2.Dünya Savaşı’nın dehşetini yeni yeni üzerinden atan bir neslin genç kadınları değişimin peşindeydi. Mary Quant, mini etekten tayta, düz ayakkabılardan suya dayanıklı rimele, hayatlarının kontrolünü kendi ellerine almak isteyen bu neslin üniformalarını tasarladı. 13 Nisan’da öldüğünde 60’lar modasında estirdiği değişim rüzgarı hâlâ etkisini koruyordu.
Londra’yı sallayan 60’lar “gençlik depremi”nin soundtrack’ini Beatles yazdıysa, kostüm tasarımcısı da Mary Quant’tı. Genellikle söylendiği gibi mini eteğin mucidi değildi belki -André Courrèges de aynı dönemde etek boylarını yukarı çekmişti- ama, onun elinde bu devrimci kıyafet, savaş sonrası karneye bağlanmış bir hayatın çıkışında kadın özgürleşmesinin, eğlencenin, cüretkarlığın, aslına bakılırsa topyekun yeni bir hayatın sembolü hâline gelmişti.
O dönemin kadınları hayatlarının, kariyerlerinin, doğurganlıklarının kontrolünü ellerine alan ilk nesildi. Bu yeni nesil, 2. Dünya Savaşı’nın dehşetini taşıyan bir tarihten kopmak, ebeveynlerinden farklı seçimler yapmak istiyordu. Quant, çığ gibi yaklaşmakta olan değişim arzusunu içgüdüsel olarak sezmiş; bu yeni tavrın yeni bir gardroba ihtiyaç duyacağını isabetli şekilde öngörmüştü. Sonuç, zamanın ruhuna toz yutturarak onu peşinden sürükleyen, bugün bile moda anlayışımızı şekillendiren tasarımlar olacaktı.
Barbara Mary Quant, 1930’da Londra’nın güneyinde iki öğretmenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1953’te Goldsmiths’in illüstrasyon bölümünden mezun oldu; sonraki 1 yılını bir şapkacıda çalışarak geçirdi ama bundan nefret etti. “Bir düşes gibi görünmekle ilgilenmiyordum” diyordu. Bir avuç kadının birkaç saatliğine takıp kenara atacağı şapkalar için günlerini harcamak onu heyecanlandırmıyordu. Birilerinin, kendisi ve arkadaşları gibi kadınları işe yetişmek için otobüsün arkasından koşarken ayaklarına dolaşacak eteklerden kurtarması gerekiyordu. Mini etek ve altında rengarenk opak taytlar, evin dışında bir hayatın ve beraberinde getireceği sonsuz olasılıkların aksesuarı olarak düşünülmüştü. Bu genç kadınları çanta taşıma yükünden azat etmek için, kıyafetlerinin her yanına cepler eklemişti. Bütün gün çalışıp, bütün gece dans edebilmeleri için ayakkabıların topuklarını alçaltmıştı.
Moda yazarı Ernestine Carter “doğru zamanda, doğru yerde, doğru yetenekle doğmak pek az kişiye nasip olur” demiş ve son dönemde bu şansa mazhar olan modacıları “Chanel, Dior ve Quant” olarak saymıştı. Mary Quant’ın 1955’te King’s Road’daki ilk mağazası Bazaar’ı açışı, Coco Chanel’in savaş sonrası Paris’teki mağazasını yeniden açmasıyla hemen hemen aynı tarihlere denk geliyordu. Her ikisi de Dior’un “New Look”unun başını çektiği yüksek modanın dışarıda bıraktığı genç-bağımsız kadınları giydirmeye talipti. Quant aralarındaki farkı “benim Chanel’den daha güzel bacaklarım vardı” diyerek özetleyecekti.
