İslâmiyet’in hızlı yayılışıyla birlikte Anadolu coğrafyasında da güçlenen tarikat ve cemaatler, Osmanlı döneminde sıkı denetime tâbi tutulmuştu. Şer’i-Sünni bir İslâm devleti olan Osmanlı’nın, tarikat, tekke, Mehdilik gibi olaylara bakışında, Alevi-Sünni kontrastını öne çıkarmadan, devletin bekasını önde tutan bir yaklaşımı vardı. Asayişin ihlal edilmesi, devletin temel nizamının sarsılması durumundan öte, bunun ihtimaline dahi kapı aralayan şeyh-veli-müderris-hoca kim olursa olsun hiç kimsenin gözünün yaşına bakıldığı görülmemiştir. İşte Osmanlı döneminde sivrilen dini karakterli hareketlere karşı devletin yaklaşımı ve bunların liderlerinin başlarına gelenler…
SUNUŞ
Türklerin Anadolu’yu mesken tutmaya başlamalarında öne çıkan “Bacılar, Gaziler, Ahiler, Abdallar” olarak kategorize edilen grupların hepsi savaşçı kişiliklerdi. Bunlardan Abdallar zümresi olarak adlandırılanlar, günümüzde tasavvuf büyükleri ve müritleri olarak tanındıklarından savaşçı kimlikleri unutulmuştur. Oysa Geyikli Baba, Abdal Musa gibi şeyhler, müritleriyle birlikte Bursa’nın fethinde savaşmış, hatta kendi zaviyelerinin bulunduğu yerleri bilfiil kılıç zoruyla zapt etmişlerdir.
Aşıkpaşazade, Tevârih-i Âl-i Osman adlı eserinde Orhan Gazi’nin Geyikli Baba ile karşılaşmasını anlatır. Geyikli Baba’ya kim olduğunu soran Orhan Gazi “Baba İlyas müridiyim, Seyyid Ebu’l-Vefa tarîkindenim” cevabını alır. Anadolu’nun görmüş olduğu en etkili isyan hareketi olan Babailer İsyanı’nı başlatan, Selçuklu Devleti’ni yıkıp kendi devletlerini kurma peşinde iken bozguna uğrayan bir tarikatın şeyhine bağlı olduğunu çekinmeden söyleyen bir derviş vardır karşısında. İlginç olansa, Osmanlı Beyliği’nin başındaki Orhan Bey’in bu Vefaî dervişine ilgi gösterip zaviyesini inşa etmesidir. En önemli komutanlarından Turgut Alp zaten Geyikli Baba’nın mürididir.
Günümüzde barış, kardeşlik temaları ile öne çıkan tasavvufi hareketlerin önemli bir kısmı, ilk ortaya çıktığı zamanlardan beri devleti hedeflerine alan, bazen devletleşen hareketler olmuşlardır. Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi’nden yönettiği gücün karşılığı devlet değilse de o kadar etkilidir. Osmanlıların doğudaki en büyük rakibi Safevî Devleti, Şeyh Safiyyüddin İshak’ın 14. yüzyılın başlarında Erdebil’de kurduğu tarikata dayanmaktadır.
Bir tekkeden bir devlet çıkarılabildiğini, üstelik devrinin süper gücü olduğu halde kendine rakip olabildiğini, kendi kuruluş devrinde abdalların etkisini gören Osmanlıların tasavvufi hareketlere kayıtsız kalması düşünülemezdi. Başlangıçta bugünkü anlamda Sünnî kalıplarla karşılanan bir dinî ortam yoktu. Her anlayışın bağlıları, rahatlıkla kendi itikatları çerçevesinde hayatlarını sürdürüyordu.
Safevîler, propagandistleri ile resmî devlet felsefesi olarak benimsedikleri şia akidesini Anadolu içlerinde yaymaya çalıştıkça, bazı şehzadelerin isyanlarına açıktan destek verdikçe, Osmanlılar Safevîliğe ve Şiiliğe meyletmesi muhtemel Türkmen gruplarının ayrılıkçı kimliğe düşmemesine çalıştılar. Heterodoks gruplarla mümkün mertebe uzlaşma yoluna giderek, tarikat faaliyetlerinde serbest hareket etmelerine imkân sağladılar. Ne var ki Osmanlı-Safevî arasındaki rekabetin, İslâm dini içinde o zamana kadar keskin bir ayrım halini almamış Sünni-Şii rekabetine dönüşmesi, her iki taraftaki karşıt grupların, sistemin ideolojik paradigması altında ezilmesine yol açtı.
