Türk-Arap ilişkileri, Osmanlıların gerileme dönemine damgasını vurmuş en önemli alanlardan biri. İslâmiyet, milliyetçilik, Batılı emperyalistler, Rusya, İran ve İsrail arasında sürekli olarak bir yüksek tansiyon oluşturan Arap meselesinin siyasi-askerî-tarihî köşe taşları.
Türkler ve Araplar tarih boyunca sayısız kez çatışmış, yıldızları barışmamış iki büyük kültür alanının insanlarıdır. Türklerin İslâm dinini almaları bunu bir ölçüde değiştirmekle birlikte temeldeki çatışmayı sona erdirmemiştir. Her halükarda Arap alemi “geri kalmışlığını” Türklerin işgaline bağlarken; Türkler arasında da “Arap kültüründen kaynaklanan anlayışlar nedeniyle sayısız sorun yaşadık, geriye düştük” fikri son derece yaygındır. Elbette bunlar diğer faktörleri ihmalden kaynaklanan tek yanlı, eksik bakışlardır. Analizler kültürel gelişmeyi ve karşılıklı etkileşimleri belirleyen coğrafi ve ekonomik faktörlerle birlikte ele alınmalıdır. Ayrıca, bu âlemlerin insanlarının homojen olmadığı da çok önemli bir faktör olarak hesaba katılmalıdır.
Günümüzde Arap dünyasıyla ilişkilerimizi İslâm üzerinden güçlendirmeye çalışanlar da bu dinin sayısız yorumuyla, özellikle “siyasi İslâm” nedeniyle içinden çıkılması zor sorunlarla boğuşmakta. Aslında “siyasi İslâm”ın ne derece doğru bir terim olduğu da tartışmalıdır; zira Hıristiyanlık sonradan siyasetin bir aracı olurken, İslâm en başından beri bir devlet dini olarak ortaya çıkmış ve yayılmıştır. İslâm mezhepleri Türkler ve Araplar da dahil her kavim veya millet içerisinde ayrımlara neden olduğu gibi, kavimler veya milletler arasındaki çatışmalarda da esaslı bir rol oynamıştır. Dinlerin farklı yorumları sadece doğal değil kaçınılmazdır ve aynı olgu Hıristiyanlık için de geçerlidir. Bununla birlikte her toplum yeni inançları kendi geleneklerine ve çağın gereklerine göre yorumlar. Azerbaycan ile Suudi Arabistan veya Tunus, İslâmiyet’i farklı şekillerde yaşar.
Hem Türkler hem de Araplar arasında milliyetçilik akımı, Batı’nın tesiriyle ve bazen Batı’ya karşı, ancak kimi zaman onlarla uzlaşan bir karmaşıklık içerisinde gelişti. Bu toplumlarda uluslaşma daha geç başlamış, bu nedenle süreçler dış etkilere fazlasıyla açık ve sorunlu olmuştur. Uluslaşamamış toplumlarda cemaat önderleri çok etkilidir ve Batılılar bunları satın alarak sözkonusu toplumlara rahatça müdahale edegelmişlerdir. İslâm dünyasında bu çok sık şekilde görülür.
İmparatorlukların dağılma çağında, Batılı güçler bir yandan kendi imparatorluklarını korumak veya büyütmekle uğraşırken, diğer yandan da Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşma telaşı içerisinde, Arapları Türklere karşı harekete geçirmiştir. Arap milliyetçiliğinin Osmanlıların çöküş süreciyle atbaşı geliştiğini söylemek mümkündür. Ancak bunun da Mağrip ve Maşrık’ı içeren bir pan-Arap milliyetçiliği ile bölgesel milliyetçilikler olarak iki ayrı dalda geliştiğine değinmek gerekir (Pan-Arap milliyetçiliği günümüzde iyice zayıflamış, siyasi bir akım olarak etkisini yitirmiştir).
20. yüzyıl başında Osmanlılara karşı Batı dünyasının yardımıyla harekete geçen Araplar, bu sürecin ileriki aşamasında kimi zaman Batı karşıtı mücadelelere de girmiş, ancak bir noktadan sonra ya Mısır gibi Batılılarla uzlaşmak zorunda kalmış ya da tekrar açık işgale uğramaktan kurtulamamıştır. Arap milliyetçiliğinin iki Baasçı kolu olan Irak ve Suriye ile Libya’nın yakın tarihte uğradıkları işgaller buna örnektir. Batı ülkeleri bu rejimlerin yaşamasına izin vermemiş, onlar da süreçleri iyi yönetememiş ve büyüme sevdasında maceralara atılıp felaketlerin yolunu açmışlardır.
