Binlerce yıl boyunca, hiçbir balığın muktedir olmadığı yolculukları gerçekleştirdi. Hem türünü devam ettirdi hem kendini feda ederek insanı ve diğer canlıları besledi. Bu benzersiz davranıştan etkilendik ama daha fazlasını istedik; bu canım türü 19. yüzyıldan bugüne yokolma noktasına getirdik. Nereden nereye…
Salar. Salmo Salar. Atlantik Somonu. Bir de Kuzey Amerikalı olanı var: Oncorhynchus. Ona da Pasifik Somonu diyoruz. Onların öyküsünü anlatacağım size. İsimleri mitolojik insan isimleri gibi değil mi? Öyle, çünkü onlar balık kılığına girmiş “somon halkı”ndan geliyorlar.
Bir Squamish yerli öyküsü “Uzun zaman önce, insanlar ve hayvanların eşit olduğu zamanlarda…” diye başlayarak bize “somon halkı”nın dünyaya nasıl yayıldığından bahseder. Bu öykü, balık kılığına girerek bedenini insanlar zorlu kış aylarında aç kalmasınlar diye feda edenleri anlatır. “Kardeş” bir canlı türüne duyulan minnet ve saygının kuşaktan kuşağa aktarılan öyküsüdür. Bu hikayelerle büyüyen çocuklar, binlerce yıl yalnızca ihtiyaçları kadar tükettikleri için “somon halkı”nın Kuzey Pasifik’teki nüfusu azalmadan kalabilmişti. Yiyecekleri kadarını avlar ve kılçıklarını mutlaka eksiksiz denize döndürürlerdi. Bunu yapmazlarsa somonun yeniden insan olarak bedenlenemeyeceğine, küsüp dönmeyeceğine inanırlardı.
Britanya’da ise “balıkların kralı” denirdi ona. 1.5 metre boya erişebiliyordu. Kocaman olmasına rağmen yükseklere sıçramakta üzerine yoktu. Yerel halk “yükseklere sıçrayan” anlamına gelen “Salar” derdi. Britanya’da yerleşik Sezar’ın lejyonları ise aynı anlamına gelen Latince Salmo ismini takmışlardı ona. İngilizcesi sonradan “salmon” olmuş; Fransızcası ise “saumon”.
Koca kral tüm tebaasıyla birlikte her sene tuzlu denizlerden tatlı nehirlere girip; yemeden içmeden, kara içinde yukarı doğru seyahat edip tam doğduğu noktaya dönüp geliyor; dünyayı yavrularına bırakıp ölüyordu. Şaşmaz bir düzen içinde süren bu yaşam döngüsünün sonunda, tam da kış yaklaşırken gücü tükenip, kuşa, ayıya, kunduza, başka balıklara ve insana besin oluyor; kurtulanlar ise yumurtlayarak soylarını tazeliyordu. Ayılar ve kunduzlar deli gibi somon avlayıp karada depoladıkları için çoğu yenmeden toprağa karışıp ulu çam ağaçlarına gübre oluyor; okyanusun bereketi balıkların bedeninde dağlara kadar taşınmış oluyordu. Ne masalsı, ne şiirsel bir döngü! Beyaz adam gelip kazanç hırsı ile işe el atana dek, bu düzen herkesi ve her şeyi besleyerek devam etmişti.
Yakın tarihten örneklere geçmeden en eskilere gidelim önce, somonun kutsal olduğu çağlara… Geçmişi onbinlerce yıla dayanan çok eski izleri var insanlığın belleğinde. Fransa’nın güneyinde Dordogne bölgesinden geçen Vézère Nehri’nin kıyılarındaki bir mağarada geyik boynuzuna oyulmuş 18.000 yaşında bir resimde rastlıyoruz ona. Mağarada kafamızı kaldırınca tavanda bir metrelik, kırmızı boyalı bir erkek somon rölyefini görüyoruz; dişilerin çakılların arasına bıraktıkları yumurtaları döllemiş, görevini tamamlamış ve ölmeye hazırlanıyor. Kırmızıya dönmüş renginden anlıyoruz sonun yaklaştığını. Yaşamının bu döneminde bedeni tam bir dönüşüm geçiriyor zira. Başka bir rölyef ise 25.000 yaşında. Nehrin kıyısında yaşayan insanlar, somon yakalamak için nehrin sığ yerlerine havuzcuklar yapmışlar. Somon zorlu yolculuğunda hep yardım etmiş insana. İnsan ise kötü yol arkadaşı olmuş; somonun hep en büyüklerini yakalamış, yemiş. Öyle ki gen havuzunda en büyükler yokolup ufak olanları kalmış; günümüze dek boyu ortalama 25 santim kısalmış.
