Kasım
sayımız çıktı

Baktığımız sahneleri önceden gören sanatçı

Orhan Oğuz’u bugünkü genç kuşak esas olarak televizyondaki “Arka Sokaklar” dizisiyle biliyor. Bu yıl sinemadaki 50. yılını tamamlayan Orhan Oğuz, aynı zamanda unutulmaz filmlerin de yönetmeni. Peki böylesine başarılı bir kariyerin sırrı nerede? Kendisine sorduğumuzda önce “çalışmak” diyor ve ardından diğer önemli kareleri sıralıyor.

Meslekte 50. yılınız ve geçen ay Orhan Kemal Emek Ödülü’nü aldınız. Profesyonel kariyerinizdeki kilometre taşlarına geçmeden, bu dünyaya uzak bir insan olarak şunu merak ediyorum: Siz görüntü yönetmenliğinden geliyorsunuz. Sinemada “görüntü yönetmeni” ne demek, ne iş yapar? Bizim göremediğimiz neyi görüyor, yönetiyor bu insan?

ORHAN OĞUZ (O. O.) Bizim beyazperdede ve ekranda baktığımız-seyrettiğimiz planları, önceden görüp planlayan insandır görüntü yönetmeni. Sinemanın felsefesi ve dili, görüntü ile anlatmadır. Edebiyatla beraber yürür, şiirle beraber yürür; önemli olan görüntü ile o durumu yansıtmak, ifade etmektir. Bu bir bakış gerektiriyor tabii. Bir dizi aşamadan sonra, sinema perdesinde “19.6” gibi bakışınız oluyor. Ben mesela sizinle aynı şekilde bakmıyorum. İkimiz birlikte bir filmi izlediğimiz zaman da kesinlikle aynı şekilde bakmayız.

#tarih Yayın Yönetmeni Gürsel Göncü, meslekte 50. yılını kutlayan Orhan Oğuz’la konuştu.
‘19.6’lık bakış Kamera arkasında geçen yılların ardından, sinema perdesine “19.6” baktığını anlatıyor Oğuz. “İkimiz birlikte bir filmi izlediğimiz zaman da kesinlikle aynı şekilde bakmayız” diyor.

Peki daha ortada senaryo hariç hiçbir şey yokken, bizim görmediğimiz bir görüntüyü siz nasıl tasarlıyorsunuz?

O. O. Hikaye ile, anlatacağınız senaryo ile birlikte çalışırken. Mesela siz bir kitap okurken görüntüler oluşmuyor mu kafanızda? Diyelim “odaya girer, kapıyı açar ve karşısında da annesi vardır, konuşurlar…”. Şimdi bunu okuduğunuz zaman, bir evin görüntüleri gözünüzün önüne gelir. İşte bana da öyle görüntüler geliyor. Bunlar yüzlerce alternatifi olan görüntüler olabilir. Herkes başka görebilir. Her kişiye özel bir şeydir bu. Tabii görüntü yönetmenliği, yönetmenle beraber yürüyen bir meslek. Analog dönemde, bir görüntü yönetmeni olmak uzun seneler alıyordu. Yani muhakkak usta-çırak ilişkisi gerekiyordu.

Usta-çırak ilişkisi Analog dönemde, görüntü yönetmeni olmak uzun seneler alıyor; mutlaka bir usta-çırak ilişkisi gerekiyordu. Oğuz’un ustalarından biri de 1967’de birlikte çalıştığı Cahit Engin’di.

Analog dönemde çırak, ustanın nasıl gördüğünü mü görüyor?

