Kasım
sayımız çıktı

Türkler ‘arkadan’ değil ana cepheden vuruldu… ARAP DÜNYASI VE SİYASİ HEDEFLER

Türk-Arap ilişkileri, Osmanlıların gerileme dönemine damgasını vurmuş en önemli alanlardan biri. İslâmiyet, milliyetçilik, Batılı emperyalistler, Rusya, İran ve İsrail arasında sürekli olarak bir yüksek tansiyon oluşturan Arap meselesinin siyasi-askerî-tarihî köşe taşları.

Türkler ve Araplar ta­rih boyunca sayısız kez çatışmış, yıldızları ba­rışmamış iki büyük kültür ala­nının insanlarıdır. Türklerin İslâm dinini almaları bunu bir ölçüde değiştirmekle birlikte temeldeki çatışmayı sona erdir­memiştir. Her halükarda Arap alemi “geri kalmışlığını” Türk­lerin işgaline bağlarken; Türkler arasında da “Arap kültüründen kaynaklanan anlayışlar nede­niyle sayısız sorun yaşadık, ge­riye düştük” fikri son derece yaygındır. Elbette bunlar diğer faktörleri ihmalden kaynakla­nan tek yanlı, eksik bakışlardır. Analizler kültürel gelişmeyi ve karşılıklı etkileşimleri belirle­yen coğrafi ve ekonomik fak­törlerle birlikte ele alınmalıdır. Ayrıca, bu âlemlerin insanla­rının homojen olmadığı da çok önemli bir faktör olarak hesaba katılmalıdır.

Günümüzde Arap dünyasıy­la ilişkilerimizi İslâm üzerin­den güçlendirmeye çalışanlar da bu dinin sayısız yorumuyla, özellikle “siyasi İslâm” nede­niyle içinden çıkılması zor so­runlarla boğuşmakta. Aslında “siyasi İslâm”ın ne derece doğ­ru bir terim olduğu da tartışma­lıdır; zira Hıristiyanlık sonra­dan siyasetin bir aracı olurken, İslâm en başından beri bir dev­let dini olarak ortaya çıkmış ve yayılmıştır. İslâm mezhepleri Türkler ve Araplar da dahil her kavim veya millet içerisinde ay­rımlara neden olduğu gibi, ka­vimler veya milletler arasında­ki çatışmalarda da esaslı bir rol oynamıştır. Dinlerin farklı yo­rumları sadece doğal değil kaçı­nılmazdır ve aynı olgu Hıris­tiyanlık için de geçerlidir. Bu­nunla birlikte her toplum yeni inançları kendi geleneklerine ve çağın gereklerine göre yorum­lar. Azerbaycan ile Suudi Ara­bistan veya Tunus, İslâmiyet’i farklı şekillerde yaşar.

Cemal Paşa, Bağdat’ın güneyinde El-Hindiye barajının açılışında, beyaz ceketi ve binici kıyafeti içinde, Bağdatlı aşiret reisleriyle birlikte…

Hem Türkler hem de Arap­lar arasında milliyetçilik akımı, Batı’nın tesiriyle ve bazen Ba­tı’ya karşı, ancak kimi zaman onlarla uzlaşan bir karmaşıklık içerisinde gelişti. Bu toplumlar­da uluslaşma daha geç başla­mış, bu nedenle süreçler dış et­kilere fazlasıyla açık ve sorunlu olmuştur. Uluslaşamamış top­lumlarda cemaat önderleri çok etkilidir ve Batılılar bunları sa­tın alarak sözkonusu toplumla­ra rahatça müdahale edegelmiş­lerdir. İslâm dünyasında bu çok sık şekilde görülür.

İmparatorlukların dağıl­ma çağında, Batılı güçler bir yandan kendi imparatorlukla­rını korumak veya büyütmek­le uğraşırken, diğer yandan da Osmanlı İmparatorluğu’nu pay­laşma telaşı içerisinde, Arapla­rı Türklere karşı harekete ge­çirmiştir. Arap milliyetçiliğinin Osmanlıların çöküş süreciy­le atbaşı geliştiğini söylemek mümkündür. Ancak bunun da Mağrip ve Maşrık’ı içeren bir pan-Arap milliyetçiliği ile böl­gesel milliyetçilikler olarak iki ayrı dalda geliştiğine değinmek gerekir (Pan-Arap milliyetçili­ği günümüzde iyice zayıflamış, siyasi bir akım olarak etkisini yitirmiştir).

