Evrendeki her şeyin insana hizmet için yaratıldığına ve “işine yaramayan” her şeyi yok etme hakkı olduğuna inanan hastalıklı kafa, 20. yüzyılı Türkiye’deki sokak hayvanları için tam bir vahşet dönemine çevirdi. İlki 104 yıl önce kurulan ve dönem dönem belediyelerin hayvanları öldürmesine destek dahi veren hayvanları koruma organizasyonları ise zaman içinde değişti, naif hayvanseverlik hayvan hakları savunuculuğuna dönüştü.
Sokak köpeklerini gelişmiş Batı kentleriyle karşılaştırdıkları İstanbul’un ulaşım, plan, altyapı gibi sorunlarından biri olarak değerlendiren, aşırı Batıcı ve modernist İttihatçılar 1908’de İkinci Meşrutiyeti’nin ilanının ardından bu düşüncelerini hayata geçirmeye başlamış, 1910 yılında sokaklardan toplattıkları on binlerce köpeği Hayırsızada’ya sürüp ölüme terk etmişlerdi. Sürgün çare olmayınca bu kez belediye ekipleri sokaklarda hayvanları toplu halde öldürmeye girişti. 1912’de göreve atanan İttihatçı Belediye Başkanı Dr. Cemil Topuzlu anılarında İstanbul’daki 30 bin sokak köpeğini “yavaş yavaş imha ettirdiğini” yazar.
Yaşananlar hayvanseverleri çok üzse de, dönenim havası, “modernlik” gereği köpeklerin öldürülmesini meşru kılıyordu. Yine de bir grup yerli ve yabancı hayvansever, 1910 yılında köpekleri kurtarmak için çaba gösterdi. Hatta bir cemiyet kurma fikri de ortaya atıldı ama hayata geçirilemedi.
1912 yılında İstanbul’a gelen bir İspanyol kumpanyasının boğa güreşi düzenlemek istemesine karşı çıkan hayvanseverler birlikte hareket edip sonuç alınca Türkiye’nin ilk “hayvanseverler derneği” olan Himaye-i Hayvanat Cemiyeti’nin kurulmasına karar verildi.
Altıncı Daire-i Belediye adıyla anılan Beyoğlu Belediyesi’nde kurulan cemiyetin yönetiminde ileri gelen asker ve sivil bürokratlar da vardı ama faaliyetleri asıl yürüten kişiler İngiltere Büyükelçisinin eşi Lady Lowther (başkan), İngiltere Elçiliği Müsteşarı Doktor F. G. Clemow (veznedar) ve eşinin Robert Kolej’deki görevi nedeniyle 1902’de Türkiye’ye gelen Amerikalı Alice Manning’di (sekreter).
Cemiyetin iki temel amacından biri, hayvanlara yönelik zulüm ve haksızlıkların önlenmesiydi. İkinci amaç ise, toplumda hayvan sevgisini arttırmaya yönelik çalışmalar yapmaktı. Cemiyet hayvanlara kötü davrananlara verilecek cezaların arttırılmasını, bu kişilerin teşhir ve ilan edilmesini, ayrıca yeni kanun ve düzenlemeler yapılmasını istiyordu.
Cemiyet, köpek, horoz, deve ve koç gibi hayvanların dövüştürülmesiyle de mücadeleyi amaçlıyordu. Cemiyetin kurucuları arasındaki Mahmut Şevket Paşa ve halefi Said Halim Paşa’nın birbiri ardına sadrazam olmaları, köpek itlaflarını tamamen bitirmemişse de azaltmıştı.
1914’te 1. Dünya Savaşı patlak verince cemiyetin faaliyetleri durdu.
Bu cemiyetin bazı üyelerinin de aralarında olduğu bir grup Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra, Türkiye Himaye-i Hayvanat Cemiyeti’ni kurdu. Faaliyetlerine 6 Mart 1924’te başlayan ve ilerleyen yıllarda sırasıyla Hayvanları Himaye Cemiyeti, Hayvanları Koruma Cemiyeti ve Hayvanları Koruma Derneği adını alacak olan cemiyetin az sayıda üyesi vardı. Emekli orgeneral Zeki Baraz başkanlığındaki cemiyet ilk zamanlarında, çay partileri düzenleyip hayvan sevgisini anlatmaya çalışan bir sosyal kulüp niteliğindeydi ve pek fazla görünür değildi.
