Tarihçiler defalarca söyledi: Tek bir tarih yok, birbirinden farklı anlatım ve okumaların ortaya koyduğu süreçler var. Zaten tarih bunlarla zenginleşiyor, gelişiyor; ortaya çıkan yeni bir belge, yeni bir tanıklık, yeni bir buluntuyla bile, yıllardır “öyle” kabul edilen hadiseler “böyle” olabiliyor. Hâl “böyle”yken, tarihin belirsizliğinin bugünü belirlemesine şaşmamalı. İçinde bulunduğumuz şartlara, dünya görüşümüze, kimliğimize veya kimlik saydığımız değerlerimize göre, geçmişin içinden özenle seçip ayıkladığımız bilgileri alıyor, kendimizce kanaatler oluşturuyoruz. Eğer “bize ters gelen” bir bilgi varsa ya hiç görmüyoruz ya da ona bir kılıf uyduruyoruz.
Kısacası tarih, şu anki durumumuzu, duruşumuzu, bakışımızı onaylamak için yararlandığımız, kullandığımız bir toplama dönüşüyor. Kahramanlarımız, kutsallarımız, düşmanlarımız oluşuyor. Sonrasında bunları öne sürerek, örnek alarak, inanarak veya inanmayarak birbirimizle çatışıyoruz.
Tek bir insanın bile kişisel tarihi farklı okunabilirken, çok sayıda insanın hayatını etkilemiş büyük çapta hadiselerin ne denli karmaşık, çeşitli, değişik yönleri olduğu ortada. Bu alanlarda yapılan tarih çalışmalarının kalitesi ve sayısı, ilgili coğrafyadaki halklar için zenginlik yaratır ki, bütün zamanlar için bundan öte bir zenginlik yoktur.
Geçen ay 100. yılını andığımız Çanakkale muharebeleri, tarih literatüründe üzerine en fazla araştırma yapılmış, kitap, makale yazılmış olaylardan biri. Bu neden ve ne zaman oldu, nasıl oluştu? Çanakkale gerek Batı’da gerekse bizde, uzun yıllar boyunca önemi idrak edilmemiş bir konu olarak kaldı. Yayınlanan hatırat, günlük ve tarih kitapları sınırlıydı. Anmalar küçük çaptaydı. İtilaf Devletleri’nin Mütareke Dönemi’nde yaptırdıkları ve bugün hâlâ aynen duran mezarlıkları dışında, muharebe alanlarında sadece açıkta kalmış şehitlerin kemikleri vardı.
Çanakkale 50’lerde hatırlanmaya başladı. Zira 2. Savaş felaketinden sonra kurulan yeni dünya düzeni, 1. Savaş’ın bu küçük cephesinin 20. yüzyıl tarihini nasıl etkilediğini göstermeye başlamıştı. Tarihçiler, kesin netice yeri olmamasına karşın 1. Savaş’ı fiilen uzatan Çanakkale cephesini; Osmanlı Devleti’nin 1915’te değil 1918’te savaş dışı kalmasını; bunun Sovyet Devrimi’ne, Kurtuluş Savaşı’na etkisini değerlendirmeye başladı. Sonrasında Çanakkale gibi aynı zamanda son derece dar bir cephede ne kadar geniş bir insani malzeme olduğu keşfedildi. Avustralyalılar “ANZAC ruhu”nu, Türkler “Çanakkale geçilmez” motto’sunu işlediler ama her zamanki gibi ciddi referans kitaplarını İngilizler yazdı (Bu işin ‘İncil’ini kaleme alan Avustralyalı Charles Bean hariç).
Biz aradan geçen zaman içerisinde pek kalıcı eserlere imza atamadık. İdare ettiğimiz efsanelere yenilerini ekleyerek, sadece devşirme kitaplar üreterek, muharebe alanlarını betona, panayıra çevirerek, Çanakkale gerçeğinden de, fedakâr askerlerin yüksek ruh halinden de uzaklaştık. Çanakkale’nin 100. yılı irili-ufaklı anma etkinlikleriyle geçti. Yenilik yapabildiğimiz tek nokta, Çanakkale kara muharebelerinin başladığı 25 Nisan’ı bir gün öne çekerek anma törenlerini 24 Nisan’da gerçekleştirmek oldu.
Tarihi değiştiren ataların, “tarih değiştiren” torunlarıyız.