Tarih, çizgisel bir akışla hepten iyiye ya da kötüye doğru gitmez, zikzaklar çizer. “Yükseliş”ten sonra Osmanlılar’ın pek çok parlak devletin ömründen uzun sürecek bir “duraklama-gerileme” devrine girdiği bilgisi, ders kitaplarımızdaki çizgisel anlayışın ürünü. Lale Devri’nde çiçek aşısının bulunması bile, dönemin sadece eğlenceyle geçmediğini kanıtlar.
Ekonomik gerileme, temel ihtiyaçları karşılamayı güçleştiriyor. Sosyalleşmek, eğlenmek, tatil yapmak her geçen gün daha fazla lüks görülüyor. Yoksunluk umutsuzluğu ve güvensizliği körüklüyor, toplumun fertleri şiddete meylediyor. Alıştığımız çizgisel tarih duygusu, bu yokuş aşağı gidişin pek hayırlı olmadığını sezdiriyor. 16.-17. yüzyıllardaki Celâli isyanları, sert iklim değişikliği ve enflasyon ile seyreden o boğucu yokuşlar bile, bir biçimde düzlüğe çıkmış; tarihin yollarına dönüp baktığımızda dik rampalar değil, deve hörgüçleri, zikzaklar ve menderesler görüyoruz.
Dinlerin insan hayatına dahil ettiği “ereklilik” (bir ideale doğru yaşamak) olgusu, tarihi de dümdüz uzanan raylar üzerinde ülküsel bir düzene doğru yola çıkmış bir trene benzetmiştir. Bu tren çeşitli merhalelerden geçecek, sonunda kemâl istasyonuna ulaşacaktır: Hegel’e göre bu durak, intizamlı Prusya’nın Alman toplumuydu; Marx’a göre ise kapitalizmi geçtikten sonra karar edilen eşitlikçi sosyalizm. Gelgelelim insanlığın geldiği noktada görüldü ki, türün en zeki fertleri bir ötekini ve dünyayı tümüyle yokedecek kadar tahripkar kitle imha silahları üretmek ve patlatmakla meşguldür ve trenin kemâle gittiği bir sanrıdır.
1513’te küçük kardeşi Yavuz Sultan Selim tarafından, aralarındaki ahde rağmen boğularak öldürülen Şehzade Korkud; yazdığı Dâvetü’n-nefs adlı eserinde daha 2. Bayezid döneminde bozulmanın başladığından sözediyordu. Ancak Osmanlılar’ı asıl 15. yüzyılda yaşamış Tunuslu tarihçi İbn Haldun’un, devletlerin de insanlar gibi kaçınılmaz biçimde ölümlü olduğu savı etkilemişti. Kanunî dönemini ideal örnek olarak gösteren Kâtip Çelebi gibi 17. yüzyılın Osmanlı nasihatname yazarları, bu organizmanın yaşlılık çağında ve bir ayağının çukurda olduğunu kabul ediyordu: Takdir-i ilahi kaçınılmazdı ve yapılabilecek olan ancak yaşlılığı uzatmaktı. Hammer, D’ohsson, Ranke gibi tarihçiler, biraz da çizgisel baktıklarında bunu Batı’ya karşıt olarak doğrusal bir “gerileme” olarak nitelendirdiler. Bu niteleme o kadar sahiplenildi ki Türk tarih ders kitaplarında Osmanlı tarihi dönemlendirilirken kullanıldı; kuruluş ve yükselişten sonra imparatorluğun toplam ömrünün hemen yarısını kapsayacak bir “duraklama-gerileme” dönemi geliyordu. Tarihteki pek çok parlak devlet, mesela Timur’un devleti ya da Prusya Krallığı bile, Osmanlılar’ın “duraklama-gerileme”si kadar uzun sürmemişti.
