İsrail’in bugün Gazze ve mülteci kamplarında gıda yardımlarını engelleme, hammaddeleri yasaklama çabalarının altında; büyük bir mutfak kültürünü yoketme veya kendine mâletme planı da var. “Çölü yeşertip çiçek açtıran”, “doğayı geri kalmış Araplardan kurtaran” yerleşimcilere karşı zeytinin, zahterin, kengerin ve adaçayının mücadelesi.
İsrail ve Filistin arasındaki mücadele neredeyse 100 yıldır sürmekte. Bölgede 1948’deki “Nakba” yani büyük felaketten sonra, insanlık adına yine utanç verici bir dönem yaşanmakta. Filistinlilerin türlü katliama uğrayıp göçe zorlanmaları ve temel yiyecek maddelerine ulaşmalarına izin verilmeyen bir dönemden geçiyoruz. Öte yandan kendi yiyeceğini üretmelerinin yolu da tıkanarak gıda bağımsızlıkları ellerinden alınmış durumda. Bu ahval ve şerait altında bile moralleri yükseltmek için ele geçirdikleri basit malzemelerle sevilen yemekleri kazanla yapıp insanlara dağıtan gençlerin çabalarını görünce umutlanıyor insan.
Filistinliler mutfak kültürlerini de bir kimlik ve direniş unsuru olarak yaşatıyor. 1948’den sonra dünyanın çeşitli ülkelerine dağılan 750 bin kişi bir daha memleketlerine dönemedi; dolayısıyla Filistin diasporasının mutfak kültürünü titizlikle koruma çabalarının arkasında kimliğini ve kökenine dair aidiyetini koruma arzusu var. İsrail’in Gazze’de ve mülteci kamplarında gıda yardımlarını engelleme, mutfağın temel taşı sayılan malzemeleri yasaklama ve Filistinlilerin gıda egemenliğini ellerinden alma çabalarının altında da bu mağrur kimliği yoketme amacı var. Yoksa mercimek, salça gibi temel maddelerin yardımı neden yasaklanır ki? Gıda egemenliği; insanların ekolojik olarak güvenli ve sürdürülebilir yöntemlerle üretilmiş, sağlıklı ve kültürel olarak uygun gıdaya ulaşım ve kendi gıda-tarım sistemlerini belirleme hakkıdır.
19. yüzyılın sonlarında Hicaz demiryolunun tamamlanmasıyla, Filistin’in liman kentleri dünya ticaretine açıldı ve kısa sürede bölgede hatırı sayılır bir sermaye birikimi sağlandı. 1. Dünya Savaşı’nın bitiminde İngiltere, Hindistan’a kolayca ulaşmasını sağlayan Süveyş Kanalı’nın ve güneydeki petrol sahalarının kontrolünü elinde tutmak için 1917’de bölgeye yerleşir. Bu topraklar Avrupa’dan gemilerle kaçak olarak gelen ve İngilizler tarafından Filistin pasaportu verilerek bölgedeki varlıkları meşrulaştırılan göçmen Yahudilere yeni yurtları olarak tanıtılır. İngilizlerin çekilmesinin hemen ardından 1948’de İsrail devletinin kurulmasıyla hızlanan ve bugün bile devam eden göç dalgasıyla Filistin’in özgürlük düşü büyük bir kabusa dönüşür.
İngilizlerin bölgeden çekilmesinin ardından, İsrail devleti hummalı bir ağaçlandırma faaliyetine girişti. Çoğu çam, milyonlarca ağaç dikildi. Boşalan, yokedilen kimi Filistin köylerinin yıkıntılarının üzeri kısa sürede çam ormanları ile kaplandı. Filistinliler 4.8 milyon dönüm arazi kaybettiler. İsrail’in kurduğu 370 kibbutz’un 350’si mülteci durumuna düşürülmüş Filistinlilerin toprakları üzerinde idi. Bugün sulamada öncelik İsraillilerde. Süt ve yumurta satış kotalarında Filistinli üreticilere satış hakkı tanınmıyor. Tarım arazisine dikilen duvar ile tarlalarından ayrı düşen çiftçilerin %73’üne toprağını işlemek için duvarın ötesine geçme izni verilmiyor. Gıda egemenliğinin bu denli hiçe sayılması, elbette mutfağın karakterini de etkileyecektir.