Osmanlı medreseleri, kesin olarak devletin kontrolü ve yönlendirmesi altında bulunduğundan, Sünni geleneğin sarsılmaz kalesi haline geldiler. İslâm coğrafyasının genişlemesine paralel olarak farklı inançlarla çarpışmanın sonucunda ortaya çıkan sentezler, Osmanlı öncesinde zındıklık ve ilhad hareketleri olarak reddedilip, müntesipleri ağır şekillerde cezalandırılırdı. Başlangıçta sistemlerine açıkça bir saldırı olmadıkça, Osmanlıların pek itibar etmediği bu ayrım, Sünni ekolün giderek tavizsiz olması, âlimlerin siyaset ve devletle içiçeliği, ikbal kaygısı gibi etkenlerle Osmanlılara da sirayet etti. Şeyh Bedreddin, Molla Lütfi, Sarı Abdurrahman gibi Sünni ulemanın katline fetvalar verilerek bunlar idam edildiler. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren ruhi altyapısını oluşturan ve bir nebze Alevîlik taşıyan Vefaîlik, Kalenderîlik gibi tarikatlar yanında, Bayramîlik, Halvetîlik gibileri, Safevîliğin geliştirdiği şia akidesi ile hiç alakaları olmadığı, hatta Sünni renkleri daha ağır bastığı halde takibe alındılar. Bu devirden kalma Bektaşiler, Yeniçeri Ocağı ile olan bağları sayesinde ocağın kaldırıldığı 1826 senesine kadar dokunulmaz kalmayı başardılar.
Anadolu ve Rumeli’deki heterodoks gruplar olsun, Sünni tarikatlar olsun, her biri mezhep çatışması da içeren İran savaşlarının sona erdiği 1821-23’e kadar gözden uzak tutulmadılar. Üzerlerindeki sosyal ve ekonomik baskılar ile bazen içlerinden çıkan bir babanın kurtarıcılığına sığındılar, bazen de Celalî adı verilen eşkıyaların peşine takıldılar. Anadolu ve Rumeli’nin sosyal panoraması bu vaziyeti alınca da, her türlü tarikat ile şeyh, hatip, vaiz gibi etkili şahsiyetler ve çevreleri, devletin her hareketlerini kontrol ettiği zümreler haline geldi.
Bu zümrelerin kendilerine yaşama alanı açabilmek için devlet adamları arasında yayılma faaliyetleri aynı sıralara rastlamaktadır. Bektaşilik zaten himayeye mazhar resmî devlet tarikatı hükmündeydi. Mevlevî, Melâmî, Halvetî gibi yaygın tarikatlar da müritleri arasında vezirler, paşalar, beyler olmasına özel önem verdiler. Melâmîler bunlar arasında en etkili olmalarına rağmen, mensuplarından olan devlet büyüklerinin ardı ardına katledilmeleri üzerine bir nevi gizlilik kuralları çerçevesi altında faaliyet yürütmüşlerdir.
Zamanla gelişen Selefî akımların Osmanlılardaki yansıması olan Kadızadeliler gibi gruplar, cephe aldıkları tasavvuf ekolleri ile şiddet içeren bir mücadeleye girerek, asayişin ihlal edilmesine sebep olduklarından topyekûn imha edilmişlerdir. XVII. yüzyılın önemli dönüm noktalarından olan Kadızadeli hareketi, günümüzdeki Selefîler gibi katı İslâmi kuralları topluma dayatmış, bazı türbelerin tahribi, tekkelerin basılması, dervişlere uygulanan şiddet eylemleri ile toplumun hafızasından kolay kolay silinmemişlerdir. Bu olaylardan kısa süre sonra Batı’ya açılmanın, Lale Devri’nin, Barok ile Rokoko’nun gelmesi ve halkın bunlara pek tepki göstermemesinin, baskıcı Kadızadeli zümrelerin halkta yarattığı tereddütle alakası araştırılmalıdır.