20. yüzyıl başında Osmanlı­lara karşı Batı dünyasının yar­dımıyla harekete geçen Arap­lar, bu sürecin ileriki aşama­sında kimi zaman Batı karşıtı mücadelelere de girmiş, ancak bir noktadan sonra ya Mısır gi­bi Batılılarla uzlaşmak zorunda kalmış ya da tekrar açık işgale uğramaktan kurtulamamıştır. Arap milliyetçiliğinin iki Baasçı kolu olan Irak ve Suriye ile Lib­ya’nın yakın tarihte uğradıkları işgaller buna örnektir. Batı ül­keleri bu rejimlerin yaşamasına izin vermemiş, onlar da süreç­leri iyi yönetememiş ve büyüme sevdasında maceralara atılıp fe­laketlerin yolunu açmışlardır.

1952’de darbe yaparak ikti­dara gelen ve bütün Arap dün­yasının lideri olma yolundaki pan-Arapçılık iddiasını gerçek­leştiremeyen Cemal Abdül Na­sır da, bilindiği gibi esaslı bir Türk düşmanıydı (Mısır’da bü­yük ölçüde Türk kökenli Mem­lûk yönetimini “ülkenin kanını emen köle askerlerin baskıcı iktidarı” olarak nitelemişti). Ne var ki, Suriye ile Mısır’ın Bir­leşik Arap Cumhuriyeti adı al­tında birleşmelerinin çok kısa sürmesi (1958-1961) pan-Arap­çılığın olanaksızlığını gösteren temel noktalardan biri oldu. Ke­za, İsrail karşısında üstüste alı­nan Arap yenilgilerinin, özellik­le 1967 Savaşı’nın bu iddianın çöküşünde pay sahibi olduğu açıktır.

Bu arada Suriye’deki Baasçı Şii diktatörlüğü de Hatay hede­finden hiç vazgeçmemiş; ülke­mizdeki terör gruplarına üs ve destek sağlarken kendi ülkesini de İsrail ve Batılıların müdaha­lesinden kurtaramamıştır. Bu­gün her üç ülke farklı ölçülerde işgal altında iken, Mısır da Ba­tı’ya göbeğinden bağlanmış du­rumdadır; bu bağlılık Batı ülke­lerinin Türkiye’ye karşı “oyun­larında” Arapların figüranlık yapmasına yolaçmaktadır. An­cak onların da bazı kesimleri Türkiye’yi 1. Dünya Savaşı’nda Almanların, daha sonra da Batı dünyasının bir piyonu olarak görmüştü. Yüzyıllar süren Türk egemenliğinin yüzeysel niteliği ve kültürel alışverişin zayıflığı, özellikle Maşrık aleminde Türk karşıtlığını kolaylaştırmıştır.

Osmanlı tuğrasının altında Kudüs Osmanlı döneminde Şam Kapısı önündeki Nebi Musa Şenlikleri, Kudüs 1898-1917. Nebi Musa Şenlikleri; Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü Haçlılardan aldığı 1187’den beri kutlanmaktadır. Kudüs’ün Osmanlı topraklarına dahil olduğu dönemde çekilmiş fotoğrafta Osmanlı tuğrası ve bayrakları görülüyor.