1952’de darbe yaparak iktidara gelen ve bütün Arap dünyasının lideri olma yolundaki pan-Arapçılık iddiasını gerçekleştiremeyen Cemal Abdül Nasır da, bilindiği gibi esaslı bir Türk düşmanıydı (Mısır’da büyük ölçüde Türk kökenli Memlûk yönetimini “ülkenin kanını emen köle askerlerin baskıcı iktidarı” olarak nitelemişti). Ne var ki, Suriye ile Mısır’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşmelerinin çok kısa sürmesi (1958-1961) pan-Arapçılığın olanaksızlığını gösteren temel noktalardan biri oldu. Keza, İsrail karşısında üstüste alınan Arap yenilgilerinin, özellikle 1967 Savaşı’nın bu iddianın çöküşünde pay sahibi olduğu açıktır.
Bu arada Suriye’deki Baasçı Şii diktatörlüğü de Hatay hedefinden hiç vazgeçmemiş; ülkemizdeki terör gruplarına üs ve destek sağlarken kendi ülkesini de İsrail ve Batılıların müdahalesinden kurtaramamıştır. Bugün her üç ülke farklı ölçülerde işgal altında iken, Mısır da Batı’ya göbeğinden bağlanmış durumdadır; bu bağlılık Batı ülkelerinin Türkiye’ye karşı “oyunlarında” Arapların figüranlık yapmasına yolaçmaktadır. Ancak onların da bazı kesimleri Türkiye’yi 1. Dünya Savaşı’nda Almanların, daha sonra da Batı dünyasının bir piyonu olarak görmüştü. Yüzyıllar süren Türk egemenliğinin yüzeysel niteliği ve kültürel alışverişin zayıflığı, özellikle Maşrık aleminde Türk karşıtlığını kolaylaştırmıştır.
Geçmişte Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı Devleti’nin yönünü güneye çevirip Mısır ve Arap ülkelerinin bir kısmını devlete katmasına ve Kanunî’nin bu toprakları Hicaz ve Yemen ile Basra’yı içine alacak şekilde genişletmesine rağmen; Osmanlı egemenliği sadece bazı merkezlerle sınırlı kalmıştır. Mısır’da Osmanlılar yönetimi büyük Memlûk ailelerine, diğer bölgelerde de yerel aşiret reislerinin idaresine bırakmışlardı. Bu anlamda ağırlıkla kıyılar ve belli kentlerle sınırlı, adeta nominal bağlılık altında, kültürel alışverişin asgari düzeyde olduğu bir Osmanlı egemenliği sözkonusuydu. Örneğin Cezayir de Osmanlılara bağlıydı ama fiilen özerk bir yönetime sahipti; zira Cezayir denizcileri bu alanda Osmanlılardan çok daha ileri olup, çoğu savaşta İstanbul’a yardım gönderiyordu. Acıdır ki, Fransızlar bu ülkeyi işgal için saldırdığı zaman, o sırada eski ordusu çökmüş ve yenisi henüz oluşmamış olan ve donanması çok zayıf Osmanlılar onlara yardım gönderecek durumda değildi.
Aslında 16. yüzyılın ilk yarısından itibaren Osmanlıların doğuya ilerlemesi de bir ölçüde zorla, hatta belki de istemeden gerçekleşmişti. O dönemde Osmanlı Devleti’nin dörtte üçü Avrupa’da, sadece dörtte biri Asya’da idi. İran’dan gelen Safevi tehdidi olmasa Doğu Anadolu ve Suriye işgal edilmeyebilir, Mısır’a ilerlemek sözkonusu olmayabilirdi. Birkaç yıl içerisinde Osmanlılar topraklarının dörtte üçü Asya’da, sadece dörtte biri Avrupa’da olan bir devlet haline geliverdiler. Bu, her şeyi değiştirecekti. O tarihten yaklaşık beş asır öncesinde Alparslan da Malazgirt’ten önceki haftalarda Suriye’deki Şii Fatimiler ile savaşa giderken yoldan dönüp Bizans’ı tarihi değiştiren bir yenilgiye uğratmıştı.