O. O. Hayır, orada önce teknik bilgileri alıyor ondan. Bu arada öğretmeyenler de var tabii. Ben mesela öğreterek gittim, hep öyle. Ancak öğretmenin de sınırları var. Sadece teknik imajlar verip işin tekniğini gösterebilirsin. Yani okullarda yapıldığı gibi. Ancak yaratıcılık kısmını, nasıl bakacağını öğretemezsin. O onun bakış açısıdır. Görüntü yönetmeni olmak için bu aşamalardan geçmek gerekiyordu. Ben asistanlığa başladım; 10 yıl sonra kameraman oldum; aradan bir 4 yıl daha geçtikten sonra görüntü yönetmeni oldum. O dönem riskli ve masraflı bir işti görüntü yönetmenliği.

Niye pahalı? Niye pahalıydı daha doğrusu?

O. O. Sinemasal bütçede bayağı negatif riskli bir işti. Hem pahalıydı, hem dolar üzerindendi. Laboratuvarlar da öyleydi. Zira o görüntü sadece bir kere alınıyor. Görüntü kötü ise işi yapan -yani yapamayan- insan yollanırdı. Mecburen yeniden çekilecek ve bu da tekrar masraf demek. Burada en önemli mesele bana göre yönetmenle beraber aynı şeye, aynı senaryoya bakmaya çalışmak, aynı duyguların kesişmesi. Ben hep en iyi yönetmenlerle çalıştım ve hikayeleri çekilecek olan senaryolar üzerinde çok yerde hemfikir olduk.

Bu ünlü yönetmenler arasında özellikle bu “görüntü” meselesine en fazla önem veren kimdi?

O. O. Hepsi. Zira onlar “göremiyorlardı”. Yani kamerayı sadece görüntü yönetmeni çalıştırdığı zaman görebiliyorlardı. Tabii yönetmen o aksı düşünüyor, bu aksı düşünüyor, planları çiziyor. Bazısı bütün planları çizerdi; mesela rahmetli Atıf (Yılmaz) Abi. Ben baktığım zaman onun açılarını görürdüm anında. Onun üslubu öyleydi. Bazısı ise daha doğaçlama giderdi. Mesela rahmetli Ömer Kavur daha doğaçlama, daha sakin ve entelektüel bir yönetmendi. Rahmetli Memduh Ün apayrıydı. Açıyı arardı. En iyi açıyı nereden buluruz, çekeriz diye düşünürdü. Ya da bir amorslu plan mesela çok önemliydi onun için: Bir gıdım sağa kayalım, bir gıdım sola kayalım… Tabii o sırada onlar da vizörden bakıyor. Ancak bu bir ayna görüntüsü. Bir ayna paralaks görüyor aslında. Ancak kamera çalıştığı zaman tonlar oturuyor. Onu da sadece görüntü yönetmeni görüyor. Çektikten sonra yönetmen “Tamam Orhancığım” diyor. Bu kadar yani. Finali o. Yani buradan ne çıkacağını, nasıl çıkacağını o da hayal ediyor. Aslında görüntü yönetmeni olarak onun perdeye yansıyacağı şekli aşağı-yukarı biliyorum ama yine de tam bilemiyorum; zira biz de aynadan görüyoruz. Bir tek diyafram oturuyor çalışınca kamerada.

Şimdi ise istediğin kadar çekebilirsin. İstediğin yerden çekebilirsin. Her şeyi yapabilirsin. Çünkü karta çekiyor; bir hafızaya çekiyor. Mesela analog dönemde Doğu’da çalıştığımız zaman, diyelim 20 kutu çektin. Laboratuvara göndermen lazım. Çizik mi var, bozuk mu? Bilmiyorsun. Peki uçakla mı gönderelim, otobüsle mi gönderelim? Genelde otobüslere veriliyordu; zira havalimanında X-ray meselesi var ve oradan geçmemesi için ayrıca izin gerekiyor. Ve ancak laboratuvarda yıkanıyordu, banyo ediliyordu. Sağlam çıktıktan sonra rahatlıyorduk.

Tekrarı olmadığı için, yaptığınız işe inanılmaz bir itina gösteriyorsunuz.