Brigitte Bardot, Audrey Hepburn, Twiggy, Beatles, Rolling Stones gibi ikonları giydirmeye başlayan Bazaar, kısa sürede 1960’lar Londrası’nın en canlı çekim merkezlerinden biri hâline geldi. Kıyafetleri ucuz değildi belki ama, çalışan bir kadın için ulaşılabilir fiyatlardaydı. Bunun da etkisiyle müşterilerin oluşturduğu kuyruklar uzarken, şemsiyelerini vitrine vurarak bu “ahlaksız” kıyafetleri protesto eden melon şapkalı İngiliz beyefendilerin sayısı da artıyordu. Quant’ın estirdiği rüzgar herkesi çarpmıştı.
Ancak işin ticari kısmı, tasarımları yapmakla bitmiyordu. 1961’de toptan satışa başlayan, 2 yıl sonra da Amerikalı perakendeci JC Penney danışmanlığında kurduğu Ginger Group ile kitlesel pazara açılan Quant, bir süre sonra asıl para kazanabileceği alanın “yeni nesil kadınlar için yeni bir yüz” tasarlamaktan geçtiğini farketti. 1966’da kozmetik ürünlerini mücevher kutusuna benzeyen ambalajlarından çıkarıp papatya logolu suluboya tüplerine koyarak kozmetik serisini başlattı. Kadınları gözyaşına, tere ve yağmura karşı başka bir zırhla donatan suya dayanıklı maskarası, serinin en çok ilgi çeken ürünü olmuştu. Getirdiği tüm yeniliklerde olduğu gibi burada da kadınların sınırları çizilmiş bir alanda hareket etmesi gerektiği fikrine meydan okuyor, bunun yerine insanlara kendileri olabilmeleri için alan açıyordu. Ağlamak da buna dahildi…
Bazaar 1969’da kapandığında, dünyanın dörtbir yanındaki gardroplarda 7 milyon Quant etiketi vardı. Kozmetik ürünleri de 70’lerde ortadan kayboldu. Tâ ki 1984’te Japonya’da canlandırılıp, 90’larda yeniden Batı’ya ihraç edilmeye başlanana kadar… Japonya, Quant için mantıklı bir pazardı. Onun, ilhamını “asla büyümek istemeyen bir çocuk”tan alan tasarımları, Japonya’nın kadınlar için ergenlik öncesi çocuksuluğu yücelten kültürüyle bir şekilde örtüşmüştü. Geriye dönüp baktığımızda, bir oyuncak bebeğinkine benzeyen Vidal Sassoon imzalı saç kesiminden kısa plili etekler, beyaz çoraplar ve rugan ayakkabılarıyla 8 yaşında bir çocuğun okul üniformasını andıran kıyafetlerine; Quant’ın tasarımlarında çok genç bir kızın cinselleştirilmiş bir izdüşümünü görmek bugün bize rahatsız edici geliyor. Ancak belki de 1950’lerin ağır, kasvetli havasını ancak gençliği ve tazeliği öne çıkaran bu yaklaşım dağıtabilirdi. Bu bakımdan 1973’te Londra Müzesi’nde açılan ilk retrospektif sergisinde, ziyaretçilerin Quant’ın yarattığı değişimi görebilmeleri için 50’lerin kıyafetlerine ayrılmış karanlık bir oda kurulacaktı.
2019’da Victoria ve Albert Müzesi’nde açılan yaşamboyu retrospektif sergisi için ise Quant, halka açık bir çağrı yayımlamış; kıyafetleri sahiplerinin eski fotoğrafları ve kişisel hikayeleriyle birlikte sergilemişti. Mini eteklerin, dizaltı çizmelerin ve dar süveterlerin henüz “skandal” sayıldığı bir dönemde bu kıyafetleri giymenin ne demek olduğunu anlatan kadınların hikayeleri, Quant devriminin özeti gibiydi.
V&A Müzesi onun ölümünün ardından “Quant’ın modaya katkısını abartmak mümkün değil. O, 1960’ların modasında neşeli bir özgürlüğün temsilcisi olarak genç kadınlar için yeni bir rol model ortaya koydu. Bugünün modası onun öncü vizyonuna çok şey borçlu” derken sonuna kadar haklıydı.