Şiiler ve Sünniler arasındaki bölünme, Türkler, Acemler ve Araplar arasındaki ilişkilerin tüm tarihine damgasını vurmuş bir hadisedir ve günümüzde de son derece etkilidir. Müslümanlık bir ortak payda olmamış, tam tersine güç odakları tarafından kötüye kullanılmıştır. Yavuz, Mısır’ı fethettikten sonra bu uzak vilayet devlet gelirlerinin büyük bir kısmını merkeze gönderiyordu. Ne var ki Osmanlı valileri de kendi servetlerini artırma yoluna gidiyor, bu vergiler kimi zaman İstanbul’a ulaşmıyordu. Kahire’de iktidarı ellerinde tutan ve kendi askerî güçleri olan Memlûk beyleri de paşaları kendi işlerine fazla karıştırmıyordu. Mısır’daki Osmanlı valisi, Memlûkler ile vergi isteyen İstanbul yönetimi arasında sıkışıp kalan bir kişiydi. Osmanlı egemenliği Arap dünyasında o kadar yüzeysel kalmıştı ki Basra ve Bağdat ile Şam ve Hicaz ve Cezayir âdeta ayrı dünyalardı.
Nihayet 19. yüzyılda büyük isyanlar başladı. 1803’te başlayan Vehhabî isyanı 3 yıl sonra Hicaz’ın bunların eline geçmesiyle sonuçlandı. O sırada Mısır’da kendi egemenliğini tesis etmekte olan Kavalalı, 7 yıl süren bir sefer sonucu bu bölgeyi Mısır’daki kendi yönetimine aldı. Bu arada önde gelen Memlûk ailelerini tuzağa çekerek öldürdü; güçlü bir ordu ve donanma kurmak için Fransızlar ile ilişkiye girdi ama askerî reformları istediği noktaya ilerletemedi; sonuçta Mısır Kanalı’nın yapılmasıyla birlikte İngiliz egemenliğine boyun eğdi.
Arap Yarımadası’nın güneyindeki Yemen’de 1781, 1889, 1904 ve 1909’da isyanlar patlak vermiş, Yemen’de hayatını yitiren Anadolu yiğitlerinin türküleri günümüze kadar ulaşmıştır. Son isyan o kadar önemliydi ki, dönemin Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa bu konuyla ilgilenmek üzere bizzat Yemen’e gitmiş, İmam Yahya ile anlaşmaya varmış ama İmam İdris çarpışmaya devam etmişti. Osmanlı Ordusu’nun Yemen’deki 58 taburu ve oraya döktüğü muazzam kaynaklar, Balkan Savaşı’nın yitirilmesindeki önemli nedenlerden birisidir.
Yemen’de isyan sürerken imparatorluğun her köşesinde Osmanlı karşıtı açık veya gizli cemiyetler kurulmaya başlamıştı. Prof. Tarık Zafer Tunaya bunların tümünü tespit etmenin zorluğuna değinerek en önemli 10 tanesine değinmiştir. 1908’de Paris’te kurulan Suriye Osmanlı Cemiyeti ile İstanbul’daki İha El Arabi Cemiyeti’ni, 1909’da kurulan beş cemiyet izlemiştir. Bunlar El Müntedi-ül Edebî (İstanbul), Cemiyet-ül İha el Osmani (Kahire), El İttihad’ül Lübnani (Kahire), Cemiyet-ül Kahtaniye (İstanbul) ve gizli bir cemiyet olan El Fatat’dır (Paris. 1912’de kurulan Cemiyet-i Islahiye (Beyrut) ile 1913’te faaliyete geçen El Ahd (İstanbul) gizli örgütlerdir. Nihayet Kahire’de El La Merkeziye (1912) kurulmuştur.