Akide ve eylem itibariyle şüpheyle yaklaşılan tarikatlar her zaman olmuştur. Bilhassa toplumsal çalkantıların zirveye çıktığı dönemlerde, tarikatların öncülüğünde bir gerginlik yaşanılmaması için müteyakkız bulunulması, eski tecrübelerden yararlanılarak ilke haline getirilmişti.
Tarikatların izlenmesi ve aleyhlerine bazı yaptırımlar uygulanabilmesi için belirli kriterler geliştirilmişti. Öncelik mürit sayısında idi. İkinci olarak mensuplarının canlarını şeyhleri için feda etme noktasına gelip gelmedikleri önem kazanırdı. Rumiye Şeyhi’nin o devir devlet adamları için korkunç bir rakam olan 40.000’e ulaşan mürit sayısını ve bunların şeyhleri için her an canlarını vermeye hazır olduğunu öğrenen IV. Murad, tereddütsüz o şeyhin idamını emretmişti. Üstelik o devirde koyu Sünni olan Rumiye Şeyhi’nin müritleri, Osmanlıların savaş halinde olduğu Safevîler ile sınır bölgesinde yaşıyorlardı. Bir tampon bölge olarak onların kullanılmasını bile düşünmeden, doğrudan doğruya idama hükmedilmesi stratejik olarak iç kargaşadan daha fazla korkulduğunu, üstelik bu iç kargaşanın bir tarikat şeyhi ile başarılması ihtimalinin yüksek olduğunun düşünüldüğünü gösterir. Bu yazıya eşlik eden örneklerde de görülmektedir ki aynı hassasiyet birçok olayda tekrarlanmıştır.
Osmanlı iktisadi düzeninde büyük yeri olan vakıf sistemi, tarikatların ekonomik özgürlüğündeki en önemli unsurdu. Padişahlar, valide sultanlar, sadrazamlar, devlet adamları ve halk tabakasından isteyen herkes, bağlısı oldukları tarikatlara zengin gelir kaynakları vakfetmişlerdir. Bu gelirler her ne kadar devlet denetiminde harcanmak zorunda olsa da, çok çeşitli yolsuzluklar yapılabilmekteydi. Bu gelirler tarikatların gücünü arttıran, etkisini çoğaltan bir nitelikte olduklarından, Bektaşi tarikatının yasaklandığı 1826 yılından sonra vakıflarına el konulmuş veya başka bir tarikata devredilmiştir. 1925’te Tekke ve Zaviyelerin kapatılması ile tüm tarikatların mal varlıklarına Vakıflar Müdürlüğü tarafından el konulmuştur.
Yani Osmanlı veya Cumhuriyet ayrımı olmadan, devlet refleksinin aynı doğrultuda çalışması söz konusudur. Böylelikle devlet sistemine rakip unsurların ekonomik gücü kısıtlanmak istenilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti ile benzer Batılılaşma sürecinden geçen İran’da, bizdeki tasavvuf zümresi karşılığı bulunan “mollalar”, vakıflarına ve şia akidesine göre aldıkları Humus vergisine dokunulamadığı için, güçlerinden ve etkilerinden hiçbir şey kaybetmeden İslâm Devrimi’ni gerçekleştirebilmişlerdir. Osmanlı devrinde böylesi bir kontrol dışı gelişme asla mümkün olamazdı. III. Selim devrinden itibaren vakıfların kullanımı, hesapların denetlenmesi, hatta şeyhlerin tayinlerinin kontrol altında bulunması açısından yapılan düzenlemeler, Tanzimat sonrasında Meclis-i Meşayih adı verilen kurum ile sonuçlanmıştır. Meclis-i Meşayih, merkeziyetçi bir devlet örgütünün tarikatları dahi denetim dışı bırakmak istemeyişinin en somut kurumudur. Günümüzde bazı Neo-Osmanlıcılar tarafından tarikatlar üzerindeki yasakların kaldırılıp faaliyetlerine serbestlik talebi yanında Meclis-i Meşayih’in kurulması da gündeme getirilmektedir. Günümüzde resmen kanundışı olmalarına rağmen rahatça faaliyet gösterebilen tarikatlara izin verilse bile devletin denetimini gerektiren Meclis-i Meşayih benzeri bir kurumu benimseyebilecekleri çok şüphelidir.
