Mitolojik dönemlerden günümüze, kesildikten sonra canlanan, dile gelen kafalar anlatıların, kitapların, sanatın ‘baş’lıca temalarından oldu. Wallerstein Beyni’nden “Star Trek”e, Albertus Magnus’tan Şiro Takahaşi’ye, Orfeus’tan Danton’a simyayla bezenmiş, edebiyatla güçlenmiş, kehanetle ve hakikatle iz bırakmış unutulmaz eserler…
Bundan 50 sene kadar önce simya kültürüne yoğun ilgi duymuş olduğum sır sayılmaz: Agrippa’nın, Paracelsus’un, Roger Bacon’ın gölgelerinin apaçık düştüğü yazı kesitlerinden birinde Albertus Magnus’u da anmıştım. “Konuşan baş” konusu hemen harekete geçmişti imgelem haritamda. Locus Solus’ü 1973 Mayıs’ında okuduğumda daha da genişledi çemberin çapı; aklımın bir köşesinde yuvalanmış yerel kesik baş motifleri o dönemde sis içindeydi.
Konuya ve imgeye, alabildiğine farklı tasalarla Hâneberduş* kitabında (Sel Yayıncılık, 2010) “Ölümsüzlük Üzerine Deneme”de dokunup geçtim 30 yıl sonra:
“Geleceğe umut bağlayabilir miydik? Öldüğümüzde, tek bir organımızı, beyni hayatta tutacak bir düzenek yaratılabilirdi. Geceyarısı balkonda, birbaşıma oturmuş düşünüyordum, bu fikir birden, Ortaçağda kürsüsüne yanında konuşan bir kafayla çıktığı rivayeti yaygınlaşan Büyük Albertus’u getirdi: En karmaşık sorunları bir çırpıda çözen o kafayı simyacı-düşünürün yarattığına inanılırmış”.
Denemenin devamında andığım Wallerstein Brain’e, aradan zaman geçince vakit ayırmaya karar verdim.
Gelgelelim, “Wallerstein Beyni”nden türemiş sözde bilimsel yaklaşımlar, başta Kurzweil’inkiler, bana “Star Trek”ten öteye geçildiği izlenimini vermedi! Yapay zekâ konusunu son derece sıkıcı ve zararlı buluyorum ayrıca. Yapayının üretilmesini gerektirecek ölçüde önem vermiyorum zekâya: İnsan’dakinin bir değişkeni olacaksa olmaz olsun. Bu bağlamda, klasik otomatlar açık ara daha çekici gözümde, robotlardan: Neyseler o’lar; bir de işe yaramak için yırtınmıyorlar.
Simya geleneği “Konuşan Baş” efsanesini Aristoteles’e dek taşır; altından yapılmış olduğu rivayetine rastlanır. Bir başka model Vergilius’la ilintilendirilmiştir; geleceği söyler. Gene de Albertus Magnus’un konuşan başı esas örnek olma özelliğini onlara bırakmaz; Gabriel Naudé, büyük simyacının 30 yıl boyunca o başa vücut inşa etmek için didindiğini yazar -öylesine bilmiş bir baştır ki bu, gevezeliğine dayanamayan Ermiş Thomas tarafından yere çalınıp paramparça olmuştur sonunda. Naudé aymaz değildir ama: Pico della Mirandola’nın, Albertus Magnus gibi ciddi bir bilgine böyle şarlatanca atıfları yakıştırmayı ayıp saymasına katıldığını sezdirir.
Yaratı Meydanokuması (La Création défiée-1996) kitabında, Annie Amartin-Serin, konuşan başla bitmediğini vurgular canlı yaratma saplantısının. Zosimus’un daha 5. yüzyılda rahimle bağlantısız biçimde yaratılmış bir çocuğun varlığından sözettiğini aktarır; 16. yüzyıl yazmalarından birinde, MÖ 1. yüzyılda Büyücü Simon’un havayı suya, suyu kana, kanı tene dönüştürdüğü bilgisine rastlandığına dikkat çeker. Paracelsus, De Natura Rerum’unda “homonculus” yapımının reçetesine yer vermiştir!