O. O. Düşünün; diyorlar ki sana “üç kutu yandı”. Hangileri yandı önce bir kere? Hangi sahneler yandı? Korkunç bir şey. Ancak dünyada da bu böyleydi. Yani düşünsenize; yönetmensin, bir şeyler çekiyorsun, görmüyorsun. Kutulara koyuyorsun, duruyor bir kenarda. Otelin kasasına konuluyordu. Şimdi çekiyorlar, hemen link ile atıyorlar. “Hadi siz kurguya başlayın” diyorlar. Özel olarak negatifleri götürüp, getiren insanlar vardı.

Görüntü yönetmeni olarak hangi yönetmenlerle, nasıl çalıştınız?

O. O. Yönetmenlerin hepsi iyi bir görüntü yönetmeniyle veya alıştığı bir görüntü yönetmeniyle çalışmayı yeğler her zaman; çünkü kafaları uyuyordur, atmosferi biliyordur. Mesela Atıf Abi ile beş film çektik; her buluştuğumuzda başka bir hikaye. Ömer Kavur ile üç film çektik. Zeki Ökten ile, Memduh Ün ile film çektik. Hepsinin ruhları değişiktir. Ben onların senteziyim; öyle düşünüyorum. Hepsinden bir parça bende var. Yönetmenin bu yukarda bahsettiğim “görememe” hâli de var ya… Yönetmen olduğum zaman kendi filmlerimin görüntü yönetmenliğini de bir süre ben yaptım.

Hangileriydi onlar?

O. O. “Her Şeye Rağmen”, “Üçüncü Göz”, “Dönersen Islık Çal”, “Manisa Tarzanı”. Hâlâ analog dönemdeydik. Mizansenlerimi görüntüye göre kurmaya başladım. Şimdi bunu bir görüntü yönetmenine anlat falan filan, zor iş. Birçok şeyi de göremeyeceğim… Bundan dolayı “dijital”in çıkmasına çok sevindim ben. Önceleri tabii kalitesizdi ama şu anda her yerden görebiliyorsun. Yönetmen de görebiliyor. Herkes görüyor. Görüntü yönetmeni ile yönetmen daha iyi anlaşır oldular; görüyorlar çünkü. Yönetmen de kafasındaki görüntüyü orada arıyor. Aslında biraz sorunlar da oldu. Görüntü yönetmeninin hegemonyası kalktı ortadan. Artık hem ışıkları hem her türlü detayı monitörden görüyorsun. Kareyi görüyorsun en azından. O atmosferi de görebiliyorsun. Tabii ondan sonra “colour analyser”a falan giriyor ama, dijital teknoloji yepyeni bir çalışma sistemi ve algı meydana getirdi.

Analog dönem “Her Şeye Rağmen”, “Üçüncü Göz”, “Dönersen Islık Çal” ve “Manisa Tarzanı” filmlerinde Oğuz, hem görüntü yönetmeni hem de yönetmen olarak çalıştığında henüz film endüstrisi dijital döneme geçmemişti.

Bu yarım yüzyıllık meslek hayatınızda, biz seyircilerde de iz bırakan çok filminiz var. Peki sizin için önemli kırılma noktaları hangileriydi?

O. O. 35 sayfalık bir hikaye vardı: “Her Şeye Rağmen”. Hikaye aslında çok basit. Hapisten niye çıktığını anlamadığımız bir adam. Kamu hizmetinde çalışamıyor; şoförlük arıyor ama kapılar yüzüne kapanıyor. Sonunda, eleman arayan bir kiliseye gidiyor. Elinde tesbihle giriyor içeri. Kendisi de tedirgin, civardakiler de, rahip de. Ona hemen “Ben hapisten çıktım ama biliyor musunuz?” diyor. “Sen cenaze arabasında şoför olacaksın. Ücretin de dolgun” deniyor. Ben bunu yapımcıya götürdüm. Senaryolar genellikle 100 sayfa civarıdır. Dedim ki “bunu çekeceğim”. Yapımcı Kadri Yurdatap ve Memduh Abi. Kadri Abi aldı dosyayı, bakmadı bile. Çekmeceye attı. “Yarın hazırlıklara başla” dedi. Şaşırdım. Çünkü ilk filmimdi. Hemen ekip kurmaya başladım. Sonra öğreniyorum, diyorlar ki Kadri Abi’ye “Orhan’ın senaryosunu okumadan falan yani nasıl kabul ettin?” O da “Ya, nasılsa görüntüler iyi çıkacak” demiş.