Geçmişte Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı Devleti’nin yönünü güneye çevirip Mısır ve Arap ülkelerinin bir kısmı­nı devlete katmasına ve Ka­nunî’nin bu toprakları Hicaz ve Yemen ile Basra’yı içine alacak şekilde genişletmesine rağmen; Osmanlı egemenliği sadece ba­zı merkezlerle sınırlı kalmıştır. Mısır’da Osmanlılar yönetimi büyük Memlûk ailelerine, diğer bölgelerde de yerel aşiret reis­lerinin idaresine bırakmışlar­dı. Bu anlamda ağırlıkla kıyılar ve belli kentlerle sınırlı, adeta nominal bağlılık altında, kültü­rel alışverişin asgari düzeyde olduğu bir Osmanlı egemenliği sözkonusuydu. Örneğin Cezayir de Osmanlılara bağlıydı ama fi­ilen özerk bir yönetime sahipti; zira Cezayir denizcileri bu alan­da Osmanlılardan çok daha ile­ri olup, çoğu savaşta İstanbul’a yardım gönderiyordu. Acıdır ki, Fransızlar bu ülkeyi işgal için saldırdığı zaman, o sırada eski ordusu çökmüş ve yenisi henüz oluşmamış olan ve donanma­sı çok zayıf Osmanlılar onlara yardım gönderecek durumda değildi.

Aslında 16. yüzyılın ilk ya­rısından itibaren Osmanlıların doğuya ilerlemesi de bir ölçü­de zorla, hatta belki de isteme­den gerçekleşmişti. O dönemde Osmanlı Devleti’nin dörtte üçü Avrupa’da, sadece dörtte biri Asya’da idi. İran’dan gelen Safe­vi tehdidi olmasa Doğu Anado­lu ve Suriye işgal edilmeyebi­lir, Mısır’a ilerlemek sözkonusu olmayabilirdi. Birkaç yıl içeri­sinde Osmanlılar topraklarının dörtte üçü Asya’da, sadece dört­te biri Avrupa’da olan bir devlet haline geliverdiler. Bu, her şeyi değiştirecekti. O tarihten yaklaşık beş asır öncesinde Alparslan da Malazgirt’ten önceki hafta­larda Suriye’deki Şii Fatimiler ile savaşa giderken yoldan dö­nüp Bizans’ı tarihi değiştiren bir yenilgiye uğratmıştı.

Şiiler ve Sünniler arasında­ki bölünme, Türkler, Acemler ve Araplar arasındaki ilişki­lerin tüm tarihine damgasını vurmuş bir hadisedir ve günü­müzde de son derece etkilidir. Müslümanlık bir ortak payda olmamış, tam tersine güç odak­ları tarafından kötüye kullanıl­mıştır. Yavuz, Mısır’ı fethettik­ten sonra bu uzak vilayet devlet gelirlerinin büyük bir kısmını merkeze gönderiyordu. Ne var ki Osmanlı valileri de kendi ser­vetlerini artırma yoluna gidiyor, bu vergiler kimi zaman İstan­bul’a ulaşmıyordu. Kahire’de iktidarı ellerinde tutan ve ken­di askerî güçleri olan Memlûk beyleri de paşaları kendi işle­rine fazla karıştırmıyordu. Mı­sır’daki Osmanlı valisi, Mem­lûkler ile vergi isteyen İstanbul yönetimi arasında sıkışıp kalan bir kişiydi. Osmanlı egemenli­ği Arap dünyasında o kadar yü­zeysel kalmıştı ki Basra ve Bağ­dat ile Şam ve Hicaz ve Cezayir âdeta ayrı dünyalardı.

Nihayet 19. yüzyılda büyük isyanlar başladı. 1803’te başla­yan Vehhabî isyanı 3 yıl sonra Hicaz’ın bunların eline geçme­siyle sonuçlandı. O sırada Mı­sır’da kendi egemenliğini tesis etmekte olan Kavalalı, 7 yıl sü­ren bir sefer sonucu bu bölgeyi Mısır’daki kendi yönetimine al­dı. Bu arada önde gelen Memlûk ailelerini tuzağa çekerek öldür­dü; güçlü bir ordu ve donanma kurmak için Fransızlar ile iliş­kiye girdi ama askerî reformla­rı istediği noktaya ilerletemedi; sonuçta Mısır Kanalı’nın yapıl­masıyla birlikte İngiliz egemen­liğine boyun eğdi.

Arap Yarımadası’nın güne­yindeki Yemen’de 1781, 1889, 1904 ve 1909’da isyanlar patlak vermiş, Yemen’de hayatını yiti­ren Anadolu yiğitlerinin türkü­leri günümüze kadar ulaşmıştır. Son isyan o kadar önemliydi ki, dönemin Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa bu konuyla il­gilenmek üzere bizzat Yemen’e gitmiş, İmam Yahya ile anlaş­maya varmış ama İmam İdris çarpışmaya devam etmişti. Os­manlı Ordusu’nun Yemen’de­ki 58 taburu ve oraya döktüğü muazzam kaynaklar, Balkan Sa­vaşı’nın yitirilmesindeki önemli nedenlerden birisidir.

