlerde, emek yoğun işlerde ça­lışmak istemiyor. Çalışsa da ve­rimli olmuyor. Yabancı uyruk­lu işçiler bu işlerde daha fazla çalışıyor”. Göç İdaresi de açıkça “Hayvancılık, tarım, inşaat, teks­til gibi işkollarında işgücü açığı eksiğimizi kayıtlı Suriyeliler­le kapatıyoruz. Organize sanayi bölgemizde günlük hayat bunlar sayesinde dönüyor” diyor.

Yaşlanan işçi sınıflarını yenileyecek kadın ve erkek­ler, özellikle daha kötü çalışma koşullarını ve düşük ücretle­ri kabul etmek durumunda. Tehlikeli, kirli, zor, dolayısıyla güvencesiz işlerde (İngilizce­de “3-D”/dangerous, dirty, dif­ficult) çalışmayı kabullenecek bir orduya ihtiyaç var. Üstelik hem zorlu çalışma koşulları­na katlanacak hem de herhan­gi bir hakka sahip olmamayı kabullenecek bir ordu. “Geçici” işçiler, hizmetliler, konutlarda ve diğer sağlık kuruluşlarında­ki görevliler, inşaat-ulaşım-gı­da sanayii ve daha birçok alan­da çalışanlar, kâr birikiminin ve yükselmesinin engellenme­den büyümesini sağlayan vaz­geçilmez unsurlar. Özellikle kadın göçmen işçiler sözkonu­su olduğunda, bakım ve ev işle­ri gibi sektörlerdeki ulusötesi devrelerin sürece müdahalesi sır değil.

Tabii günümüz kapitalist sistemi, çok sayıda teknik olarak nitelikli insana da ihtiyaç duyu­yor. Bu mühendisler, bilgisayar­cılar ve biliminsanları, zengin ülkelerin ihtiyaçlarını düşük üc­retle karşılamak için “gelişmiş” ülkelere kabul ediliyor.

Nihayetinde sınırlar, rekabet eden merkezler arasında bölün­müş küresel bir pazarda sınıf ilişkilerinin gerekli bölgeselleş­mesinin bir parçası olarak yara­tılır. Tanım olarak sınırlar, bazı insanların girmesine izin verir, bazılarının girmesine izin ver­mez. Belgesiz girenler kendile­rini en güvencesiz konumlarda bulurlar; vatandaşlığın normal faydalarına erişemez ve evsahibi ülkenin sürekli tehditlerine ma­ruz kalır. Bu yasadışılık, sınırla­rın tesadüfi bir yan ürünü değil, onların doğasında saklı.

Mekansal kökenleri nede­niyle uluslararasılaşamayan birçok sektör (inşaat, hizmetler, ev işleri ve bakım) maliyetleri azaltmak için belgesiz işgücüne veya diğer göçmen türlerine ba­ğımlıdır. Bu anlamda sınır kont­rollerinin asıl etkisi, belgesiz işçilerin dışlanması değil, yasa­dışılığın etkin bir şekilde serma­ye birikimi için yararlı bir araca dönüştürülmesidir.

Sınırların ve göçmen nüfu­sun daha fazla gözetlenmesi; duvarlar ve elektrikli çitler gibi fiziksel engellerin kurulması; biyometrik verilerle bağlantı­lı izleme teknolojilerinin yaygın olarak kullanılması; silahlı dev­riye ve insansız hava araçlarının kullanımı; nüfus profili çıkarma, önleme ve risk değerlendirme­si; insanları çeşitli kategorilere ayıran ve sınıflandıran karmaşık veri tabanlarının yaygın ulusla­rarası kullanımı günümüzdeki uygulamaların başlıcaları. Daha da önemlisi, bu yeni kontrol tek­nolojileri, devletler içindeki bü­rokratik gücü yeniden şekillen­dirmeye yardımcı oluyor; askerî ve güvenlik güçlerini anlaşılmaz ve sorumsuz sınır ve göç rejim­lerinin merkezine yerleştiriyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Devamını Oku

Son Haberler