Osmanlı zindanları azılı katillere, siyasi tutuklulara, yanlış anlaşılmış mazlumlara evsahipliği yaptı. Biçarelere su ve ekmek dışında bir şey verilmez, kadı efendinin yoklamasında pişman görünenler veya padişahın yüce affına mazhar olanlar paçayı kurtarırdı. Buna mukabil, Divan toplantısını “kafes’ arkasından izleyen padişah yegane özgür ve korunaklı insandı; zira dış dünyayı tümüyle hapsetmişti.
Milattan önce 10 binlerde, Akdeniz’in doğu kıyılarında başlayan yerleşikleşme, beraberinde yeni hukuki uygulamaları da getirdi. İnsanlığın ilk yargı örgütlenmeleri, cezaları kanla ya da sürgünle değil, suçlunun ıslah edilmesi ve diğerlerinin suçtan korunması amacıyla hapis yoluyla vermeye başlamıştı. Kutsal kitaplar eski Mısır ve Mezopotamya medeniyetlerinin hapishane kurumlarından sözederken, peygamber ve azizlerin yolunun buralardan çokça geçtiğini bildirir. Roma dönemine gelince, daha çok kölelere reva görülen hapis cezalarında genellikle onların işgücünden faydalanmanın amaçlandığı görülür.
Tutuklama ve zindana atma, bir uygulama olarak Kur’an’da ne önerilmiş ne de yasaklanmıştır; fakihler sonraki dönemlerde bu yaptırım yönteminin gerekli ve meşru olduğunu Peygamber’in uygulamalarına bakarak tespit etmişlerdi. Ancak bu örnekler oldukça kısıtlı cezalandırmalar biçimindeydi ve Müslüman dünyada ilk kurumlaşmış hapishaneler, adaletiyle nam salan Halife Ömer devrinde ortaya çıktı.
İlk Osmanlılar ise göçer yörüklerdi; kabahat işleyenleri koyacak bazı çadırlar tayin etmiş olsalar bile uzun vadeli tutukluluk uygulama imkanları yoktu. Devletin yerleşik tarzda teşkilatlanmasıyla, bu tür cezalar yürürlüğe girdi. Kanunnameler, kılıç ehlinin bir kimseyi zindana atabilmesi için kadı efendilerin verdiği “hüccet-i şeriyye” denen evrakı zorunlu kılıyordu. Deniz savaşlarının yoğunlaştığı 16. yüzyıl ve sonrasında, hapis cezaları genellikle kürek cezasına çevrilmişti. Şeyhülislam Ebussuud Efendi (öl.1574) kendisinden istenen fetvalarda pek çok tecavüz ve katil vakasının habs-i medid (uzun hapis) ile cezalandırılacağını bildirmiş, bu sürenin kadı efendinin takdirine bağlı olduğunu ilave etmiştir. Ancak kadı, tövbesini ve yürekten pişmanlığını görünce suçluyu salıveriyordu. Bunun yanında Müslüman bir çalgıcının kafirlere kopuz çalması da şiddetli tazir (azarlama) türünden bir ceza olarak hapis gerektiriyordu!
Şeyh Bedreddin
Osmanlı tarihinin namlı siyasi tutuklularından biri Simavna Kadısı
Oğlu Şeyh Bedreddin’di. Şehzadelerarası mücadeleden payını alan Şeyh Bedreddin, 1413’te
İznik’e sürülerek hapse atılmıştı. Ardından 1416’da Selçuklu soyundan geldiğini iddia ederek
doğrudan Osmanlı tahtını hedef alan bir hareketin manevi lideri olmuş, 1420’de idam edilmişti. Ancak Osmanlı âlimlerini ele alan Şakaik-i Numaniye yazarı Taşköprizâde’ye göre onun siyasi hiçbir beklentisi yoktu ve şeyhin saltanat peşinde koştuğu tamamen arabozucuların uydurmasıydı. Ressam Nakşî Ahmed, onun hayatının özetini vermek için İznik’teki hücresinden dışarı bakarkenki mahzun hâlini resmetmeyi seçmiş (Tercüme-yi Şakaik-i Numaniyye, 1558-1567, res. Nakşî, TSMK H. 1263).
Osmanlı dünyasının en meşhur tutuklularından biri, devleti etkisi altına alan Kadızadelileri ve onların güdümündeki devlet adamlarını eleştirdiği için Limni’de hapsedilen Niyaz-ı Mısrî’ydi (öl. 1694). Bu meşhur siyasi tutuklu, zindanda yaşadıklarını hatıralarında yazmış, hücresine yılan bırakıldığını ve geceleri tecavüze uğramaktan korktuğunu kaydederek Osmanlı hanedanına veryansın etmişti.
İmparatorluk meşhur tutuklulara evsahipliği yaptığı kadar namlı zindanlara da sahipti. Bunlardan ikisi yağ ve pas içindeki Kasımpaşa Tersane Zindanı ve “Kara Kule” diye anılan rutubetli Rumeli Hisarı’ydı; bu iki mekân 1591-1596’da İstanbul’da bulunan ve siyasi birtakım oyunlarla kendini zindanda bulan Avusturya elçilik heyetine de “ev sahipliği” yapmıştı. Bunlardan Friedrich Seidel, Türkçeye Sultanın Zindanında adıyla çevrilen hatıralarında, hükümlülere günde 2 tayın ekmek ve 1 testi su verildiğini, geri kalan ihtiyaçlarını almaları için ayaklarında zincirlerle çarşı-pazara çıkabildiklerini yazar. Kireç ve kereste taşıyarak mahkumiyetlerini dolduran esir/tutuklulara gardiyan çavuş her gece yoklama aldırır, mumları söndürürken hürriyet dileklerinde bulunurmuş.
Diğer bir siyasi tutuklu uğrağı ise şöhretli Yedikule Zindanı’ydı. Baba Cafer ise Yemiş İskelesi’nde konumlanıyor, adını hemen dibindeki eski Müslüman büyüklerinden birinin türbesinden alıyordu. Burada zıvanadan çıkan Yeniçeriler, borcunu ödemeyen tacirler, fena cürümler işleyen kadınlar ve hatta gayrimüslimler için yer vardı; mahkumlar nafakalarını hayırseverlerin gönlünden kopanlardan sağlardı. Buradaki tutuklular bazen padişahın iyi gününe denk gelir, oğullarının sünneti veya mübarek bayramın yüzü suyu hürmetine salıverilirlerdi. Kilitlerini kıran eller, bazen de kendilerine ayaktaş arayan gözü dönmüş asiler olurdu. Osmanlı Devleti’nde hapis cezalarının standart ve işlevsel bir düzene konulması ancak 1851 ve 1858 tarihli Tanzimat kanunları ile mümkün oldu.
Dış dünya hapiste
Babası 1. Ahmed’in getirdiği ekber erşed sistemiyle tutukluluk hâlinde (kafeste) büyüyen ilk kuşaktan olan Genç Osman, büyük atası Fatih’in getirdiği divan-ı hümayun kafesi ardında divan toplantısını izliyor. Solakzâde’ye (öl. 1658) göre Fatih
bir gün divana münasebetsiz bir çobanın dalmasıyla bu uygulamayı başlatmıştı. Kafesteki parmaklıklar bu hâliyle bir nevi “dış dünyayı tümüyle hapsetme” ve padişahı ayaktakımının işlediği “kendinibilmezlik cürmü”nden korumayı amaçlıyor (Memorie Turche, 1640-60 dolayları; çarşı ressamlarına atfedilir; Museo Civico Correr, Ms Cicogna, 1971).