Yemen’de isyan sürerken imparatorluğun her köşesinde Osmanlı karşıtı açık veya gizli cemiyetler kurulmaya başla­mıştı. Prof. Tarık Zafer Tu­naya bunların tümünü tespit etmenin zorluğuna değinerek en önemli 10 tanesine değin­miştir. 1908’de Paris’te kuru­lan Suriye Osmanlı Cemiye­ti ile İstanbul’daki İha El Arabi Cemiyeti’ni, 1909’da kurulan beş cemiyet izlemiştir. Bunlar El Müntedi-ül Edebî (İstanbul), Cemiyet-ül İha el Osmani (Ka­hire), El İttihad’ül Lübnani (Ka­hire), Cemiyet-ül Kahtaniye (İs­tanbul) ve gizli bir cemiyet olan El Fatat’dır (Paris. 1912’de kuru­lan Cemiyet-i Islahiye (Beyrut) ile 1913’te faaliyete geçen El Ahd (İstanbul) gizli örgütlerdir. Nihayet Kahire’de El La Merke­ziye (1912) kurulmuştur.

Unutulmayan kırgınlıklar 14 Mayıs 1948’de, David- Ben Gurion öncülüğünde Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Millî Konseyi kuruluşunu ilan etmişti. Türkiye, 28 Mart 1949’da, Filistin mülteci trajedisinin ayyuka çıktığı bir zamanda, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke oldu.

Kahire’nin o dönemde İngi­liz işgalinde olması, bu ülkenin yaklaşan Büyük Savaş’ta Arap­ları yönlendirmelerini kolay­laştıracaktı. Örgütlerin kuru­cularının çoğu Osmanlı parla­mentosuna üye olan kişiler ile Osmanlı Ordusu’ndan kaçan Arap asıllı subaylardı. Ayrıca İs­tanbul’daki yüksek okullardaki Arap öğrenciler de çeşitli cemi­yetlere katılmışlardı. Bu arada örneğin Lübnan’daki ve diğer bölgelerdeki Batılı misyonerle­rin ve öğretmenlerin de Osman­lı karşıtı tutumları desteklediği malumdur. Ayan azası Abdülka­mit Zahravi, Meclisteki Osman­lı karşıtlarının lideri addedili­yordu. Basra mebusu Talip El Nakip, 1. Dünya Savaşı’nda ünlü Lawrence ile işbirliği yapacak­tır. Çok sayıdaki örnek arasın­da Türkiye’de en iyi bilinen kişi Binbaşı Aziz El Mısri’dir. Enver Bey ile Trablusgarp Savaşı’nda İtalyanlara karşı birlikte görev yaparken bazı gizli temasları ortaya çıkmış, yargılanıp idama mahkum olmuş, ancak İngilte­re’nin baskısıyla affedilip Mı­sır’a gitmiştir. Orada yıllar son­ra Nasır’ın darbesini destek­lemiş, cumhurbaşkanlığı için adı geçmişti. Esasen Arapçılık davası güden Osmanlı mebus ve subaylarının çoğu, İngiliz ve Fransız sömürgesi olan ülkele­rinin yönetimindeki ilk neslin Bakanlık ve büyükelçilik ma­kamlarını doldurmuşlardır.

1. Dünya Savaşı’nın sona er­mesiyle İngiliz ve Fransızların sözlerini tutmamaları üzerine farklı ülkelere bölünen Arapla­rın, cetvelle çizilen suni sınırlar içerisinde de olsa bağımsızlık için hazırlık yaptıkları ve yer yer silahlı direniş gösterdikle­ri bir döneme girildi. İlk direniş Filistin’de başladı; zira İngiliz­ler 1917 Aralık ayında Kudüs’e girdikten 10 ay sonra savaş bi­tince, büyük bir coşku altında bağımsızlık bekleyen Araplar; kendilerini savaşa süren İngi­lizlerin ve Fransızların oldu­bittisiyle karşı karşıya kaldılar; “kullanılmış” veya amiyane ta­birle “kazık yemiş” bir durumda kaldılar.