Cemiyetin ilk etkinliklerinden biri yük hayvanlarıyla ilgiliydi. 1924 yılının Eylül ayında, cemiyet üyelerinin şehrin çeşitli bölgelerine dağılıp yük taşımakta kullanılan hayvanlara kötü muamele edilip edilmediğini denetleyeceği açıklandı. İstanbul sokaklarında yaşlı ve perişan halde arabaya koşulmuş atlar görmenin çok sıradan olduğu o günlerde cemiyet müfettişleri uygunsuz bir duruma rastladığında belediyeye şikayet edecek, “hayvanlara hüsnü muamele edenlere” ödül verilecekti. 4 Kasım’da Adalar’daki altı eşek sahibine para ödülü verildi, bu faaliyet uzun yıllar devam etti.
1920’li yıllarda belediyeler, kuduzla mücadeleyi gerekçe göstererek sokak hayvanlarını toplu halde öldürüyordu. Kullanılan yöntemlerden biri hayvanları zehirleyerek öldürmekti. Sokaklara rastgele zehirli yiyecekler bırakılıyor ve zehre maruz kalan hayvanlar saatlerce çırpınarak acılar içinde ölüyordu. Hayvanları Himaye Cemiyeti hayvanların öldürülmesine karşı çıkmıyor, ama yöntemi “insani” bulmuyordu.
14 Mayıs 1927’de cemiyet, sokak hayvanlarını zehir yerine “acısız, insani ve fenni bir yöntem” olduğunu savundukları gazla öldürmeyi ve yurtdışından gerekli donanımı getirtmeyi önerdi. Buna göre cemiyetin Nişantaşı’nda hizmete girecek hayvan hastanesinde bir gaz odası oluşturulacak ve belediyenin topladığı sokak hayvanları burada öldürülecekti.
İstanbul aşığı olarak bilinen, kedi ve köpeklere düşkünlüğüyle tanınan Ahmet Rasim hem sokak hayvanlarının öldürülmesine hem de cemiyetin tavrına karşı çıkan sayılı yazardan biriydi. Cumhuriyet gazetesinde 25 Mayıs 1927’de yayımlanan yazısında şöyle diyordu:
“İstanbul’da bir Hayvanları Koruma Derneği varmış! Köpeklerle kediler için, ‘Hiç merak etmesinler, ben kendilerini öyle gözleri dönerek, saatlerce çeneleri atarak, kol, bacak silkeleye silkeleye, kuyruk dikerek öldürmeyeceğim. Adi bir sandık içine koyacağım, içinden havagazı geçireceğim, bir an sonra gözlerini açıp bakacaklar ki ölmüşler, diyormuş. (…) Bu nasıl koruma? Tıpkı Avrupalıların, Asya ve Afrika’daki yerli insan topluluklarına yutturdukları korumaya benziyor.”
1927’nin Temmuz ayında hayata geçirilen bu uygulama, uzun yıllar Hayvanları Himaye Cemiyeti’nin ana faaliyetlerinden biri oldu. Bu durumu Cemiyetin yıllık raporlarından da izleyebiliyoruz. Örneğin 1929 yılı raporunda “Bir sene zarfında hastanemizde 3309 köpek, 807 kedi, 47 beygir insani bir tarzda öldürülmüştür” yazıyor. 1930 yılı rakamları ise 1309 köpek, 982 kedi, 27 at.
O dönem Türkiye’deki hayvan hakları anlayışının bugünkünden farklı olması, cemiyetin böyle şaşırtıcı bir işe girişmesinin sebeplerinden biriydi. Ayrıca bugünkü gibi hayvanları kolayca kısırlaştırmak mümkün değildi ve günümüzdeki aşılar da yoktu. Diğer bir etken ise derneğin kuruluşundan itibaren vali ve belediye başkanın onursal başkan, ilçe kaymakamları ile belediye veteriner işleri müdürünün de doğal üye sayılmasıydı. Yani hayvanları öldürtmekten sorumlu kişiler de cemiyetle bir şekilde ilişki içindeydiler. Ama en önemli sebep kuduz korkusuydu. Tek bir kuduz vakası bile büyük panik yaratabiliyordu.
Kuruluşundan beri sokaklarda ayı oynatılmasının yasaklanmasına da çalışan cemiyet, 1929’da bu amacına ulaştı. Ancak bu yasak kağıt üzerinde kaldı ve ayıların durumu 1990’lı yıllara kadar hayvan hakları savunucularının uğraştığı bir mesele oldu.