Mehdilik meselesi
Osmanlı devrinde, birçok şeyhin ve tarikatın denetim altındayken bile “Mehdilik” iddiasıyla ortaya çıkmaları en korkulan durumlardandır. Yine günümüzde İslâmi taraflar arasında tartışma konusu olan “Mehdilik” hakkında, vardır-yoktur noktasında bir hüküm vermek konumuz değil (en büyük dinî otorite olan Diyanet İşleri Başkanlığı dahi belirsiz bir tavır takınmıştır). Oysa birçok Sünni din adamı İslâm’da böyle bir kavram olmadığını, Yahudilik-Hıristiyanlık dinlerinden hâli hazır inançlara yansıdığını iddia ediyor.
FETÖ liderinin müritlerine Mehdi olduğunu söylediğinden yola çıkılarak, en üst düzey devlet kademelerinden “sahte Mehdi” ithamı kamuoyuna duyuruluyor. Böyle nitelemelerle bunların sahte olduğu, “gerçekten bir Mehdi’nin geleceğine dair inanç” taşındığı anlaşılıyor. Bu noktada Osmanlıların Mehdilik beyanlarına gösterdiği tepkinin günümüzde hiç bilinmediği de ortaya çıkıyor. Klasik Osmanlı döneminin arşiv kaynaklarına yansıyan belgelerinde, Mehdilik iddiası ile ortaya çıkan çok sayıda şeyh olduğu görülür. O dönemde, bunların etraflarında birkaç kişi olsa bile, sadece kendi bölgesinde yapılan mahkemelerle idamları istenmiş, çoğu da idam edilmiştir. Bu süreçte “İstanbul’a gönderin de dinleyelim, gerçek mi sahte mi sorgulayalım” diye düşünülmemiş, aman vermeden idam edilmişlerdir.
Sünnet töreninde silahlı Sufiler
1582’de III. Murad’ın şehzadesi Mehmed’in sünnet törenine sancak, kılıç ve teberleriyle katılan Eyüp Sultan sufileri. Topkapı Sarayı, H.1344
Tanzimat’tan sonra ise, Mehdilik iddiasıyla ortaya çıkanlar hemen asılmamış, ama anında sürgüne gönderilmiştir (Hasan Baba). Son devirde Hindistan’da çıkan Kadıyani ise, İngilizlerin casusu olmakla suçlanmıştır. Sudan’daki Mehdi’ye bugünkü anlayışla Mütemehdi (Mehdilik taslayan sahte Mehdi) deniliyorsa da, komşu ülkelere bunlardan etkilenilmemesi için mektuplar gönderilmiş, Bornu Sultanı bu hususta dikkatli olması için yazılan mektubun cevabında Osmanlı Devleti’ne teşekkürlerini, saygılarını sunmuştur. Şer’i-Sünni bir İslâm devleti olan Osmanlı’nın, tarikat, tekke, Mehdilik gibi olaylara bakışında Alevi-Sünni kontrastını öne çıkarmadan, devletin bekasını önde tutan bir yaklaşımı vardır. Asayişin ihlal edilmesi, devletin temel nizamının sarsılması durumundan öte, bunun ihtimaline dahi kapı aralayan şeyh-veli-müderris-hoca kim olursa olsun hiç kimsenin gözünün yaşına bakıldığı görülmemiştir.
Bir Kalenderî dervişi. Meşhur Behzad’ın deseni.