“Her Şeye Rağmen” filmi dünyayı gezdi ve dünyanın her yerinden ödüller aldı. Ben çoğuna gidemedim. Bir zaman sonra “Üçüncü Göz” filmini çektim. O film de bir yönetmeni anlatıyordu. Arkasından “Dönersen Islık Çal”, “Manisa Tarzanı”, “Eksi Bir” geldi.

Cannes Film Festivali’ne gittik. “Her Şeye Rağmen” filmimizin gösterimi vardi. Bekliyoruz, insanlar sırada. Orada bir haber geldi. “Filmde çizikler var. Bunu seyirciye söylemek zorundayız” dediler. Ağladım ben orada. Neyse ki Atilla Dorsay devreye girdi; söylemediler. Film başladı. Rulonun hep başında çizikler vardır. Böyle bir çizik atar, sonra yerine oturur. Aynen öyle oldu. Kadri Abi’ninki laboratuvardan yeni çıkmış kopya ve tertemiz. Seyircilerden 1 kişi çıkarsa arkası gelir mi diye düşünüyorum. Kimse çıkmadı. Sonunda herkes ayağa kalktı. Biz loca gibi bir yerdeyiz. Çılgın bir alkış koptu! O sırada hanım hamile. Ertesi gün bir telefon: “Doğuramıyor, hemen gel, psikolojik olarak doğuramıyor”. Atladım uçağa hemen. Uçakta öğrendim ödül aldığımı. Kaptan pilot söyledi.

Daha sonraki dönüm noktalarından bahseder misiniz biraz?

O. O. Çok süründüğüm zamanlar oldu. Yönetmen olarak bana gelen birkaç iş vardı. Ticari format taşıyan. O ticari formatı hemen anlarsın zaten. Onun için hep direndim. Sonunda çok parasız kaldım ve “Büyü” diye bir filme başladım. Beni tanıyan sinema izleyicisi “Büyü” filmine başladığım zaman bana e-postalar atıyor. “Ne oluyor hocam, sen şimdi böyle ticari işler mi yapıyorsun?” diye soruyor. Antalya’da çekilecek olan bir korku filmi bu. Ben bunu aldım götürdüm Doğu’ya. Doğu’nun içine soktum. Bomboş bir köy. Böyle bir atmosferde iş bambaşka bir hâle büründü tabii. Sonra “Hayda Bre” filmi geldi. Dijital çektiğim ilk filmdir.

Halen devam eden ve 15 yıldır yönettiğiniz “Arka Sokaklar” dizisi, Türkiye’de rating rekorları kıran, sürekli ilk sırada bir yapım. Nedir bunun sihri?

