Kasım
sayımız çıktı

Sıkıntılı ruh hali, bozuk Türkçe ve dengesiz yönetim

Osmanlı şehzadeleri sancağa çıkma usulü kaldırıldıktan sonra belli bir zaman diliminde eğer öldürülmemişlerse her gün ölüp ölüp dirilirlerdi. Hayatta bırakılsalar da dört duvar arasına kapatıldıklarından diri diri mezara girmiş gibi olurlardı. Bir yandan da “tahtın ikbali” için diğer kardeşler boğduruldukça her an sıranın kendilerine geleceği endişesiyle yaşarlardı ve buna da yaşamak denemezdi. 2 yaşından 25 yaşına kadar kafeste kalan Sultan İbrahim de bunlardan biriydi.

Küçük yaşta kapatıldığı dört duvar arasında ço cukluğunu, ergenliğini,delikanlılığını yaşayamadan ömür süren bir insanın serbest kaldıktan sonra normal bir hayatı olabilir mi? Osmanlılar’ın en bahtsız hükümdarlarından Sultan İbrahim’in sekiz buçuk yıllık padişahlığını inceleyerek, mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Necdet Sakaoğlu’nun hemen önceki sayfalardaki yazısında, Sultan İbrahim’in kişiliği ile hükümdarlığının siyasi ve sosyal yönleri ortaya konuldu. Biz de padişahın kendi elinden çıkma bazı hatt-ı hümayunlarından örneklerle halet-i ruhiyesine bir nebze ışık tutmak niyetindeyiz.

Kapatıldığı odada çocukluğundan itibaren birkaç kişi dışında kimse ile konuşamayan birinin, eğitim görüp görmediğinden önce konuşmayı unutmamasına şaşmak gerekir. Benim için daha da şaşılası durum ise, dedesi III. Mehmed, babası I. Ahmed ile kardeşleri II. Osman, IV. Murad ve oğlu IV. Mehmed arasında en düzgün yazan padişah olmasıdır. Diğer saydıklarımın sarayda eğitim gördükleri daima belirtilir ama, yazılarına bakarak çok kalitesiz eğitim aldıklarını düşünürüm. Elyazıları tamamen bozuktur. Karışık ve zorlukla okunan yazılarda harflerin hakkı asla verilmemiştir.

Sultan İbrahim’e atfedilen yabacı bir gravür.

İbrahim’in yazıyı çok daha zor şartlarda öğrenmiş olması ihtimali ortadadır. Buna rağmen daha kolay okunabilen üslupta, harfleri daha karakterli tarzdadır. Ne var ki imlası çok bozuk olduğu, konuşma dilindeki rahatlığı kelimelerin imlasında da sürdürdüğü için, yanlış kelimenin doğrusunu ancak bilginizi ve hayal gücünüzü kullanarak çıkarabilirsiniz. İbrahim tamamen eğitimsiz olduğu için, saraydaki günlük konuşma dilinde o tarihlerde henüz terk edilmemiş “arkaik” Türkçe kelimeleri de yazıda kullanır.

Ağabeyi IV. Murad’ın çocukluğunda layihalar sunmuş olan Koçi Bey, İbrahim’e de teşkilat, yazışma usulleri öğretirken en basit kelimeler için lugatçe sunmuştur. Çok babacan üslupta ve oldukça anlaşılır bir dille sunulan bu risaleler, Osmanlı teşkilatı açısından en önemli kaynaklarımız arasındadır. İşte Sultan İbrahim, Koçi Bey’in telkinlerine ve risalelerindeki örnek formüllere göre çok sık hatt-ı hümayun yazmıştır. Topkapı Sarayı Arşivi’nde saklanan çok sayıda hatt-ı hümayununda başta sadrazamı olmak üzere devlet adamlarına emirler yağdırır. Bazen denge bozulur, ağzına geleni söyler. Hastalığından, sıkıntılarından sıklıkla dert yandığı bu emirlerin büyük kısmında ahalinin hoş tutulmasından, zalime aman verilmemesinden, asayişin sağlanmasından da bahseder. Sıkıntılı psikolojik dünyasını, bıraktığı elyazılarından da rahatlıkla görürüz.

Sultan İbrahim sekiz buçuk yıl hüküm sürmesine rağmen geride bıraktığı hatt-ı hümayunları 15-20 yıl hüküm sürenlerden çok daha fazladır. Bunların tamamının yayınlanmaması bir eksikliktir. Bu eksikliğin giderilmesi, Sultan İbrahim’i kendi kaleminden kendi dilinden dinleyip daha objektif değerlendirmeler yapmamıza vesile olacaktır.

Ben padişah değil miyim?

“Sen ki vezir-i azamımsın. Dünki gün hatt-ı şerîfim vardıkda tefderdâra [defterdâra] tenhbîh [tenbîh] idesün deyu emr itdim. İstavroz’da (Beylerbeyi’ndeki köşk) oturduğum tahtların mak‘atları [mak‘adları] ve yasdıkları köhne olmuşdur. Ben şikâra teveccüh ederim didim. Gelsün ölçsin [ölçsün], alsın, döşesün didim. Asla sözüm esnemedi [eslemedi]. Ben padişah değil miyim? Ben den] korkmaz mı? Kendi bilür. Öbürüsinden [IV. Murad] nice havf ederlerdi. Bizi şikârda bilsin. Hemen tenhbih eyle. Ben gelince döşesün. Şöyle bilesin”.

Bir bunamış adamdır, kitaba fazla bağlıdır

“Selamdan sonra Hasan Ağa Dülbend Oğlanı. Kapıcıbaşılık vereyim diye kendi istemiyor bir melain. Hemen kanun üzere ulufesiyle tekaüdlük ister. Daha safa. Hemen vazgeçesin kapıcıbaşılıktan. Bir bunamış âdemdir, ziyade kitaba takayyüd eyler. Hemen tekaüdlük veririm ulufesiyle otursun”.

Yoksa beni aldatıyor musun?

“Selamdan sonra. Bizim ahvâlimizden suâl itmişsin. Vallahi şimdilik bugün mizâcımız eyücedür. Hele bir mikdâr uyukuya [uykuya] vardık, şükür bu halimize. Nihayeti bugün bahçeye isterürüz [İstavroz’a yazmak istemiş de olabilir] gitme eğlenmeye. Şöyle bilesin. Göreyim seni, nice çalışırusun. Neyleyim şükür Allah’dan gelene. Öteyi gün hele ihtilâm oldum. Aşağa inme başlayor. Tizce bana timar itdirüsen. Nevruzî [Nevruz-ı] Sultânî de geldi. Hemen elemim tışardadur [dışarıdadır]. Bayılmam tut[t]uğu zaman gayret edemem. Sana bu kadar haber gönderdim azizlere sorasın nenin şerridür? Cevabın göndermedin, yoksa beni aldadanomu [aldatıyor musun demek istemiş] ne dirler? Şöyle bilesin”.