1420 – ŞEYH BEDREDDİN
Karaburun’da isyan ve idam
Türk tarihinin en tartışmalı kişiliklerinden biri Şeyh Bedreddin’dir. Edirne yakınlarında Simavna kasabasında doğdu. Ciddi bir tahsilin ardından çeşitli ülkelerde bulundu. Mısır Sultanı Berkuk ve Emir Timur’un meclislerinde ilmî sohbetler yaptı. Tasavvufa girerek Ahlatlı Şeyh Hüseyin’e intisap etti. Şeyhinin ölümüyle onun yerine geçti. Fetret Devri’nde Musa Çelebi’nin Edirne’yi ele geçirmesiyle kazasker oldu. Çelebi Mehmed, Musa Çelebi’yi yenince İznik’te hapsedildi. Siyasi faaliyetlere başladı ve kısa sürede binlerce taraftar edindi. Müritlerinden Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in Aydın ve Karaburun’da isyanını tetikledi. İznik’ten kaçıp Rumeli’ye geçerek Dobruca, Silistre ve Deliorman bölgelerinde de müritlerini arttırdı. 1420’de isyancıların mağlup edilmesiyle Serez’de Çelebi Mehmed’in huzurunda yargılanarak idamına hüküm verildi. Tamamen Sünni akidelere sahip bir fıkıhçı olmasına rağmen, vahdet-i vücud ekolüne bağlı bir mutasavvıf olarak yaptığı bazı teviller yüzünden suçlanmasına birçok Sünni alim de itiraz etmiştir.
Şeyh Bedreddin üzerine Şerefeddin (Yaltkaya) tarafından 1925 yılında yayınlanan eser.
1460 ÖNCESİ -HURUFİLERİN YAKILMASI
Fatih’i bile etki altına aldılar
Fazlullah Esterabadi (öl. 1394) adlı bir Horasanlının kurduğu tarikatın, harflerden anlamlar çıkarmaya yönelik gizli çalışmaları eski kültürlerden de beslenmiştir. Kur’an’daki bütün “fazl” kelimelerinin Fazlullah’ı kastettiğine ve Allah’ın liderlerinde zuhur ettiğine inanan Hurufilerin teorik kitapları Cavidanname’dir. İran coğrafyasında aktif siyaset ve propaganda yapmışlar, Timurlular zamanında çeşitli devlet adamlarına suikastte bulunmaktan çekinmemişlerdir. Zamanla Mısır, Suriye, Irak ve Anadolu’da da taraftar toplayan bu tarikat, en son Edirne’de Fatih Sultan Mehmed’i etkisi altına aldı. Bektaşilik ile yakın ilişkiye geçmişler, bir Hurufi olan Şair Nesimi, Hacı Bayram-ı Veli ile görüşmek istemiştir.
Devletin resmî mezhebi olarak Hurufiliği kabul ettirmeye çalışmaları, Yeniçeriler arasında propaganda yapmaları, Sadrazam Mahmud Paşa ve o zamanki Müftü (Şeyhülislam) Fahreddin-i Acemi’yi, Fatih’e rağmen Hurufilere keskin bir muhalefete itmiştir. Adı belirtilmeyen liderlerini Mahmud Paşa bir ziyafete davet etmiş, odada gizlenen Fahreddin-i Acemi onların konuşmalarını dinlemeye başlamıştır. Akidelerindeki gayri İslâmi unsurlardan rahatsız olan müftü ortaya çıkıp sövüp saymaya başlayınca, Hurufi lideri Fatih’in sarayına doğru kaçmıştır.
Olaylara şahit olan Fatih sessizliğini korumuş, Edirne Üç Şerefeli Cami’de halkı toplayan Fahreddin-i Acemi, Hurufilerin ateşte yakılarak katledilmesine yönelik fetvasını ilan etmiştir. Hemen oracıkta odunlar dizilmiş, Fahreddin-i Acemi ateşi körüklemek için üflerken sakalından bir miktarı da tutuşmuştur. Hurufilerin liderlerinin kafası bu ateşe tutularak yakılmış ve diğer bağlıları da kılıçla katledilmişlerdir.
