Kasım
sayımız çıktı

Tanrı’dan kut alabilmek için

İnsan bir kültürü ne kadar iyi bilir ve anlarsa, başka kültürleri de anlaması o denli anlam kazanır. Millet ve din esasında bakınca farklılıklar daha fazla ortaya çıkarken, kavramlar ve kurumlar çerçevesinde tarihe bakınca başka ortak noktalarla karşılaşılmaktadır. Topkapı Sarayı’ndan Pekin’deki “Gök Tanrısı Sunağı”na…

Çin bir zamanlar tarih derslerinde Asya’nın batısından Orta Asya’ya bakarken, Türk devletlerinin işlerini bozan bir halk olarak görünürdü. Hatta dilleri ve yazıları bize ne kadar uzaksa, kültürlerinin de aynı derecede uzak olduğu düşünülürdü. Şimdi tabii dünya değişti. Çin’e seyahat edenlerin sayısı arttı, bize de epey turist geliyor. Ama karşılıklı anlayış ne kadar gelişti bilmiyorum.


Örneğin İstanbul’daki Topkapı Sarayı’nın veya Pekin’de imparatorluk saraylarının yönler açısından nasıl bir eksen üzerinde durduğu sorulsa pek bilemeyiz. Halbuki ikisi de kabaca kuzey-güney ekseni üzerine kurulmuştur. İstanbul’dakine nasıl Topkapı Sarayı deniyorsa, Pekin’dekine de Türkçede Saklıkent denmektedir. Aslında imparatorluğun şaşaasını yansıtan bu saraya Çince adıyla Gugong (eski saray) denilmektedir. İstanbul’da da yeni yapılan sarayın adı Topkapı olunca, bugünkü Beyazıt civarında olan önceki saraya Eski Saray denilmişti. Kısacası bu yapılarda hükümdarlık alanı ile ibadet alanı birbirine yakın ama ayrıdır.


Topkapı Sarayı’nın cümle kapısının güney taraflarında Sultanahmet Camii bulunmaktadır. Hatta padişahlar Cuma alayı öncesi güneybatı taraflarında olan Ayasofya Camii’ne, sonraları da güneydeki Sultanahmet Camii’ne doğru yol alırlardı. Benzer bir durum Pekin’deki Çin imparatorları için de sözkonusudur. Onlar da Saklıkent’in güneyinde “Gök Tanrısı Sunağı” diyebileceğimiz Tian Tan’a giderlerdi. Bazen burasının adı Türkçeye “Cennet Tapınağı” diye de çevrilirse de, 273 hektar bir alanı kaplayan bu park bir tapınak değildir. Bugün görülen yapı, 15. yüzyılda Ming imparatorları döneminde inşa edilmiş, zamanla yapıya bazı ilaveler yapılmıştır. Her iki saray da aslında Dolmabahçe veya Buckingham Sarayı gibi yekpare bir yapı değil, geniş bir alanın barındırdığı yapı topluluklarından oluşur. Onun için de ilave yapmakla sarayın ana hatları değişmez. Kısacası hem Saklıkent ve Gök Tanrısı Sunağı hem de Topkapı Sarayı, üç avlu etrafında kümelenmiş ayrı ayrı binalardan oluşurlar. Gök Tanrısı Sunağı’nın bahçesi, bizim Gülhane Parkı gibi insanı cezbeder ve günümüzde hafta sonlarında insanlar için bir mesire yeri halini almıştır.


Ancak bütün bu oluşumlar salt benzerliklerden meydana gelmez. Çin inancına göre “yer” dört köşeli, “gök” ise kubbe şeklinde yuvarlak olduğu için insanı cezbeden bu parkın “göğe” işaret eden kuzey tarafı yuvarlak, “yer”e işaret eden güney tarafı kare gibi köşelidir. Bu büyük bahçenin de güney tarafında imparatorların Gök Tanrı’ya (Tian) kurban sundukları bir alan vardır. İmparatorlar Gök Tanrı’nın oğlu olarak görüldükleri için, bu oğullar yılda bir kez kış gündönümüne rastlayan günde yapılan bir törenle burada “ataları” ile konuşmuş olurlardı. Sabah saat dördü çeyrek geçe başlayan tören için bütün saray 1 yıl boyunca hazırlanırdı. Sunak alanının sarayın güneyinde olması ise tarımsal bir toplumda güneşin ayrıcalıklı bir yer tutması ile ilgilidir. Bu parkın en önemli kısmı “Gök tanrısının kalbi” denilen özel bir taştan yapılma terastır ve üç yuvarlak kattan oluşur. Her kat arasında dokuz basamak vardır. Gittikçe küçülen bu üç dairevi terasın yerlerindeki taşlar da dokuzun katmanları olarak bir merkez etrafına döşenmiştir. Tam merkez, hükümdarın hem “babası” ile konuştuğu hem de bir çeşit dua ettiği noktadır. İşte bu noktada imparator bilinçdışı âleme girer ve bu işlevi yerine getirmek için de önceden kendisi için hazırlanmış mekanlarda bir çeşit oruç tutar, temizlenirdi. Kadim Türkler de tahta çıkma törenlerinde Tanrı’dan kut alabilmek için böyle “bilinçdışı” bir âleme özel bir törenle girerlerdi. Hükümdarın oturduğu ak keçeyi kaldıran beyler ipek bir urganla sanki onu boğacak gibi yapar ve ona kaç yıl hükümdarlık yapacağını sorarlarken onun dosdoğru cevap verememesinden onun bilinçdışı âlemde Tanrı’ya yaklaşmış, “kutlanmış” olduğunu anlarlardı.


Benim zaman içinde öğrendiğime göre insan bir kültürü ne kadar iyi bilir ve anlarsa, başka kültürleri de anlaması o denli anlam kazanır. Kısacası millet ve din esasında bakınca farklılıklar daha fazla ortaya çıkarken, kavramlar ve kurumlar çerçevesinde tarihe bakınca başka ortak noktalarla karşılaşılmaktadır.