Somonun döngüsü insanlara en eski çağlardan beri onun “bilge bir balık” olduğunu düşündürmüş. Nehirlerde ve denizlerde, tatlı ve tuzlu suda yaşayabilmesi; arada havaya sıçrayarak bizim dünyamız ile bağlantı kurması; denizden nehire girdiği andan itibaren hiç yiyip içmeden, depoladığı kendi idrarı ile su ihtiyacını gidermesi ve şaşmaz bir döngü ile yılın hep aynı zamanı doğduğu yere, yani özüne dönmesi mistik özellikler olarak algılanmış. Druidler, Keltler ve Pictlerin yanısıra adını bile duymadığımız birçok yerli kabile tarafından kutsal ilan edilen somon, Budizm, Hinduizm ve Hıristiyanlık tarafından da kutsal bir simge kabul edilmiş. Somonun okyanusta 12.000 kilometreye yaklaşan 4-5 yıllık yolculuğunun sonunda doğduğu yere dönmesini sağlayan jeomanyetik ve koku hafızasına dayalı serüveninin nedeni ve nasılı tam bilinemese de, nehir yukarı sakin havuzcuklara tırmanma azmi ve kolayca kendini av olarak sunması hep saygı ile karşılanmış.
Eskiden somon Amerika kıtasının batı ve doğu kıyılarında bol miktarda bulunurdu. Özellikle Kuzeybatı kıyısında “Alaska Hindisi” denirdi kendisine. Avrupa tarafında ise Britanya’dan Almanya ve Fransa’ya uzanan coğrafyadaki tüm büyük nehirlerin içerilere giren sakin, küçük kollarına kadar her yerde rastlanırdı somona. Alp Dağları’nın tepesindeki akarsularda bile görüldüğü olmuştur.
Britanya’da Kelt efsanelerinde birçok “bilge somon” anlatımına rastlanır. Kendilerinden pek az dikili taş kalmış Pict kavminin de somonu totem hayvanı olarak kabul edip yemediklerini, taşlardaki tasvirlerden çıkarsıyoruz. Bir İrlanda efsanesi de efendisinin uğraşıp didinip yakaladığı kutsal “bilge somon”u pişirirken yanan parmağını yaladı diye evrenin tüm bilgisine sahip oluveren saf yürekli genç hizmetkar Finn’i anlatır. Sonra büyük kahraman olmuş; parmağını yalaması yetermiş bir sorunu çözmesi için.
Bu efsanelere olan kuvvetli inancın ucu, Hıristiyanlık döneminde bazı manastırlarda somon havuzlarında balık yetiştirilmesine kadar uzanmış. Ne de olsa Hıristiyanlıkta balık, Hz. İsa’nın sembolüdür. Yunanca ichthys kelimesi, “İsa Mesih, Tanrı’nın seçilmiş oğlu” anlamına gelen “Iesous Christos Theou Uios Soter” cümlesindeki kelimelerin başharflerinden meydana gelmiş. Basit bir balık şekli de ilk Hıristiyanların birbirini tanımak için kullandığı gizli bir sembol olmuş.