1594 – DOBRUCALI İNE BABA
‘Tanrı’yla konuştum’ diyen şeyh
Bedreddin’in etkisinin günümüzde dahi sürdüğü Romanya’nın Dobruca bölgesinde İne Baba isminde bir Batınî şeyhi zuhur etmişti. Özüce Kolu köyünde yaşayan İne Baba, bölge insanlarından çocuğu olmayanların kapısını aşındırdığı, sığırını kaybedenlere “falan yerdedir” diyerek buldurduğu ilginç bir kişilikti. Halktan bazılarını da “seni taş ederim” diye tehditten geri durmazmış. Dobruca halkı gelip gittikçe önünde secdeye varır olmuşlar.
“Bu gece Tanrı ve Hz. Ali ile söyleştim. Benim tenim yatar, ben çıkıp yedi kat yeri ve göğü seyran ve melekler ile sohbet ederim” şeklinde Dobruca halkına velayet satıp onları ayağına getirmeye başlamış. Nice eşkıyanın da başına toplanmasıyla müritleri bir hayli artmış. III. Murad’ın saltanatında, 1594 yılında gönderilen bir fermanla Tuzla kadısının bu şeyhi yakalayıp İstanbul’a göndermesi emredilmiş. Hayatının bundan sonraki safhaları hakkında şimdilik bir bilgi elde yoktur.
1638 – SAKARYA ŞEYHİ AHMED
Hileyle yakalandı, işkenceyle öldürüldü
Sakarya Nehri civarında Şeyh Alaaddin isimli bir şeyhin müridi olan Ahmed, Mehdi olduğunu iddia ederek müritler toplamaya başlamış ve kendi şeyhini öldürerek tekkenin başına geçmişti. Civardaki “Etrak-i bi-idrak” bu şeyhe tâbi olarak adak ve sadakalarını, can ve başlarını şeyhin yoluna feda etmeye can atar hale geldiler. Müritlerinin giderek çoğalması ile bir gün Eskişehir kasabasını bastılar. Şehirli ile aralarında çıkan çatışmada ölenler oldu.
Sultan IV. Murad, Bağdat Seferi’nde Ilgın kasabasına geldiğinde, Eskişehir kadısı o civarda Mehdilik iddiasıyla ortaya çıkan Sakarya Şeyhi Ahmed’in ahvalinden şikâyetçi oldu. Şimdi önlenmezse ileride daha büyük sorunlar çıkabileceği söylendi. Böylelikle Sakarya Şeyhi’nin üzerine Anadolu Beylerbeyi Varvar Ali Paşa komutasında bir miktar asker sevkedildi. Bu kuvvet, şeyhin etrafında toplanan 7-8 bin kişilik gücün karşısında bozguna uğradı. IV. Murad’ın çok hiddetlendiği bu olaydan sonra, en seçkin birlikler Sakarya Şeyhi’ni yakalamakla görevlendirildi. Ancak bazı hilelerle ele geçirilebilen Şeyh Ahmed, IV. Murad’ın huzuruna çıkarılıp sorgulandı.
1639 – URMİYE ŞEYHİ MAHMUD URMEVİ
Çok zengin ve etkiliydi, idam edildi
Aslen Urmiye şehrinden olup Diyarbakır’a yerleşen Şeyh Mahmud Urmevi adlı Nakşibendi şeyhi, o bölgenin en etkili tekkesini kurmuştu. Diyarbakır’dan Van’a, İran’a, Bağdat’ta kadar geniş bir bölgede kırk bine yakın müride sahipti. Öyle ki bu müritler mal ve canlarını seve seve feda edecek derecede şeyhlerine bağlıydı. Bağışlanan zekât ve sadakalarla zenginliğin doruklarında bir tekke olduğundan, her sınıftan insan için bir cazibe merkezi olmuştu. IV. Murad’ın yakın çevresi, ileride bir fitne zuhurunu hesaba katarak bu şeyhin ve tekkenin ortadan kaldırılmasını önerdiler. Duruma kayıtsız kalamayan padişah, Bağdat Seferi’nden dönüşte Diyarbakır’a uğradığı sırada daha önce izzet ve ikram ile karşıladığı şeyhi sudan sebeplerle idam ettirdi.