Araplar bu arada giderek ar­tan sayılarda Filistin’e gelen Ya­hudi nüfusa karşı, 1920’den iti­baren üç büyük direniş göster­diler. 1921, 1926 ve 1936-39’daki bu direnişleri bastırıldı. 1948’de ise İsrail’in kuruluşu sırasında büyük çoğunluk, komşu ülke­lerde çadır mültecisi durumu­na düştü. Bu dönemde İngiliz ve Fransızlar ile arayı bozmak istemeyen Türkiye yönetimle­ri, Araplara mesafeli bir tutum benimsemişti. Türkiye, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülkesi ol­du; Cezayirlilerin bağımsızlık mücadelesini de açıkça destek­lemeden el altından birkaç ufak yardımla yetindi (Cezayirlile­rin haklı kırgınlığı hiç geçme­miştir).

Türk-Arap ilişkilerinde bü­yük bir olumsuzluk örneği de 1957’de Türkiye ile Suriye ara­sında çıkan krizdir ki, bu as­lında çok daha geniş çerçevesi olan bir olaydır. 1955’te Tür­kiye ve Irak arasında İngilte­re’nin katılımıyla kurulan, kısa süre sonra İran ve Pakistan’ın da katıldığı Bağdat Paktı; o sı­rada Suriye ve SSCB ile yakın ilişki içerisinde olan Nasır yö­netimindeki Mısır tarafından Arap dünyasını bölme planı olarak nitelenmişti. Bu paktın esas amacı olan Sovyet yayıl­macılığını önlemek de, kimi di­ğer Arap ülkeleri açısından da problemliydi; zira örneğin Su­riye de o sırada Ruslar ile yakın ilişkiler kurmaktaydı. 1957’de bu gerilimler tırmandı ve Suri­ye’nin Hatay konusundaki sonu gelmez talepleriyle de birlikte ele alınınca “iki ülke arasında savaş” konuşulmaya başlandı. ABD, Türkiye’nin böyle bir ha­rekata girişmesi için ısrarlıydı. Böylece hem Suriye’de Rus­lar ile yakın ilişki içerisindeki BAAS rejimi sıkışacak hem de İsrail daha rahat bir nefes ala­bilecekti. Kaldı ki aynı yıllarda Mısır’ın Suriye ile birleşmesi de konuşuluyor, iki ülkenin Rus­lardan muazzam silah yardımı almaları tehdit algısını arttırı­yordu. Ankara hükümeti Suriye sınırına bazı mekanize birlikleri kaydırmasına rağmen, bunların uzun menzilli bir harekatı yete­rince hızlı bir şekilde gerçekleş­tirecek teçhizata sahip olmadığı değerlendirilerek Amerikalıla­rın ısrarlı talepleri reddedil­di (Bunun gerçek neden olup olmadığı ve 27 Mayıs’a giden süreçte Türk-Amerikan ilişkile­rinde yarattığı etki ayrı konu­lardır). Bu kriz kısa sürede atla­tıldı ama Suriye ile ilişkiler dü­zelmeyecekti. Bağdat Paktı ise 1959’da yeni bir darbeden sonra Irak’ın çekilmesiyle CENTO haline dönüştü ve uzunca bir iş­levsiz yaşamdan sonra ortadan kalktı.

Irak ve Suriye günümüzde fiilen parçalanmış ve yaban­cı güçlerin cirit attığı birer alan olmuştur. Bir başka ortak özel­likleri, toprak kazanmak üzere (Suriye’nin Lübnan, Irak’ın da İran ve Kuveyt’de) yaptıkları girişimlerin ülkelerinin dağıl­masına giden yolları açması­dır. Bu Arap ülkelerinin, toprak kazanma hırslarını gerçekleş­tirmek bir yana, güçlü saldırılar karşısında ülkelerini korumak­tan dahi aciz oldukları görüldü. Araplar küçümsenmemesi ge­reken bir nitelikli azınlığa sahip olmakla birlikte, büyük çoğun­luk itibarıyla askerî ve politik başarısızlığı garanti eden bir kültür yapısına sahiplerdir. Bu­nun kaynaklarının tartışılması ayrı bir konudur, ancak uluslaş­ma sürecinin tamamlanmamış olması temel bir faktördür.