Cemiyet 1930’da bu kez hayvan dövüşlerinin yasaklanmasını gündeme getirdi. Çok ilgi çeken deve ve horoz güreşleri, kentin göbeğinde, Taksim Stadı’nda yapılıyordu. Cemiyetin çabalarıyla 1934’te belediye, deve ve horoz güreşlerini yasakladı. Bu yasakla deve güreşlerinin sonu geldiyse de horoz dövüşleri gözden uzak semtlerde devam etti.
1930’lu yıllarda sokak hayvanlarının toplu itlafı da tam gaz sürüyordu. Belediye bir dönem araç eksikliğini bahane edip köpekleri yeniden zehirlemeye başladı. Cemiyet bu mazereti geçersiz kılmak için belediyeye köpek kıskaçları ve köpek arabası hibe etti. Özellikle 1937 yılı sokak hayvanları ve özellikle de kediler için çok zor oldu. Temmuz ayında kedilerin kuduz açısından köpeklerden daha tehlikeli olduğu gerekçesiyle bir katliama girişildi. İlk dört günde 2100 kedi öldürüldü. Üstelik bu kez yalnızca belediye ekipleri yoktu işin içinde. Kedi getirene para ödülü verildiği için sokaklarda kedi avı başlamıştı.
1939’da savaşın başlaması insanlar gibi hayvanlar için de zor günlerin başlangıcıydı. Binlerce kedi ve köpek yiyecek bulamadığı için öldü. Ekmeğin karneyle dağıtıldığı savaşın ilk yıllarında, yük hayvanları için çocuk karnesi veriliyordu fakat 1942’de bu karne kesilince birçok yük hayvanı da öldü.
Hayvanları Himaye Cemiyeti’nin faaliyetleri savaş yıllarında da sürdü. 1940 ve 1941 senelerine ait cemiyet raporlarındaki rakamlara göre iki yılda 9 bin 500’ü köpek 15 bini kedi olmak üzere 25 bin hayvan cemiyet hastanesinde öldürülmüştü. Hastanede bu süre boyunca tedavi edilen hayvan sayısı ise 20 bindi.
1950’li yıllarda faaliyetleri aynı çizgide devam eden cemiyet, 28 Nisan 1950’de Bakanlar Kurulu kararıyla kamu yararına çalışan dernek statüsü aldı.
1934’te Hollanda Büyükelçisinin eşi öncülüğünde kurulan Ankara Hayvanseverler Cemiyeti kısa ömürlü olsa da, 12 Aralık 1945’te Ankara Hayvanları Sevme ve Yardım Cemiyeti adlı yeni bir cemiyet kurulmuş ve böylece Türkiye’deki hayvansever örgütü sayısı ikiye çıkmıştı. 1950’li yıllardan itibaren Anadolu’da da birçok şube açıldı. Ancak bu durum pek bir şeyi değiştirmedi. Siyasetçilerde, basında ve halk arasında yeterli duyarlılık olmadığı için hayvanseverlerin faaliyetleri marjinal bir uğraş olarak algılanıyordu. Günümüzde de epey yandaşı olan bu düşünce sahipleri, hayvanseverleri tuzu kuru, zengin, yapacak işi gücü olmadığı için canı sıkılan ve boş işlerle uğraşan, halkın dilinden anlamayan, sosyetik tipler olarak karikatürize ediyordu.
1950’ler büyük kentlere yoğun göçlerin yaşandığı yıllardı. 1950’de 1 milyon 166 bin olan İstanbul nüfusu 1960’da 1 milyon 882 bine ulaşmış; yani kentte yaşayan insan sayısı on yılda yüzde 50 artmıştı. Bu anormal artışın sonucu kaçınılmaz olarak şehrin dört bir yanında gecekondu mahallelerinin oluşmasıydı. Bu da sokak hayvanlarının ve özellikle başıboş köpeklerin sayısının artmasına sebep olmuştu.