1690 – ATPAZARLI OSMAN EFENDİ
Sultanlara vaaz ve nasihat verdi
Bugün Bulgaristan’ın bir şehri olan Şumnu’da 1632’de dünyaya geldi. İstanbul’da Zeyrek-Atpazarı semtine yerleşerek Celvetî tarikatının en büyük şeyhlerinden oldu. Devlet ricaliyle önemli etkileşimlerde bulundu. Sultan IV. Mehmed ve II. Süleyman’ı etkisi altına aldığı gibi, vaazları ile kendine bağladığı kitlelerin büyüklüğü de devlette endişe yarattı. 1683’teki başarısız Viyana kuşatması öncesi ile sonrasında, savaşı ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’yı eleştirdiğinden Şumnu’ya sürgüne gönderildi.
Affedilerek dönmesinden sonra da, sultanlara vaaz ve nasihat edecek derecede etkisinin artmasından rahatsız olan devrin rical ve ulemasının, bilhassa Sadrazam Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa’nın girişimleri ile bu defa Kıbrıs’ta Mağusa kalesine sürüldü. Orada 1691 yılında vefat etti. Tarikat geleneği halen sürmekte olup Kıbrıs’taki türbesi de önemli ziyaret yerlerinden biridir. Sünni bir mutasavvıf olmasına rağmen devletin hışmına uğramaktan kurtulamamıştır.
1715 – EBUBEKİR SİYAHİ EFENDİ
Dinî akideler üzerinde bozgunculuk
İran ve Azerbaycan taraflarında Tarih-i Raşid’in naklettiğine göre “Nüzûlî” lakabıyla şöhret bulmuştu. Suriye’de Rakka civarına yerleşip geçerli ve yaygın inançlara muhalif bâtıl sözlerle, çeşitli sihirlerle halkın kafasını karıştırarak “Zemzem kuyusuna işeyen adam” gibi meşhur olmuştu. Rakka Beylerbeyinin yanında bulunduğuna dair kayıttan anlaşıldığına göre, onun himayesine girmişti. Yine de 1715 yılında, “dinî akideler üzerindeki bozgunculuğu etrafına yayılmadan hakkından gelinmesi için” Rakka Beylerbeyi Ahmed Paşa’ya gönderilen emirle öldürülmesi istendi, öldürüldü.
1811 – ÜSKÜDARLI ŞEYH İBRAHİM
Özellikle seçkin zümreyi hedefledi
Üsküdar’da ortaya çıkan Şeyh İbrahim adlı bir “şeyh taslağı”nın nefesi kuvvetli olduğuna dair yayılan dedikodu şöhretini arttırmıştı. Saçma sapan sözler söylese de müritleri kendisine çok bağlıydı. İstanbul’un kibar zümresinden, bilhassa Enderun halkından mürit kazanmaya önem vermişti. Has Odalı Hüseyin Ağa da bunlardan biriydi. Şeyh İbrahim’in emriyle çektiği zikirlerin fazlalığından aklını oynatmış, böyle bir bunalım anında Topkapı Sarayı’ndaki Sünnet Odası’nın camını çerçevesini indirmişti. Sultan II. Mahmud bizzat olay yerini inceledi ve birkaç gün sonra tebdil-i kıyafet Çamlıca’nın yolunu tuttu. Şeyh İbrahim’in tekkesi önünün İstanbul kadınlarının arabaları, kira beygirleri ve Enderun ağalarıyla dopdolu olduğunu görünce hiddetlendi ve “bu adam şeyh değil kalleşmiş” diyerek sürgüne gönderilmesini emretti.
1822 – HAYDAR BABA
Yeniçerilerin gözdesi sürülünce…
Uzun yıllar yeniçerilerin 98. Cemaat’inde bulunan, Sultan III. Selim’in tahttan indirilmesi ve Alemdar Mustafa Paşa’nın ölümüyle sonuçlanan olayların ardından İran’a kaçan Haydar Baba isimli Bektaşi şeyhine yeniçeriler çok önem veriyordu. 1822’de siyasi faaliyetlerde bulunduğu iddiasıyla Erzurum’a sürgün edilmesi kararlaştırıldı. Açıktan açığa sürülmesi yeniçerilerin tepkisini çekeceğinden, Yeniçeri Ağası Hasan Ağa’nın tertibiyle gizlice ocaktan çıkarılıp sürüldü. Bolu’ya getirildiği sırada eceliyle vefat etti. Bu durumu öğrenen yeniçeriler Rum isyanını görüşmek için düzenlenen Meşveret Meclisi’ni protesto ederek katılmadılar. Ağalarının azledilmesini, Haydar Baba’nın sürülmesinde parmağı olduğunu düşündükleri Halet Efendi’nin de sürgüne gönderilmesini dile getirdiler.