Elbette bu paradigma, son çeyrek asırdaki araştırmalarla gözden geçirildi. Tarihçi Cemal Kafadar, “Neyin gerilemesi, kimin gerilemesi, hangi anlamda, nerede, ne kadar süren ve neye nispetle?” diye sorarak konuyu biraz detaylandırmak gerektiğine işaret eder. Edward H. Carr “tarihsel olayların ve toplumların doğa yasaları gibi tepki vermediğini; öngörülemez ve rastlantısal olduklarını” hatırlatır bize. İleri ya da geri giden bir trende değil de coşkun bir nehre kapılmış iri bir tomruğun üzerinde, akıntıda yalpalıyoruz sanki.
Evet, 16. yüzyıl sonları ve 17. yüzyılda Osmanlılar, Yeni Dünya ve Hint yolu keşfini tamamlayıp altına-gümüşe doyan Avrupalılar karşısında askerî, ekonomik ve sosyal anlamda geride görünüyordu. Ayrıca Rönesans ve Reform, Batı’ya düşünsel anlamda da çağ atlatmıştı. Tabii bu değişmeler birdenbire olmadı; Osmanlılar bu devirde paraları pula dönse de caydırıcı askerî güçlerini korudular. Öte yandan 1633’te Roma’da Enkizisyon Mahkemesi’ne çıkarılan Galileo, hâlâ dünyanın güneş etrafında döndüğü tezini inkara zorlanıyordu.
16. yüzyıl sonlarında, Anadolu’da bugün olduğu gibi kontrolü güç bir enflasyon yaşanıyor, her şey kötüye gider gibi görünüyordu. 17. yüzyıl ortalarına kadar durum böyle devam etti ama fiyat artışları duraksadı. 18. yüzyılda hâlâ el atölyelerinde değerli ihracat malları üretiliyordu. Kanunî’nin torunu, saraydan dışarı adımını atmayan gerilemenin timsali 3. Murad, günümüzde Osmanlı kültür dünyasını kavramamızı sağlayacak Surnâme, Hünernâme, Şehinşahnâme gibi minyatürlü elyazmalarını ürettirmiş ve Osmanlı toplumu kitap-resim sanatlarında altın bir çağ yaşamıştı. “Sefahat devri” diye adı çıkan Lale Devri, tıp tarihinde hiç de fena sayılmayacak bir gelişmeyi, çiçek aşısını müjdeliyor; bu gelişme İngiliz misafir Lady Montagu tarafından gıptayla kaydediliyordu.
Savaşmadığı için “pasif” diye nitelenen şehzade ve sultanlar gerçekten daha az becerikli olsalar da daha az içsavaşa, kan ve harcamaya sebep olmuş; idarenin bürokrasi organları üzerinde dağılması daha kurumsal bir devlet düşüncesinin doğmasına yardım etmişti. Kısacası tarih, çizgisel biçimde iyiye ya da kötüye gitmiyor, zikzaklar çiziyor; belki doğa olayları ve mevsimler gibi daireler hâlinde kendi döngü ve devinimine devam ediyor.
Şaka bir yana… [1] 2. Ahmed. Levnî, Kebir Musavver Silsilenâme, Topkapı Sarayı M. Ktp. A. 3109, s. 20b. [2] Sahnede Koçi Bey’in ölümünden yaklaşık 20 yıl sonra doğan 3. Ahmed’i görüyoruz; 1720 Okmeydanı sünnet şenliğinde devlet erkanıyla sohbet ediyor. Surnâme-yi Vehbî, res. İbrahim, 1720-28. Topkapı Sarayı M. Ktp. A. 3594, s. 106b. [3] 15. yüzyıl âlimi Gümüşlüoğlu Şeyh Abdurrahman çile kemeri kuşanmış hâlde irşad postunda. Taşköprizâde Ahmed, Şekâiku’n-numâniyye, çev. Mehmed Hâkî (Hadâiku’r-reyhân), res. Nakşî, TSMK, H. 1263.