Osmanlı dönemi sonrasında Ortadoğu’nun şekillenmesi, yeni ülkelerin oluşturulması ve sınırların çizilmesinde önemli rol oynayan Winston Churchill, Gertrude Bell ve Thomas E. Lawrence piramitlerde, 15 Şubat 1921.

Arap dünyası, tıpkı İran ve Pakistan gibi, Sünni ve Şii gruplar arasındaki gerilimleri yaşadığı gibi, etnik olarak çok farklı grupları da barındırmak­tadır. Irak’ta Kürtler ve Türk­ler büyük birer nüfusa sahip olup, bunların dışındaki 15 mil­yon Şii ile 9 milyon Sünni ara­sındaki gerginlik sürmektedir. Lübnan’da nüfus yaklaşık eşit oranlarda Sünni, Şii (bir kısmı Alevî) ve Hıristiyan olarak bö­lünmüştür. Suriye’de Sünni ço­ğunluk Alevî azınlığın diktası altında olup, nüfusun 10’da biri kadar da Hıristiyan bulunmak­tadır. Diğer ülkelerde de bölün­me vardır. Bu durumda ülke­ler, geçen yüzyılda sömürge­ci güçlerin çizdiği suni sınırlar içerisinde uluslaşamamış, bu nedenle de saldırılar karşısında daha kolay bölünüp parçalan­mıştır.

Uluslaşma çok zaman alan bir süreçtir ve tamamlanması garanti değildir. İşte bu ortam­da, dikta rejimleriyle yönetilen Arap ülkeleriyle kalıcı iyi ilişki­ler her halükarda kolay değil­dir; çünkü istikrarlı olmayan bu ülkelerin Batılılar tarafından kullanılması ve bazen de yıkım çabaları çok güçlü bir şekilde sürmektedir. Bunu gözönüne alarak, sanki normal ve istikrar­lı bir bölgede yaşıyormuş gibi analiz yapmaya çalışmanın an­lamı yoktur, çünkü geleceği, ha­len düşük yoğunlukta yürütülen ve zaman zaman alevlenen sa­vaşların sonucu belirleyecektir.

Türk-Arap ilişkileri iki yüz­yılı aşkın bir zamandır Batılı ül­kelerin ve Rusya ile İran’ın mü­dahalesi altındadır ve bu devam edecektir. Bu faktörün karşılıklı veya tek taraflı olarak dahi or­tadan kaldırılması için koşul­lar ortada görünmemektedir. Diyalog ve barış, istemekle ola­cak bir şey değildir. Günümüz­de sadece Irak ve Suriye’de 10 milyon kişi ülke içerisinde veya dışında, çoğu Türkiye’de mülte­cidir. Bunların ne kadarının dö­nebileceği, bunun ne zaman ve hangi koşullarda olacağı da belli değildir.

Sonuçta Türk-Arap ilişkileri sadece ilgili ülkeler tarafından değil, ağırlıkla Batılı ülkelerin, Rusya’nın, İran’ın ve İsrail’in tutumu ve yönlendirmesi altın­da şekillenmektedir. Türk-A­rap ilişkilerini üçüncü ülkelerin etkisinden bağımsız bir şekilde değerlendirmek mümkün ol­mamakla birlikte; bu ülkeler­de, milliyetçi entelijensiyanın olumsuz bakışlarının geniş aha­li kesimleri arasında –en azın­dan aynı derecede- paylaşılma­dığı görülmektedir.