İstanbul Belediyesi’nin 13 Ağustos 1959 tarihli açıklamasında, kentteki kedi-köpek sayısının 100 bin olduğu, civar kasaba ve köylerden getirilen sürülerin ya da süt taşıyan yüzlerce at arabasının peşine takılan hayvanların geri dönmeyip İstanbul’da kalmasının büyük sorun yarattığı vurgulanıyordu. Tek çarenin köpeklerin toptan yok edilmesi olduğu öne sürülen açıklamaya göre ikinci sorun, kasaplık hayvanların kesim yerlerinin bulunduğu Sütlüce ve Haliç mıntıkaları, Topkapı, Yenikapı, Eyüp, Mecidiyeköy, Ahırkapı, Selimiye ve Beylerbeyi’ndeki mezbelelikler ile binlerce askerin karavana artıklarının atıldığı Davutpaşa ve Rami kışlaları civarındaki kalabalık köpek gruplarıydı.
Belediyelerin sokak hayvanlarını öldürmeye devam ettiği 1960’lı yıllar, bizde değilse de ABD ve Avrupa’da militan hayvan hakları hareketinin yükseldiği dönem oldu. 68’in devrimci dalgası hayvan hakları aktivistlerini de radikalleştirmiş, hayvan hakları konusunu hayvanseverlik meselesi olmaktan çıkarıp bambaşka bir zemine oturtmuştu. 1970’li yıllarda ivmesi yükselen bu mücadelenin sonuçlarından biri de 15 Ekim 1978’de Paris’te UNESCO Evi’nde ilan edilen Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi oldu. Bütün türlerin eşitliği temeli üzerine kurulu bildirge, evrenin insan merkezli bir hiyerarşiyle düzenlenmesini reddeder.
Türkiye kendi iç çalkantılarıyla uğraştığı için bu gelişmeler sıcağı sıcağına karşılık bulmadı. 12 Eylül sonrası, 1982’de darbeciler tarafından belediye başkanı olarak atanan Abdullah Tırtıl’ın döneminde yeni bir kedi-köpek katliamı dalgası başladı. Bazı gazetelerin sorumsuzca yapılmış haberleri 1983’ün yaz aylarında büyük bir kuduz paniği yaratmıştı. Temmuz ayında 26 ekibin gece gündüz sokak hayvanlarını öldürmeye başladığını açıklayan başkan Tırtıl, kuduzla mücadele için giriştikleri bu işte vatandaşlardan da destek isteyince iş çığrından çıktı. Kedileri koyduğu çuvalın ağzını bağlayıp denize atanlara bile rastlanıyordu.
1980’li yıllar sokak hayvanları açısından korkunç bir dönem oldu. 1984’te İstanbul Belediye Başkanı seçilen ve “Kore’den adam getirtip sokak köpeklerinin hepsini yedireceğim” gibi şeyler söyleyen ANAP’lı Bedrettin Dalan başta olmak üzere birçok sağcı belediye başkanı, kuduz tehlikesini gerekçe göstererek İttihatçı başkan Cemil Topuzlu’yu aratmayacak barbarlıklara imza attılar.
En karanlık yıl 1987’ydi. Dalan, Kore’den adam getirtme projesini hayata geçirememişti ama belediye ekipleri yaz boyunca kedi köpek avındaydı.
İzmir’de belediye başkanı Burhan Özfatura ile vali Vecdi Gönül, kedi ve köpek itlaf kampanyası başlatıp halktan destek istiyor; Temmuz ayında Bursa Belediye Başkanı Ekrem Barışık’ın 1747 kedi ve köpeği fırında diri diri yaktırdığı ortaya çıkıyordu.
1989’da büyük kentlerde belediyelerin çoğu el değiştirince katliamlar hız kesse de durmadı. Nisan ayında, Tokat’ın iki haftalık belediye başkanı İsmet Saraçoğlu, hayvanat bahçesini kapatıp 400’e yakın hayvanı öldürttü. DYP’li Saraçoğlu, düzenlediği basın toplantısında katliam değil tasfiye yaptırdıklarını söyledi. “Yalnızca dört tilki ve dört kurdu öldürdük” diyen Saraçoğlu, develeri, ceylanları ve “eti yenilmeye müsait” kanatlı hayvanları kestirip kasaplara satmasını öldürmekten saymıyordu. Yalnızca iki domuz ve bir sansar paçayı kurtarmıştı; başkan domuzu “eti murdar olduğu için” kesmediklerini açıkladı ama sansarın durumuna açıklık getirmedi.