1250’de Kral 3. Henry’ye Norveç kralı bir kutup ayısı hediye etmiş. Ayıyı Londra Kulesi’nde tutar, günde bir kez uzun bir iple Thames Nehri’ne salarlarmış. Hem yıkansın hem de kendi balığını tutsun diye. Bu coğrafyada somon öyle boldu ki 1400–1416 arasında Bristol’da 30 tüccara izin belgesi verilmiş; İrlanda’ya şarap, tuz ve kumaş götürüp somon alıp dönsünler diye.
1540’a gelindiğinde İrlandalı tekne sahipleri, Kuzey Atlantik balık sahalarında avlanabilmek için çok gelişmiş gemiler inşa etmeye başlamışlar. 16. yüzyılda Tudor fethinden sonra gemi filoları kurmaları yasaklanmış ve İrlandalılar başka ulusların filolarında uzman denizciler olarak çalışmaya başlamış. 18. yüzyılda büyük miktarda tuzlanmış somon balığı İrlanda’dan İtalya ve Fransa’ya ihraç edilmekteydi. Bazen de Fransız balık gemileri kaçak uskumru ve somon avlamak için İrlanda kıyılarına kadar gelirlerdi. 1757’de Cork şehri gazetesi, 50 Fransız balıkçı gemisinin vergi memurlarına takılmadan açıklarda balık avladıklarını haber yapmış!
Taze ve hem de yağlı olduğu için somonun hızlı tüketilmesi gerekiyordu. Ta ki 1840’ta New England’da ilk somon konservesi üretilene dek. Bu konservelerin ta Kaliforniya’ya kadar tüm ülkeye dağıtımı yapıldı. Dört yıl içinde doğu bölgesinin nehirlerinde somon nüfusu sıfırlanmıştı. Bugün artık yaban doğada ne Atlantik ne de Pasifik somonu pek kalmadı. Acıkınca yerli halkın bir dalı sivriltip koca bir somonu şişleyip ateşe koyduğu günler çok eskilerde kaldı.
Somon Amerika’ya artık Kanada’dan ve yeniden doğaya salındığı ya da çiftliklerde yetiştirildiği Avrupa’dan, Şili’den geliyor. 1980’lerden itibaren hız kazanan “aquaculture” yani su ürünleri yetiştiriciliği sayesinde özellikle bu konuya erken yatırım yapmış Norveç şirketleri, hem kendi sularındaki hem de Şili kıyılarındaki çiftliklerden dünyanın somon iştahına ürün yetiştirmeye çalışıyor.
Yazıyı umut dolu bitirmek isterdim. Ancak yiyecek tarihi konu olunca ümit dolu şeyler yazmak pek mümkün olamıyor. Somon insan elinden o kadar çok çekmiş ki… İngilizcede “salmon mad” diye bir kavram bile var; “somon delisi” yani. Elinde olta ile yakalayabildiği kadar çok ve büyük somon yakalamaya çalışanlara denirmiş. Olta ile balık avcılığı bile tek başına ABD’de 125 milyar dolarlık bir ekonomik değere karşılık geliyor! Kimsenin kimseye “Aman balıkçı!” diyesi yok.
Olta ile kalsa iyi yine ama, “yüksek” teknolojik donanımlı balıkçı filoları yüzünden denizlerde zincirleme büyük bir yokoluştan sözedebiliriz. Bugün dünya iri balık stokunun %75’i ya bitti ya da biyolojik sınırların kaldırabileceğinin ötesinde avlanıyor. Küresel balık filolarının kapasiteleri, sürdürülebilir limitlerin iki katı.
Doğal ortamında artık kaybolan somonu tekrar eski üreme bölgelerine kavuşturmaya çabalıyorlar ama henüz mutlu bir sonu yok bu öykünün. Hem doymak bilmez tüketim, üstüne çevre kirliliği ve küresel iklim krizi, doğal ortamda yeniden çoğalmalarını çok zorlaştırıyor. Genetiği ciddi değiştirilmiş, 2 sene yerine 18 ayda olgunluğa erişen yeni bir somon türünü yatırımcılar “devrim” diye müjdeliyorlar bize. Tabağınızdaki balığa iyi bakın ve bir zamanların bolluk ve kardeşlik masalını unutmayın.