1.DÜNYA SAVAŞI VE ARAPLARIN TUTUMU

İngilizler, Fransızlar ve hayalkırıklığı

Meşrutiyet’le birlikte daha açıkça ifade edilmeye başlanan ayrılıkçı akımlar, Balkan Savaşı sonrasında iyice hız kazandı. Asya’daki Hıristiyan ve Arap toplu­luklar Osmanlı Devleti’nin tümden dağılacağını düşünerek büyük topraklara sahip olacakları bir ba­ğımsızlık savaşı için hazırlanırken, aynı zamanda emperyalist güçlerle ilişkilerini artırdılar. Daha önce diğer ülkelerin ya­nısıra Fransızlar ile de ilişkileri olan Ermenilerin 1915’te Rus taarruzla­rını desteklemek için başlattıkları isyanın sonunda tehcire uğramala­rında, Almanların tutumu yeterince ortaya konulmamıştır. Bu konuda Almanların kendi askerî arşivlerin­deki belgelerinin bir kısmını imha ettikleri ortaya çıkmıştır. Bu sadece Osmanlılar ile ilgili değildir; işgal ettikleri Belçika ve Polonya gibi ülkeler için de geçerlidir. Araplar, Ermeniler gibi alelacele ve felaketli sonuçlara yolaçacak bir eyleme geçmediler; Osmanlılar yıpranır­ken İngilizlerden daha çok yardım almanın yollarını aradılar.

Hicaz Emiri makamını 2. Abdülhamit’den alan Şerif Hüseyin İstanbul’da iken İngilizlerle ilişkiye girmiş, 1912’de oğlu Abdullah’ı İngiliz işgalindeki Mısır’a gönde­rerek temaslarını sürekli kılmıştı. Hükümet bu faaliyetleri izliyor fakat hoşgörü (daha doğrusu göz yumma) siyasetinden vazgeçmiyor­du ki, bu da Hüseyin’e ikili oynama fırsatı vermekteydi.

Seyit İdris, Asir ve Yemen’de Balkan Savaşı’nda İtalyanlardan, 1. Dünya Savaşı’nda da İngilizlerden destek alarak Türk kuvvetlerini yıp­ratan bir gerilla harbi yapmaktaydı. Buna karşı 1911’de Ahmet İzzet Paşa ile yaptığı antlaşmaya sadık kalan İmam Yahya, Osmanlıların “Kutsal Savaş” çağrısına katılan az sayıdaki Arap liderinden birisi oldu (Ankara hükümetiyle de ilişkisi Lozan’a kadar devam etmiştir). Bir diğer Osmanlı yanlısı lider de Darfur Sultanı Ali Dinar idi ama onun bu­lunduğu yer ana cephelere uzaktı ve İngilizler tarafından öldürüldü. Bu arada Libya’da Senüsiler de kıs­men cihada katıldılar. Bu istisnalara karşı, Arabistan Yarımadası ile daha kuzeydeki bölgelerde Yemen’deki İdris’in yanısıra Necd’de İbn’i Suud, Katar’da Enir Essabah, İngilizlerin ördüğü çembere katıldı. Bununla birlikte Şerif Hüseyin 1915’te ikili oynamayı sürdürdü. Oğlu Faysal’ı Şam’daki 4. Ordu karargahına gönderip babası ve kardeşleri­nin bağlılığını bildirirken kendisi Mekke’de İngilizlerle pazarlık yapıyordu. Onların istediği isyanı çıkarmaya hazırdı ama bunun için sadece alacağı para ve silah yetmezdi; kendisi bağımsız bir Arabistan’ın lideri olarak tanınma garantisi de istiyordu. Nihayet 15 Ekim 1915’de Mısır’daki İngiliz Yüksek Komiseri Henry McMahon, Hüseyin’e yazarak onun tarafından belirlenen sınırlar içerisinde Arap bağımsızlığının Londra tarafından tanınacağı sözünü iletmeye yetkili kılındığını bildirdi. Bu, Mısır hariç tüm Arabistan’dan güney Anado­lu’ya kadar tüm “Verimli Hilal”i kapsıyordu.