1980’li yılların sonuna gelindiğinde hayvansever organizasyonlarda da değişiklikler yaşanmaya başlamıştı. 12 Eylül öncesi siyasi gruplarda bulunmuş insanların da dahil olduğu yeni çevre ve hayvan hakları örgütlerinin ortaya çıkması ve bu örgütlerin güçlü uluslararası bağlar kurmaya başlaması değişimin en önemli sebebiydi. Batıdan 20 yıl sonra olsa da artık hayvanseverlikten hayvan hakları savunuculuğuna geçiliyordu.
Hayvan hakları mücadelesine güç katan yeni oluşumlar ve uluslararası bağlantılar ilk meyvesini sokakta oynatılan ayılar konusunda verdi. 1992 yılında Dünya Hayvanları Koruma Vakfı’nın (WSPA) sağladığı bütçeyle ayılar için Bursa’da bir barınak oluşturuldu ve 1993’ten itibaren sokaklarda ayı oynatmak kesin olarak yasaklandı.
Uzun mücadeleler sonucu çıkan bu karar, Türkiye’deki hayvan hakları savunucularının ilk zaferi olmasının yanı sıra hayvanlar için barbarlık ve vahşetle geçen yirminci yüzyılın en güzel haberlerinden biriydi.
BİLGE KARASU’NUN İSYANI : Ürkütücü, tiksinç birşey bu!
1987’nin Temmuz ayında, Bursa Belediyesi’nin 1747 kedi ve köpeği diri diri fırında yaktığının ortaya çıkması tüm hayvanseverler gibi yazar Bilge Karasu’yu da isyan ettirmişti. Karasu’nun katliamın ardından Şehir dergisine yazdığı yazıyı kısaltarak yayımlıyoruz.
İlk sorumuz şu olmalı: İnsanlar, şehirlerinde rahat etmek için dirim ortaklarını teker teker yok etmenin ne kadar ilkel bir ‘çözüm’ olduğunu, iş işten geçmeden anlayabilecekler mi? (Pencereyi gölgede mi bırakıyor? Kökler betona mı dayandı? Ağaçlar kesiliverir. Kuduz tehlikesi artar gibi mi? Kediler köpekler fırında yakılıverir). Karşıdan bakanlar için şehir yaşamı ‘kolaylıklar cenneti’dir; şehirliler, zahmetsizliğin ancak zahmetle elde edilebileceğini unutuyor mu? Öldümekten, yok etmekten azıcık daha zahmetli çıkar yollar aramamak, uygarlığın övüncü haline mi gelecek?
(…)
Yapılan nedir, onu anlamaya çalışalım. Her şeyden önce, üç ay içinde 1747 kedi ile köpeğin öldürülmesidir. Yani evcilleştirilmiş hayvanların.. Yani bizlerin, insanların, işimize yaraması için, binlerce yıl önce yolunu bulup, avından, kırından, dağından kopardığımız, kendimize alıştırdığımız, öğürleştirdikçe de canını da biz vermişiz gibi davranmaya kalkıştığımız hayvanların öldürülmesidir…
(…)
Yapılan, topluca kıyımın yanısıra, nicelikle ilişkili gösterilen öldürme yöntemi kullanılmış olmasıdır: Hayvanlar, diri diri, fırında yakılmıştır.
‘Gerekli’ görülmüş bir can alma işini elden geldiğince acı vermeden yapmanın yolu aranmış mı ki? Gömme sorun yaratıyorsa (öyle ya, 1747 hayvan için kazdırılacak çukurlar büyük olacaktır, zahmete girilecektir) hayvanların ölmesinden sonra onları yakma yoluna gidilebilir. Öldürten kişi, ‘insani açıdan bakarsak karşıyım’ dediği ‘olaya’ hayvani açıdan bakmayı deneyemeyeceğine göre, ‘içinin de sızladığını göre, yapılacak, söylenecek bir şey kalmamakta mıdır artık?
Bir ‘insanlık’ belirtisi, olsa olsa ‘yakıyorum ama önce uyuşturuyorum’ denmiş olmasında görülebilir. (‘İstesek onu da yapmayız ya… İnsanız ne de olsa…’) Gelgelelim uyuşturmak, diri diri yakılan bir memeliyi (amaç buysa) acı çekmekten ne kadar korur? Pek iyi bildiğimiz bir şey olmasa gerek… ‘Acı çığlıklar’ (haberi veren gazetecinin kullandığı deyim) işitildiğine göre ‘uyuşturma’ denen iş, yararını, ancak fırının dışındakilere sağlıyor besbelli.
Neresinden bakılırsa ürkütücü, tiksinç bir şey bu.