O. O. Bunun öncesinde “İkinci Bahar’ı çektim; çok güzel bir hikayeydi ve çok tutuldu. Ondan evvel “Baba Evi” ve “Süper Baba” vardı. “Arka Sokaklar” ise polisiye bir dizi. Bunu nasıl çekerim diye düşündüm. Çizgiroman çok severdim çocukken, hâlâ bayılırım. Çizgiroman karelerinde bir tür hız vardır; o kareden bu kareye. Çarşamba günleri Kinowa gelirdi bayiye. Gece 2’de Nişantaşı’nda bayinin önünde beklerdik. Beni çok etkileyen bir tempo vardı. Aynı şey Red Kid için de geçerli; aldığımda, çizgiromanla beraber zaman geçireceğim bir ortamı önceden hazırlamış olurdum. Yani yolda falan bakmazdım; ona özel bir zaman ayırırdım. Sinemaya gitmek gibi. “Arka Sokaklar”da da bu heyecanı nasıl yakalarım diye düşündüm. Sonunda o karelerin hem yakın hem genel planlarının da aynı heyecanı taşıması gerektiğini düşündüm. Bunun için de çok kameraya ihtiyacım vardı. Onun içindeki o heyecan var ya; onu karelerle yakalamak için çoklu kameraya geçtim. Büyüsü burada işin. Bu üslupta zaman zaman kameralar sallanıyor ama bir heyecan var altta. Önce en çok gençler izliyordu. Ortayaşlı ve yaşlı kesim “kameralar biraz daha az hareket etse iyi, göremiyoruz” dediler ama sonrasında onlar da alıştı.

“Arka Sokaklar” hiçbir diziye benzemiyor. Yeni nesil artık çizgiroman okumuyor belki ama çizgiroman seyrediyor. Biz nasıl bir dönem bayi kapısında bekliyorsak, insanlar da şimdi dizinin o haftaki bölümünü bekliyor. Bu duygu, o duygu!

‘Arka Sokaklar’ın başarısının sırrı Orhan Oğuz, 15 yıldır popülerliğini koruyan “Arka Sokaklar”ın başarısını, bir çizgiroman mantığıyla tempoyu sürekli ayakta tutmasına bağlıyor.

Dizinin formatı sinemadan farklı şüphesiz. Dolayısıyla meydana getirdiği etki de farklı. Nedir bu fark?

O. O. Tabii aslında dizi, sinemadan daha zor. Sinemada halkı topluyorsun, ışıkları söndürüyorsun, al seyret diyorsun. Yani bir anlamda onu mecbur tutuyorsun. Televizyon olduğu zaman bakmayabilir. Ekrana hep arkadan vurmak gerekir. Bana bak, bak bana! Çorbayı içerken, hem çorbayı içsin hem dönsün izlesin. Mesela sesler yükseliyor, bir yerde bomba patlıyor. Veya biri taş atıyor, cam kırılıyor vs. Neden? Zira seyirci çorba içerken sesi duyunca “ne oluyor” diye dönüyor. Dönmesini istiyorum. Neredeyse her sahnenin böyle bir tarafı var. Bir yerlerde bir şeyler oluyor, koşuşmalar oluyor. Seyirci, nereye koşuyorlar diye izliyor. Benim içsel tempom da öyle. Benim sinemadaki üslubum da böyle. Bir heyecan var, neler olacak, hep bir sonraki durum nedir gibi… Edebiyatta da öyle değil mi? Yani güzel bir roman okurken, “Dur bakalım, şimdi ne olacak” diye sayfaları çevirmek.

Orhan Oğuz için yaşlı diyemeyiz ama doğum tarihiniz belli: 1948. Siz bu olgunluk döneminde bu kadar genç insanları etkileyebilmeyi, onların bakışaçısını yakalamayı nasıl başardınız?

O. O. Bu tabii her şeyden önce okumakla, hayatı takip etmekle ve çok iyi arkadaşlar seçmekle oluyor. Bilgi alışverişi, beslenme. Ben mesela Cihangir’den ayrılamıyorum, burada besleniyorum. Siyasetle ilgilenenleri, onların heyecanlarını da anlamıyorum. Yaptığım filmlerde de kenarda köşede kalmış, görmediğimiz insanları arıyorum. İnsanlar belki onu görmemiştir, bakıp geçmiştir diye onu gösteriyorum. Hangi hükümet gelirse gelsin bizi iyi yaşatmak zorunda diye düşünürüm. Bizim onları düşünmememiz lazım. Ben işimi düşüneyim, filmimi yapayım, dizimi çekeyim, resmimi yapayım. Siyasetten anlamadığıma da çok memnunum. Eğer anlasaydım, belki siyaseti filmlerime karıştıracaktım, bayraklar-pankartlar açacaktım. O da filmlerimi zedelerdi. İki tane milletvekili ismi sayamam.