Kahire’nin o dönemde İngiliz işgalinde olması, bu ülkenin yaklaşan Büyük Savaş’ta Arapları yönlendirmelerini kolaylaştıracaktı. Örgütlerin kurucularının çoğu Osmanlı parlamentosuna üye olan kişiler ile Osmanlı Ordusu’ndan kaçan Arap asıllı subaylardı. Ayrıca İstanbul’daki yüksek okullardaki Arap öğrenciler de çeşitli cemiyetlere katılmışlardı. Bu arada örneğin Lübnan’daki ve diğer bölgelerdeki Batılı misyonerlerin ve öğretmenlerin de Osmanlı karşıtı tutumları desteklediği malumdur. Ayan azası Abdülkamit Zahravi, Meclisteki Osmanlı karşıtlarının lideri addediliyordu. Basra mebusu Talip El Nakip, 1. Dünya Savaşı’nda ünlü Lawrence ile işbirliği yapacaktır. Çok sayıdaki örnek arasında Türkiye’de en iyi bilinen kişi Binbaşı Aziz El Mısri’dir. Enver Bey ile Trablusgarp Savaşı’nda İtalyanlara karşı birlikte görev yaparken bazı gizli temasları ortaya çıkmış, yargılanıp idama mahkum olmuş, ancak İngiltere’nin baskısıyla affedilip Mısır’a gitmiştir. Orada yıllar sonra Nasır’ın darbesini desteklemiş, cumhurbaşkanlığı için adı geçmişti. Esasen Arapçılık davası güden Osmanlı mebus ve subaylarının çoğu, İngiliz ve Fransız sömürgesi olan ülkelerinin yönetimindeki ilk neslin Bakanlık ve büyükelçilik makamlarını doldurmuşlardır.
1. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle İngiliz ve Fransızların sözlerini tutmamaları üzerine farklı ülkelere bölünen Arapların, cetvelle çizilen suni sınırlar içerisinde de olsa bağımsızlık için hazırlık yaptıkları ve yer yer silahlı direniş gösterdikleri bir döneme girildi. İlk direniş Filistin’de başladı; zira İngilizler 1917 Aralık ayında Kudüs’e girdikten 10 ay sonra savaş bitince, büyük bir coşku altında bağımsızlık bekleyen Araplar; kendilerini savaşa süren İngilizlerin ve Fransızların oldubittisiyle karşı karşıya kaldılar; “kullanılmış” veya amiyane tabirle “kazık yemiş” bir durumda kaldılar.
Araplar bu arada giderek artan sayılarda Filistin’e gelen Yahudi nüfusa karşı, 1920’den itibaren üç büyük direniş gösterdiler. 1921, 1926 ve 1936-39’daki bu direnişleri bastırıldı. 1948’de ise İsrail’in kuruluşu sırasında büyük çoğunluk, komşu ülkelerde çadır mültecisi durumuna düştü. Bu dönemde İngiliz ve Fransızlar ile arayı bozmak istemeyen Türkiye yönetimleri, Araplara mesafeli bir tutum benimsemişti. Türkiye, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülkesi oldu; Cezayirlilerin bağımsızlık mücadelesini de açıkça desteklemeden el altından birkaç ufak yardımla yetindi (Cezayirlilerin haklı kırgınlığı hiç geçmemiştir).
Türk-Arap ilişkilerinde büyük bir olumsuzluk örneği de 1957’de Türkiye ile Suriye arasında çıkan krizdir ki, bu aslında çok daha geniş çerçevesi olan bir olaydır. 1955’te Türkiye ve Irak arasında İngiltere’nin katılımıyla kurulan, kısa süre sonra İran ve Pakistan’ın da katıldığı Bağdat Paktı; o sırada Suriye ve SSCB ile yakın ilişki içerisinde olan Nasır yönetimindeki Mısır tarafından Arap dünyasını bölme planı olarak nitelenmişti. Bu paktın esas amacı olan Sovyet yayılmacılığını önlemek de, kimi diğer Arap ülkeleri açısından da problemliydi; zira örneğin Suriye de o sırada Ruslar ile yakın ilişkiler kurmaktaydı. 1957’de bu gerilimler tırmandı ve Suriye’nin Hatay konusundaki sonu gelmez talepleriyle de birlikte ele alınınca “iki ülke arasında savaş” konuşulmaya başlandı. ABD, Türkiye’nin böyle bir harekata girişmesi için ısrarlıydı. Böylece hem Suriye’de Ruslar ile yakın ilişki içerisindeki BAAS rejimi sıkışacak hem de İsrail daha rahat bir nefes alabilecekti. Kaldı ki aynı yıllarda Mısır’ın Suriye ile birleşmesi de konuşuluyor, iki ülkenin Ruslardan muazzam silah yardımı almaları tehdit algısını arttırıyordu. Ankara hükümeti Suriye sınırına bazı mekanize birlikleri kaydırmasına rağmen, bunların uzun menzilli bir harekatı yeterince hızlı bir şekilde gerçekleştirecek teçhizata sahip olmadığı değerlendirilerek Amerikalıların ısrarlı talepleri reddedildi (Bunun gerçek neden olup olmadığı ve 27 Mayıs’a giden süreçte Türk-Amerikan ilişkilerinde yarattığı etki ayrı konulardır). Bu kriz kısa sürede atlatıldı ama Suriye ile ilişkiler düzelmeyecekti. Bağdat Paktı ise 1959’da yeni bir darbeden sonra Irak’ın çekilmesiyle CENTO haline dönüştü ve uzunca bir işlevsiz yaşamdan sonra ortadan kalktı.