Şiro Takahaşi, 2013-2017 arası Locus Solus’ten (ve Afrika İzlenimleri’nden) verimli çağdaş sanat çalışmaları gerçekleştirdi Tokyo’da ve Quai Branly Müzesi’nde. Roussel’in romanında, önce Danton’un başının Canterel’e geliş hikayesi ve cellat Sanson’la yapılan anlaşma anlatılır; sonra zaman içinde başın yüzünü yitirişi, kasların eriyip geride beyni ve sinir bağlantılarını bırakışı aktarılır; oradan Canterel’in başı konuşturmak için verdiği çabalara geçilir.
Takahashi, “Danton’un Başı”nı yapmış. Ömer Uluç’un işlerini çağrıştıran bir dizi değişkenin yanına Canterel’in başını konuşturmak için kullandığı(nı söylediği) “madde”leri yerleştirmiş: Resurrectine + Erythrite + Vitalium.
Ne baş ama! Danton, Devrim Meydanı’nda 16 Germinal Yıl 2 (5 Nisan 1794) tarihinde, günbatımında giyotine başını verdi. Öncesinde celladına “unutma sakın, halka başımı göstermeyi unutma, o buna değer” dediğini aktarır tanıklar.
Tarihçileri yorum kuyusunun dibine çeken “Terreur” olgusunun o sayfasına, Büchner’in tartışmalar doğuran Danton’un Ölümü (1835) oyunundan Wajda’nın tepkiyle karşılanan filmi “Danton”a (1983), yaratıcılık alanlarından gelen farklı bakışları yabana atmak aklımdan geçmez -benimkisi Roussel’e bir selam daha.
Locus Solus’de, Danton’un başından güç-bela gelen sesler, kelime parçaları, belki o son cümlenin heceleridir.
“Konuşan Baş”a mitologyanın bir ‘başköşe’ ayırmaması düşünülebilir miydi? Sparagmos besbelli bir mit değildi yalnızca. Kadim Yunan’da Tanrıların da kahramanların da parçalara ayrılarak yokedilme teşebbüsünü akim kılan tansıksı durumların öyküleri yaygın. Waldemar Deonna, “nasıl Osiris’in başı Byblos’a kadar dolaştıysa, Orfeus’unki de önce İzmir kıyılarına vurmuş, oradan Midilli’ye sürüklenmişti” der. Suda yüzen başının ezgiler mırıldandığını ekler. Orada, Troya Savaşı döneminde söylediği kehanetlere Apollon içerlemiş ve susturmuş başı; Orfeus’un yaşarken yeterince konuştuğunu ileri sürerek! Gustave Moreau’nun tablosunda tepsidedir başı; ressamın dünyasında, Saint-Jean Baptiste figürü de gösteriyor ki, gövdesinden ayrılan baş ağırlıklı yer tutuyordu. Odilon Redon’un Orfeus tablosunu etkileyici bulmuyorum; buna karşılık Rijksmuseum’daki deseni çarpıcı.
Deonna, Aristoteles’in bir Zeus tapınağı papazının başının, kesildikten çok sonra katilinin kimliğini açığa vurduğunu aktardığını belirtiyor -Poe’ya yaraşır öykü. Yunan vazolarında kesik baş motifine sık rastlanıyormuş. İlk Hıristiyan ermişlerinden bazılarının başlarının, kesildikten sonra vaaz vermeyi sürdürdüğüne ilişkin kayıtlara rastlanıyor. Anadolu’da ve Balkanlar’da varlığı bilinen kesik baş türbeleri ve inanışları, rüya tabirlerine yayılmış bâtıl ipuçları çerçeveyi genişletiyor.
Hısım yazar Mario Bellatin, oyunbaz kitabı Biogrofia Illustrada de Mishima’sında (2009), yazarın intiharından yıllar sonra, seppuku geleneği gereği başı kesildiği için başsız gövdesinin yollara çıkışını ve anlatıcı kesilmesini kuruyor. Metnin ikonagrafik dosyasında, Mişima’nın kesik başı 44. fotoğraf olarak yeralıyor. Başsız bir gövde de söze girebiliyor demek.