Orhan Oğuz, Muzaffer İzgü uyarlaması “Zıkkımın Kökü”nde yönetmen Memduh Ün.

Dünyada büyük bir dizi piyasası var. Sinema deseniz, o da dev gibi. Bizde neden olamıyor?

O. O. Sinema şöyle olamıyor. Mesela 1930’ları çekemezsin Türkiye’de. 1930’ların dekorlarını kuramazsın. O insanların giysilerini giydiremezsin. Görselliğini hiç bir zaman tutturamazsın sinema olursa. Zira en fazla 2 saatlik bir iş. Ancak dizi olursa kuruluyor; en az 50 bölüm düşünülerek. Bu, işin teknik tarafı. Bir de hukuki tarafı var. İyi filmlerimizi niye görmüyoruz, niye gösteremiyoruz? Altyapımız yok. Yasamız yok. Endüstrimiz yok. Bireysel yapımcılar var. Bireysel savaşıyorlar yani. Yani ABD’den, Avrupa’dan yapımcı bulabilirsin. Warner Bros.’a “bu filmi al dağıt” diyebilirsin; ama bu büyük paralar demek.

Bizde yasa olmadığı için telif hakları da olmuyor. Mesela benim dizi 15 yıldır kimbilir kaç defa gösterilmiştir. Telif falan yok. Mesela Avrupa’ya festivallere gittiğimizde, “Ooo Orhan Bey, sizin adanız falan vardır herhalde” diyorlar. Tabii yapımcıya zorlayamazsın telifi, bireysel kalırsın. “Ben bundan telif istiyorum” diyemezsin; bunu ancak yasa der. Mesela Devlet Tiyatroları var. Devlet Sinemaları var mı? Yok. Mozambik’de sinema yasası var, bizde yok. Çok ayıp! Ben bu diziden kazandığım parayı filmlerime harcıyorum. Bir anda beş kuruşsuz kalıyorum. Sonra yine hadi dizi çekimi.

Bir de sinema çok ciddi bir iş. Bence bir bilim dalı. Kolektif bir iş. Senaryosu var, kameramanı var, görüntü yönetmeni var, yönetmeni var. Uzun bir hazırlık dönemi gerektiriyor.

“Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” filminde Şener Şen’le birlikte.

Sinema yasasının çıkması için bir dönem adımlar atılmıştı diye hatırlıyorum.

O. O. Bir dönem rahmetli Adnan Kahveci uğraştı bununla. Sonra 2004’te tekrar bir girişim oldu. Tayyip Erdoğan böyle bir yasayı çıkarabilirdi ama, bizim sinemacılar “Biz size hayranız ama partinizden nefret ediyoruz” gibi bir açıklama yaptılar. Orada her şey bitmişti zaten. Yani Türk sinemasının hâlâ yasası yok. Telif hakları yok. Hâlâ dünyaya sinema pazarlayamıyoruz. Bir-iki dizi pazarlanıyor şimdi ama sinemada bir etkimiz yok. Ben bir film yapıyorum; işte Nuri bir film yapıyor. Birkaç iyi yönetmen var. Birkaç ödül alıyoruz ama o kadar. Diğer taraftan mesela Meksikalılar, Hollywood ile çalışıyor. Hindistan kendisi zaten yapıyor ve hepsinin yasaları var. Bu aslında bizim yaramız. Türk sinemasının yarası. Bu işi de bence sadece cumhurbaşkanı yapabilirdi. Onu da işte böyle mahvettiler. Halbuki o gerçekten dersini iyi çalışmıştı ve konuya hâkimdi.