Irak ve Suriye günümüzde fiilen parçalanmış ve yabancı güçlerin cirit attığı birer alan olmuştur. Bir başka ortak özellikleri, toprak kazanmak üzere (Suriye’nin Lübnan, Irak’ın da İran ve Kuveyt’de) yaptıkları girişimlerin ülkelerinin dağılmasına giden yolları açmasıdır. Bu Arap ülkelerinin, toprak kazanma hırslarını gerçekleştirmek bir yana, güçlü saldırılar karşısında ülkelerini korumaktan dahi aciz oldukları görüldü. Araplar küçümsenmemesi gereken bir nitelikli azınlığa sahip olmakla birlikte, büyük çoğunluk itibarıyla askerî ve politik başarısızlığı garanti eden bir kültür yapısına sahiplerdir. Bunun kaynaklarının tartışılması ayrı bir konudur, ancak uluslaşma sürecinin tamamlanmamış olması temel bir faktördür.
Arap dünyası, tıpkı İran ve Pakistan gibi, Sünni ve Şii gruplar arasındaki gerilimleri yaşadığı gibi, etnik olarak çok farklı grupları da barındırmaktadır. Irak’ta Kürtler ve Türkler büyük birer nüfusa sahip olup, bunların dışındaki 15 milyon Şii ile 9 milyon Sünni arasındaki gerginlik sürmektedir. Lübnan’da nüfus yaklaşık eşit oranlarda Sünni, Şii (bir kısmı Alevî) ve Hıristiyan olarak bölünmüştür. Suriye’de Sünni çoğunluk Alevî azınlığın diktası altında olup, nüfusun 10’da biri kadar da Hıristiyan bulunmaktadır. Diğer ülkelerde de bölünme vardır. Bu durumda ülkeler, geçen yüzyılda sömürgeci güçlerin çizdiği suni sınırlar içerisinde uluslaşamamış, bu nedenle de saldırılar karşısında daha kolay bölünüp parçalanmıştır.
Uluslaşma çok zaman alan bir süreçtir ve tamamlanması garanti değildir. İşte bu ortamda, dikta rejimleriyle yönetilen Arap ülkeleriyle kalıcı iyi ilişkiler her halükarda kolay değildir; çünkü istikrarlı olmayan bu ülkelerin Batılılar tarafından kullanılması ve bazen de yıkım çabaları çok güçlü bir şekilde sürmektedir. Bunu gözönüne alarak, sanki normal ve istikrarlı bir bölgede yaşıyormuş gibi analiz yapmaya çalışmanın anlamı yoktur, çünkü geleceği, halen düşük yoğunlukta yürütülen ve zaman zaman alevlenen savaşların sonucu belirleyecektir.
Türk-Arap ilişkileri iki yüzyılı aşkın bir zamandır Batılı ülkelerin ve Rusya ile İran’ın müdahalesi altındadır ve bu devam edecektir. Bu faktörün karşılıklı veya tek taraflı olarak dahi ortadan kaldırılması için koşullar ortada görünmemektedir. Diyalog ve barış, istemekle olacak bir şey değildir. Günümüzde sadece Irak ve Suriye’de 10 milyon kişi ülke içerisinde veya dışında, çoğu Türkiye’de mültecidir. Bunların ne kadarının dönebileceği, bunun ne zaman ve hangi koşullarda olacağı da belli değildir.
Sonuçta Türk-Arap ilişkileri sadece ilgili ülkeler tarafından değil, ağırlıkla Batılı ülkelerin, Rusya’nın, İran’ın ve İsrail’in tutumu ve yönlendirmesi altında şekillenmektedir. Türk-Arap ilişkilerini üçüncü ülkelerin etkisinden bağımsız bir şekilde değerlendirmek mümkün olmamakla birlikte; bu ülkelerde, milliyetçi entelijensiyanın olumsuz bakışlarının geniş ahali kesimleri arasında –en azından aynı derecede- paylaşılmadığı görülmektedir.