Araplar alabileceklerinden daha fazlasını talep ederken, İngilizler de o sırada Almanlara karşı birlikte savaştıkları Fransızları ve Rusları gücendirmemek için McMahon aracılığıyla Şerif Hüse­yin’e verdikleri sözün tamamen dışına çıkarak 1916 Mayıs’ında gizli Sykes-Picot Antlaşması’nı imzala­dılar. Burada İngilizler Hayfa’dan Musul’a kadar uzanırken, Fransız­lara Güneydoğu Anadolu’yu da kapsayan bir bölge verilmekteydi; Ruslara da Doğu Anadolu bırakıl­mıştı. Bu ayarlamalar daha sonra revize edilecek, ertesi yıl Yahudile­re Filistin’de bir yurt sağlanmasını kabul eden Balfour Deklarasyonu yapılacaktı. Bunlardan bihaber olan Araplar 1916 sonbaharında açık isyana giriştiler ve onları yönetmek için gönderilen İngilizler arasında Lawrence da vardı. Hicaz’daki Osmanlıları saldırı altına alındı ve büyük fedakarlıklarla yapılan Hicaz demiryolu İngiliz güdümündeki Arap isyanının başlıca hedefi oldu. Savaşın sonunda Osmanlılar yeni­lerek bölgeden çekilirken, kuzeye ilerleyen İngiliz birliklerinin yanında Lawrence ve Faysal hevesle söz verilen devleti kurmaya gidiyor­lardı; ancak hayalkırıklıkları büyük olacaktı.

1. Dünya Savaşı’nda 4. Ordu ve Suriye-Filistin cephesinin komutanı olan Bahriye Nazırı Cemal Paşa Suriye’deki Arap milliyetçileriyle iyi geçinmeye çalışmış; ancak bunun mümkün olmadığı anlaşılınca bunları Aliye’de kurulan mahkeme­lere sevketmişti. Bölgenin başka kentlerinde ve Beyrut’ta da olağa­nüstü mahkemeler kuruldu. Çoğu yukarıda adı geçen derneklere üye olan Arap önde gelenlerinin İngiliz ve Fransızlar ile ilişkiye geçtikleri belgelendikten sonra 34 kişi idama mahkum edildi; çok sayıda firari de gıyaben idama mahkum oldu. Bun­ların idamı çok tartışmaya neden oldu, Osmanlı karşıtı tutumu arttır­dı. Ancak idamların Arap isyanını başlattığı söylenemez; zira Hüseyin, Hicaz’da onlardan bağımsız olarak hazırlıklarını yapmaktaydı.

SURİYE VE BAAS

‘Sosyalist’ miliyetçilik

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hıristiyan Mişel Eflak, Sünni bir Müslüman olan Selahattin Bitar ve Alevi Zeki Arsuzi tarafın­dan kurulan BAAS tarafından yönetilen Suriye, pan-Arap ideolojiye sahip, milliyetçilik­ten sosyalizme kadar uzanan, özgürlükçü iddiaları da bulu­nan eklektik bir yapıya sahipti. 1958’de Mısır ile birleşip Birleşik Arap Cumhuriyeti adını aldılar ama bu uzun sürmedi. Birliğin 1961’de -ağırlıkla Nasır’ın üstün­lük taslayan tutumu karşısında-dağılmasından sonra Suriye’de pan-Arap ideoloji zayıfladı. Baas Partisi bölündü ve Şii azınlığa dayanan bir kolu 1963 askerî darbesinden beri tek parti dik­tatörlüğü ile iktidarı eline geçirdi (bugün de elinde tutmaktadır).

“Sosyalist” iddiaları çok kısa sürede sönen Suriye, buna rağmen Rusya ile yakın işbirliği yaptı; zira ilk dönemde İsrail’e karşı onlardan silah alarak, yakın tarihte, oğul Esad döneminde ise Rusya ve İran’ın desteğiyle ülkenin bir kısmında iktidarını sürdürebildi. Rusya da bu sayede Akdeniz’deki yegane üssüne (Lazkiye) sahip oldu. Baas Partisi’nin Irak kolu ise gene Suriye’deki gibi pan-Arap ve görünüşte sosyalizme açık bir rejim olarak 1958’den itibaren Rusya ile yakın ilişki içerisinde oldu; ancak daha sonra Batı’ya yanaşarak Suriye’den farklı bir dış politika izledi. Suriye’deki Esad rejiminin tam tersine, burada Şii çoğunluk üzerinde bir Sünni azınlığın yönetimi bulun­maktaydı ki bu da Baas’ın Irak kolunun 1968’den Saddam’ın devrilmesine kadar sürmüş olan diktatörlüğüdür.