Yeni kurulan İsrail devletinde toprak ve doğa, siyonizmin kalbinde yer alıyordu. Bu nedenle kendilerini “toprağı yücelten”, “çölü yeşertip çiçek açtıran”, “doğayı geri kalmış Araplardan kurtaran” modern yerleşimciler olarak tanımlamayı uygun gördüler. Halkın asırlardır beslediği develeri ve karakeçileri ilkel bir kültürün yansımaları olarak yasaklayıp yerine modern beyaz keçiler ve inekleri oturttular. Çam ağaçlarının “modern” yeşili İsrail’in gelecek düşünü simgeliyordu; geçmişin demode “zeytin ağaçları” ise birarada yaşamayı arzu etmedikleri bir kadim kültürün sökülüp atılması gereken simgeleri idi. Toplamda sökülen zeytin ağacı sayısı bugün 1 milyonu aşmış durumda. Onlar ağaçları kökledikçe, Filistinlilerin direniş simgelerinden biri hâline geldi zeytin ağaçları; aynı “za’atar” (zahter), “akkoub” (kenger) ve adaçayı gibi.
İsrail hükümeti 1977’de “za’atar” ve adaçayını, 2005’te de “akkoub”u “korunan tür” ilan ederek doğadan toplanmasını ve satılmasını yasaklamaya karar verdi. Yasakları ciddiye almayarak yüzyıllardır yaptıkları gibi bunları toplamaya devam eden birçok Filistinli, topladıklarını Batı Şeria’dan Kudüs’teki pazarlara getirmeye çalışırken tutuklandı; mallarına elkonuldu. Bilimsel bir veriye dayanmayan bu “çevreci” uygulamadan, kişisel kullanım için az miktarlarda ve koruma altında olmayan alanlardan toplanması şartı ile ancak 2020’de geri adım atıldı. Olan yıllarca ceza yiyen, yargılanan hatta hapse giren Filistinlilere oldu. Fakat mutfaktaki yeri vazgeçilmez olduğu için, yabanisinin lezzetini yakalayamasa da “za’atar”ı kültüre alıp satarsa epey para kazanacağını öngören İsrailli yetiştiricilere bir şey olmadı. Üstüne üstlük “za’atar”ı modern İsrail’in bir sembolü olarak göstermeleri de yanlarına kâr kaldı. Ancak bunlar her Filistinli ailenin mutfağında bulunduğu için, sömürgecilerin arazi gasp planlarına karşı direnişin simgeleri hâline geldiler.
İsrail’in kendi ulusal kimliğini tasarlarken kendi modern toprak-doğa-insan kurgusuna uygun görmeyip yasakladığı malzemelerin ya da dünyaya kendi mutfağına aitmiş gibi tanıttığı yemeklerin ne ilki ne de sonuncusu oldu bunlar. “Kültürel sahiplenme” (cultural appropriation), şüphesiz dünyanın birçok yerinde farklı ulusların da sorunu olan bir konu. Bu ne demek? Bizim konumuz gastronomi olduğu için, bir sofra geleneğinin, yemeğin ya da yiyecek-içecek maddesinin ya da pişirme-saklama yönteminin kökeni ve kime ait olduğu üzerinden sürdürülen bir çekişme diye özetleyebiliriz. Yoğurdun, lokumun ya da kahvenin “Grek mi Törkiş mi olduğu” tartışması bu konuya bizden en güzel örnek. Devletler arasında da coğrafi işaretler, menşe ve mahreç tanımları kullanılarak hukuki bir düzenleme çabası sürmekte. Zira salt kültürün ötesinde bir yemeğin, içeceğin veya malzemenin ortaya çıkardığı ticari bir büyüklük var. Örneğin parmesanın 2031’de ulaşması beklenen yıllık pazar büyüklüğü 23 milyar USD. Şimdi kim tutup da bu kazancı paylaşmak ister ki?
Ortadoğu’ya baktığımızda falafel, humus, künefe ve tabule gibi yemekler üzerinden sürdürülen “o sizin değil bizim yemeğimiz” tartışması, işin içine İsrail’in ezici varlığı girince, artık iyiden iyiye kültürel ve ekonomik bir kavga hâlini aldı. Çekişme, yemekler üzerinden ulus kimliği belirleme, belirli bir coğrafyanın sahipliği ve ekonomik bir kavgaya evrildi. 1950’lerde falafel, humus ve tabuleyi millî-kültürel kimliklerinin inşaı için planlayarak seçen İsrail, savaş sonrasında Avrupa’dan Ortadoğu’ya göç eden Yahudilerin beraberliklerini pekiştirecek millî bir sembol olarak falafeli seçmişti. 1950’lerde “Ve falafelimiz var” diye
şarkısı bile yapılmıştı: “Sadece bizim falafelimiz var, çünkü bu İsrail’in millî yemeğidir…” Sinir bozucu değil mi? Dağdan gelip bağdakini kov, sofrasına çöreklen. Ancak İsrail “bu yemekler tarih kadar eski, dolayısıyla herkesten önce biz buradaydık ve bu nedenle bunlar bizim de yemeğimizdir” diyor. Falafelin ardından humus ve tabule de sırada artık.