1.DÜNYA SAVAŞI VE ARAPLARIN TUTUMU
İngilizler, Fransızlar ve hayalkırıklığı
Meşrutiyet’le birlikte daha açıkça ifade edilmeye başlanan ayrılıkçı akımlar, Balkan Savaşı sonrasında iyice hız kazandı. Asya’daki Hıristiyan ve Arap topluluklar Osmanlı Devleti’nin tümden dağılacağını düşünerek büyük topraklara sahip olacakları bir bağımsızlık savaşı için hazırlanırken, aynı zamanda emperyalist güçlerle ilişkilerini artırdılar. Daha önce diğer ülkelerin yanısıra Fransızlar ile de ilişkileri olan Ermenilerin 1915’te Rus taarruzlarını desteklemek için başlattıkları isyanın sonunda tehcire uğramalarında, Almanların tutumu yeterince ortaya konulmamıştır. Bu konuda Almanların kendi askerî arşivlerindeki belgelerinin bir kısmını imha ettikleri ortaya çıkmıştır. Bu sadece Osmanlılar ile ilgili değildir; işgal ettikleri Belçika ve Polonya gibi ülkeler için de geçerlidir. Araplar, Ermeniler gibi alelacele ve felaketli sonuçlara yolaçacak bir eyleme geçmediler; Osmanlılar yıpranırken İngilizlerden daha çok yardım almanın yollarını aradılar.
Hicaz Emiri makamını 2. Abdülhamit’den alan Şerif Hüseyin İstanbul’da iken İngilizlerle ilişkiye girmiş, 1912’de oğlu Abdullah’ı İngiliz işgalindeki Mısır’a göndererek temaslarını sürekli kılmıştı. Hükümet bu faaliyetleri izliyor fakat hoşgörü (daha doğrusu göz yumma) siyasetinden vazgeçmiyordu ki, bu da Hüseyin’e ikili oynama fırsatı vermekteydi.
Seyit İdris, Asir ve Yemen’de Balkan Savaşı’nda İtalyanlardan, 1. Dünya Savaşı’nda da İngilizlerden destek alarak Türk kuvvetlerini yıpratan bir gerilla harbi yapmaktaydı. Buna karşı 1911’de Ahmet İzzet Paşa ile yaptığı antlaşmaya sadık kalan İmam Yahya, Osmanlıların “Kutsal Savaş” çağrısına katılan az sayıdaki Arap liderinden birisi oldu (Ankara hükümetiyle de ilişkisi Lozan’a kadar devam etmiştir). Bir diğer Osmanlı yanlısı lider de Darfur Sultanı Ali Dinar idi ama onun bulunduğu yer ana cephelere uzaktı ve İngilizler tarafından öldürüldü. Bu arada Libya’da Senüsiler de kısmen cihada katıldılar. Bu istisnalara karşı, Arabistan Yarımadası ile daha kuzeydeki bölgelerde Yemen’deki İdris’in yanısıra Necd’de İbn’i Suud, Katar’da Enir Essabah, İngilizlerin ördüğü çembere katıldı. Bununla birlikte Şerif Hüseyin 1915’te ikili oynamayı sürdürdü. Oğlu Faysal’ı Şam’daki 4. Ordu karargahına gönderip babası ve kardeşlerinin bağlılığını bildirirken kendisi Mekke’de İngilizlerle pazarlık yapıyordu. Onların istediği isyanı çıkarmaya hazırdı ama bunun için sadece alacağı para ve silah yetmezdi; kendisi bağımsız bir Arabistan’ın lideri olarak tanınma garantisi de istiyordu. Nihayet 15 Ekim 1915’de Mısır’daki İngiliz Yüksek Komiseri Henry McMahon, Hüseyin’e yazarak onun tarafından belirlenen sınırlar içerisinde Arap bağımsızlığının Londra tarafından tanınacağı sözünü iletmeye yetkili kılındığını bildirdi. Bu, Mısır hariç tüm Arabistan’dan güney Anadolu’ya kadar tüm “Verimli Hilal”i kapsıyordu.