Sultan II. Mahmud önce yeniçeri ağasını azlederek, yeniçerilerin istediği Osman Ağa’yı nasbetti. Sonra Sadrazam Salih Paşa ile Şeyhülislam Yasincizade Abdülvehhab Efendi’yi de azlederek yerlerine Abdullah Paşa ve Sıdkizade Ahmed Efendi’yi getirdi. Halet Efendi yıllarca sırtını dayadığı yeniçerilere paralar dağıtmasına, 14 yıl boyunca II. Mahmud’un sadrazamları bile ipe gönderen has adamı olmasına rağmen, yeniçerilerin baskısıyla Konya’ya sürüldü ve orada boğduruldu. Böylelikle Haydar Baba’larını kaybeden yeniçeriler direnerek devletten istedikleri her şeyi elde ettiler. II. Mahmud’u Yeniçeri Ocağı’nı imhaya götüren etkili olaylardan biri de budur.
1882 – AYDINLI MEHDİ HASAN BABA
Modern zaman Mehdi’sinin kurtuluşu
Aydın’da 1882 yılında Mehdilik iddiasıyla ortaya çıkan Hasan Baba yakalanmıştı. Hakkındaki belgelerde pek önemli biri olmasa da dikkat edilmesi gerektiği vurgulanır. Bayındırlı olan Hasan Baba’nın, Aydın Mevlevihanesi Şeyhi Mehmed Behiç Efendi ile bağlantısı vardı. Hatta Mehdiliğini ilan etmesi için “gereken” gümüş el, sancak, külah ve elbise parasını Behiç Efendi sağlamıştır.
Börklüce Mustafa’nın yüzyıllar önce isyan ettiği bölgelerde Mehdi olarak ortaya çıkan Hasan Baba’nın aynı zamanda esrarkeş olduğu anlaşılır (bunun da eskinin mirası Kalenderî tavırdan yansıdığı şüphesizdir). Aydın, Nazilli çevrelerinde müritleri olması muhtemel kişilerle han odalarında esrar partileri düzenler. Yakalanıp sorgulandıktan sonra Limni adasına sürgüne gönderilir. Önceki yüzyılların Mehdilerine göre şanslıdır. Canını kurtarmış, üstelik hapiste geçireceği günler için cüz’i de olsa bir aylık bağlanmıştır. Bu vaziyette tam 16 yılını Limni’de sürgünde geçiren ve iyice ihtiyarlayan Hasan Baba affedilerek tahliye edilmiş ve almakta olduğu maaşı kesilmeden, memleketi olan Bayındır’a gönderilmiştir.
1912 – TERLİKÇİ SALİH EFENDİ
Vezneciler’de terlikçi bir şeyh
Osmanlılarda klasik dönemlerin şeyhler ve tarikatlara yönelik tedbirleri son dönemde de ihmal edilmemiştir. Melami Şeyhi Salih Efendi, İttihat ve Terakki’ye üye, hatta daha sonra milletvekili adayı olmasına rağmen, bir süre sonra muhalefete başlamasıyla Sinop’a sürgün edildi. Oradan Çorum ve Bilecik’e nakledilerek 1912’den 1918’e kadar toplam 5,5 yıl sürgünde kaldı. Vezneciler ’de 30 yıl boyunca işlettiği terlikçi dükkânında nafakasını çıkaran, etrafına topladığı bürokrat ve askerden oluşan kalabalık bir aydın kitleyi oldukça etkileyen bu son dönem şeyhinin sürgünü, tam anlamıyla modern zamanların sürgünüdür. Kendisine az da olsa bir yevmiye bağlanır, ama Salih Efendi sürekli gönderdiği arzuhallerle maaşının arttırılmasını talep eder!