Bölgenin 1900’lerin başında dünyaya ilan edildiği gibi kimsesiz, kimliksiz ve “çulsuz” olmadığını anlamak için bugün Filistin mutfağına bir göz atmak yeterlidir. Bu kadar zengin bir mutfak kültürü, bölgeye yerleşen medeniyetlerin potası gibidir. Özellikle Emevîler ve sonrasında Abbasîler döneminde coşmuş olan İran mutfağından çok etkilenmiştir. Nihayetinde hüküm sürdüğü tüm toprakların en güzel malzeme ve lezzetlerini kendinde birleştiren Osmanlı mutfağının etkileriyle de iyice olgunlaşmıştır.
Coğrafi açıdan Filistin mutfağı üç ana bölgeye ayrılır. Kuzeyde Lübnan ve Suriye mutfağına benzeyen yemekleri ile Celile yer alır. Bizim güneydoğu ve Antakya mutfağımız ile benzerliği çok olan bir mutfaktır. Humus, babagannuş, tabule, labne, etli veya pirinçli sarmalar, kibbeh (yuvarlak veya tepside içli köfte), zeytin ve turşu, Akka şehrinin akkavi peyniri sevilen yiyeceklerdir. Özel günlerde pilav üzeri kuzu eti veya maydanoz ve yemişlerle sunulan kuzu kavurma, şiş kebaplar (lahme maşwi) çoğunlukla mezelerden sonra yenir.
Ölüdeniz’e ve Ürdün’e sırtını dayamış ama denize kıyısı olmayan Batı Şeria’da, bizim tandır ekmeğimizin benzeri olan “tabun” ekmeği çeşitli etli yemeklere katık edilir ve biraz daha ağır yemekleri vardır. Akdeniz kıyısında Mısır etkilerine açık Gazze bölgesi ise deniz kıyısıyla Akdeniz’in has çocuğu olup balığa ve deniz ürünlerine sofrasında yer açmıştır. Bu üç bölgenin benzer yemekleri olsa da birbirinden farklı mutfak alışkanlıkları ve kendi içinde de mikro klimalar nedeniyle yetiştirdiği ürünler açısından diğerlerinden ayrılan ufak bölge mutfakları vardır.
Mevsimlerle değişen malzemelere bağlı Filistin mutfağında çeşitlilik ve aynı malzemelerle bölgesel yorumlar, belki bundan sonra “elde ne varsa onunla yapılacak” direniş yemeklerine dönüşecek. Gökten kudret helvası değil artık süt tozu yağıyor. “Kamyon ne verdiyse” mi diyecek hanımlar sofraya buyur ederken? Yardım kamyonundan ne çıkarsa bahtına… Ancak eminim muktedirin de farkında olduğu bir gerçek var: en son mutfaklar ölür. Sokaktaki insanlar sofralarda buluşur ve barışır. Aymaz yönetimler yüksek duvarlar dikmeye devam etsinler; biz sofraların birleştirici gücüne inanmaya devam edelim. Belki bir gün falafeli ve humusu çok seven iki ulus aynı masaya oturup barışa kadeh kaldırır ve iki kadeh sonra duvarı yıkmaya karar verir. Yıkılmaz zannedilen ne duvarların yıkıldığını gördük değil mi?
Biz yine de her ihtimale karşı unutuluşa ve yokedilmeye karşı Filistin mutfağından sevilen bir içecek tarifine yer vererek bitirelim.
TARİF
Demirhindi şerbeti: Tamr hindi
Ramazan’da ekşi tadı ile ferahlatıcı bir içecek olarak tercih edilen demirhindi şerbeti yani “tamr hindi”. İsteyen şeker ya da pekmez ekleyip tatlandırabilir. Filistin’de tercih edilen tarif şöyle:
> 1 paket demirhindi ezmesi (tazesini bulmak zor çünkü. Paket olanı aktarlarda var.)
>1.5 litre su
> 1 çay bardağı şeker (tercihe bağlı, çok ekşi severseniz koymayın; ama koyun siz yine de…)
> 1 çorba kaşığı gülsuyu (tercihe bağlı)
Geceden ezmeyi suya koyun ve sabah şeker ile yarım saat kadar kaynatın. Tülbentten geçirip süzün. Şekeri az gelirse ağız tadınıza göre ayarlarsınız. Şeker istemezseniz pekmez veya bal ile ya da “stevia” ile tatlandırabilirsiniz. Ben bir-iki çubuk tarçın, 5-6 karanfil tanesi, birkaç kakule çıtlatıp birlikte kaynatıyorum. Sonradan iki çorba kaşığı bal ekliyorum. İsteyen Suriye ve Filistin’de sevildiği gibi bir-iki kaşık gül uyu da ekleyebilir. Soğutup bol buzla servis edin.