Araplar alabileceklerinden daha fazlasını talep ederken, İngilizler de o sırada Almanlara karşı birlikte savaştıkları Fransızları ve Rusları gücendirmemek için McMahon aracılığıyla Şerif Hüseyin’e verdikleri sözün tamamen dışına çıkarak 1916 Mayıs’ında gizli Sykes-Picot Antlaşması’nı imzaladılar. Burada İngilizler Hayfa’dan Musul’a kadar uzanırken, Fransızlara Güneydoğu Anadolu’yu da kapsayan bir bölge verilmekteydi; Ruslara da Doğu Anadolu bırakılmıştı. Bu ayarlamalar daha sonra revize edilecek, ertesi yıl Yahudilere Filistin’de bir yurt sağlanmasını kabul eden Balfour Deklarasyonu yapılacaktı. Bunlardan bihaber olan Araplar 1916 sonbaharında açık isyana giriştiler ve onları yönetmek için gönderilen İngilizler arasında Lawrence da vardı. Hicaz’daki Osmanlıları saldırı altına alındı ve büyük fedakarlıklarla yapılan Hicaz demiryolu İngiliz güdümündeki Arap isyanının başlıca hedefi oldu. Savaşın sonunda Osmanlılar yenilerek bölgeden çekilirken, kuzeye ilerleyen İngiliz birliklerinin yanında Lawrence ve Faysal hevesle söz verilen devleti kurmaya gidiyorlardı; ancak hayalkırıklıkları büyük olacaktı.
1. Dünya Savaşı’nda 4. Ordu ve Suriye-Filistin cephesinin komutanı olan Bahriye Nazırı Cemal Paşa Suriye’deki Arap milliyetçileriyle iyi geçinmeye çalışmış; ancak bunun mümkün olmadığı anlaşılınca bunları Aliye’de kurulan mahkemelere sevketmişti. Bölgenin başka kentlerinde ve Beyrut’ta da olağanüstü mahkemeler kuruldu. Çoğu yukarıda adı geçen derneklere üye olan Arap önde gelenlerinin İngiliz ve Fransızlar ile ilişkiye geçtikleri belgelendikten sonra 34 kişi idama mahkum edildi; çok sayıda firari de gıyaben idama mahkum oldu. Bunların idamı çok tartışmaya neden oldu, Osmanlı karşıtı tutumu arttırdı. Ancak idamların Arap isyanını başlattığı söylenemez; zira Hüseyin, Hicaz’da onlardan bağımsız olarak hazırlıklarını yapmaktaydı.
SURİYE VE BAAS
‘Sosyalist’ miliyetçilik
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hıristiyan Mişel Eflak, Sünni bir Müslüman olan Selahattin Bitar ve Alevi Zeki Arsuzi tarafından kurulan BAAS tarafından yönetilen Suriye, pan-Arap ideolojiye sahip, milliyetçilikten sosyalizme kadar uzanan, özgürlükçü iddiaları da bulunan eklektik bir yapıya sahipti. 1958’de Mısır ile birleşip Birleşik Arap Cumhuriyeti adını aldılar ama bu uzun sürmedi. Birliğin 1961’de -ağırlıkla Nasır’ın üstünlük taslayan tutumu karşısında-dağılmasından sonra Suriye’de pan-Arap ideoloji zayıfladı. Baas Partisi bölündü ve Şii azınlığa dayanan bir kolu 1963 askerî darbesinden beri tek parti diktatörlüğü ile iktidarı eline geçirdi (bugün de elinde tutmaktadır).
“Sosyalist” iddiaları çok kısa sürede sönen Suriye, buna rağmen Rusya ile yakın işbirliği yaptı; zira ilk dönemde İsrail’e karşı onlardan silah alarak, yakın tarihte, oğul Esad döneminde ise Rusya ve İran’ın desteğiyle ülkenin bir kısmında iktidarını sürdürebildi. Rusya da bu sayede Akdeniz’deki yegane üssüne (Lazkiye) sahip oldu. Baas Partisi’nin Irak kolu ise gene Suriye’deki gibi pan-Arap ve görünüşte sosyalizme açık bir rejim olarak 1958’den itibaren Rusya ile yakın ilişki içerisinde oldu; ancak daha sonra Batı’ya yanaşarak Suriye’den farklı bir dış politika izledi. Suriye’deki Esad rejiminin tam tersine, burada Şii çoğunluk üzerinde bir Sünni azınlığın yönetimi bulunmaktaydı ki bu da Baas’ın Irak kolunun 1968’den Saddam’ın devrilmesine kadar sürmüş olan diktatörlüğüdür.