Her üç İbrahimî din içerisinde de, bunu devlet yönetimi şekline dönüştürme veya bunları bağdaştırma eğilimleri mevcut olmuştur. Ortaçağ’ın sayısız fetih ve istila hareketi, St. John şövalyelerinden Hasan Sabbah’ın fedailerine, dinî ideolojileriyle etki yaratan örgütler tarafından ateşlendi.
Tarih incelemelerinden çıkan en temel derslerden birisi, nerede bir güç varsa, bunun mutlaka siyasi amaçlar için kullanılmış olmasıdır. Bu, ekonomik güç olabileceği gibi, inançlarla ilgili de olabilir. Çoğu zaman ekonomi, din ve siyaset tamamen içiçe geçer ki, bunun sayısız örneği içerisinde en açık şekilde ortada olanlardan biri Vatikan’dır.
Elbette İslâmi gruplar içerisinde de aynı şeyi görebiliriz. 18. yüzyıldan beri Suudîlerle işbirliği yapmış olan Vehhabîlerin, özellikle 1973 krizi sonrasında ellerine geçen muazzam miktarda petro dolarları kullanarak dünya çapında giriştikleri faaliyet, bu cenahtan en çarpıcı örneklerden birisidir. Bunlar, siyasi kabul görerek meşrulaşmış, hatta bir şekilde devletleşmiş, ancak faaliyetlerini genel kabul gören usullere aykırı biçimlerde sürdüren oluşumlardır. Vatikan’ın banka skandalları ve Soğuk Savaş’ın son yıllarında Polonya Dayanışma Hareketi’ne fon aktarması gibi siyasi işleri açığa çıkmıştır. Devlet dışında olan veya devletlerle gayriresmî ilişki içerisinde varlık ve faaliyet sürdüren inanç grupları fevkalade çok sayıdadır.
Tarih boyunca dinî topluluklar örgütlü ve silahlı güce dönüşerek devlet erkine sahip çıkmaya çalışmışlar, bazen bunu başarmışlar, kimi zaman da devlet karşıtlarıyla birlikte olmuşlardır. Buna karşı devletler de dinî kurumları otoriteleri altına almak istemişlerdir. Avrupa’da çağlar boyunca Kilise ile hükümdarlar arasındaki çatışmalar bunun örneğidir.
Katolik kilisesi sadece laik otoritelerden bağımsız kalmamış, aynı zamanda uzun süre egemen toprakları olan bağımsız bir devlet olarak yaşamıştır. Ancak bu tekdüze bir süreç değildir. Konstantin daha 4. yüzyılda Hıristiyanlığı Roma’nın resmî dini haline getirirken, kuşkusuz ki esas olarak politik endişelerle hareket ediyordu. Avrupa’nın dört köşesine yayılmakta olan bu dini, imparatorluğu birleştirebilecek bir güç olarak düşündüğü açıktı. Ancak, Roma önce bölünüp, bir süre sonra batıdaki otoritesi çökünce, Katolik Kilisesi’nin bağımsızlığı için koşullar daha elverişli hale geldi. Papalık 8. yüzyılda bağımsız bir devlet oldu; Roma, Lazio, Marche, Umbria, Romagna ve Emilia bölgeleri üzerinde bin yıl politik egemenlik sürdü. Napoléon zamanında birkaç kez Fransa tarafından ilhak edilip yeniden kuruldu. Bu devlet ancak 1861 yılında İtalya Krallığı tarafından fethedildi. 1870 yılında İtalyan birliği kurulurken tarihten silindi. Papa, buna karşı kesin tavır aldı. Mussolini iktidara gelince, Lateran Antlaşması ile papanın günümüzdeki Vatikan üzerindeki egemenliğini kabul ederek bu hasımlığa son verdi.
Batı’daki bu durumun aksine, Ortodoks kilisesi her zaman devletin vesayeti altında olmuştu. İstanbul’daki patrik, devletten bağımsız hareket edemez ya da çok sınırlı bir şekilde edebilirdi. Daha sonra İstanbul Osmanlıların eline geçince de, şeyhülislamlık kurumu devletin merkezî kurumlarının bir parçası olarak hareket etmiştir. Yani Bizans ile Osmanlılar (ve Moskova) arasında bir devamlılık mevcuttur. Doğuda din devlet tarafından çok daha yakından denetlenmiştir ama, buna karşın özellikle İslâm toplumlarında çok sayıda mezhep ve inanç grubu, tarikat ve cemaat oluşmuştur. Başka şekilde ifade edersek, bu dinî gruplar, otoriteye karşı muhalefetin bir aracı ya da kurumsal çerçevesini oluşturmuştur. Örneğin Emeviler İran’ı işgal ettikleri zaman, onlardan gayrimüslimlerden alınan ek haraç vergisi tahsil ediyorlardı. İranlılar bir süre sonra “biz de Müslüman olduk, artık bunu vermeyeceğiz” dediklerinde, Arap maliyesi bu büyük gelirden olmamak için “ama siz sonradan Müslüman oldunuz, onun için gene de vereceksiniz” şeklinde ısrar etti. Sonuçta İranlılar isyan edip yeni bir mezhep çıkardılar ve “siz de Ali’ye haksızlık etmiştiniz” dediler.
Şiiler daha sonra İsmailî tarikatına dayanarak Fatimi yönetimleri oluşturdular ama gizli faaliyet denilince akla ilk gelen Hasan Sabbah’ın fedaileridir. O sırada Iran’da politik egemenliğe sahip olan Sünnî mezhebine bağlı Selçuklular taht kavgaları içerisinde birbirlerini yerken, Hasan Sabbah (1034-1124) İsmailî koluna bağlı gizli bir örgüt kurarak Büyük Selçuklu devletinin her kademesine sızdı. Alamut Kalesi’ndeki merkezinden her yere fedailer gönderdi ve vezir Nizam-ül Mülk’ü öldürttü. Batı dillerindeki “assassin” (suikastçı) terimi bu mezhebe bağlı “haşhaşin” fedailerinden gelir. Bölgemizdeki bu mezhep çatışmaları bin yılı aşkın bir süredir insanlara sonsuz acı çektirir.
Uzun süre varlıklarını kabul ettirmek için büyük sıkıntı çeken Hıristiyanlığın aksine, İslâm inancını yayanlar daha en başından bir devlet kurarak sadece zihinleri değil, aynı zamanda çok geniş toprakları fethetmeye girişmiştir. Hz. Muhammed sadece bir peygamber değil, aynı zamanda bir devlet kurucusudur. O zamana kadar dağınık şekilde yaşamış olan Arap kabilelerini biraraya getirerek devletleştirmiştir. Hükümdarlara mektuplar göndermiş, yeni dine derin bir inançla bağlananların enerjisini bunu fetihle yaymaya yönlendirmiş, İslâmiyet göz açıp kapayıncaya kadar Horasan’dan İspanya’ya kadar olan çok büyük alanlara yayılmıştır. Gerçi kadim tarihte her devlet dinle içiçedir ama, hiçbirisi İslâm dininin ilk yayılışı kadar hızlı bir büyüme göstermemiştir.
Öte yandan, dinle devlet ilişkisi çok farklı biçimler almıştır. Örneğin, St. John şövalyelerinin Malta devletine dönüşen yapısı, Katolik bir tarikat tarafından kurulan bir yönetimdir. Bunların geçmişi Haçlıların Filistin’e yerleşmeleriyle başlar. Aslıda daha da önce Mısır’a yerleşmiş olan bazı İtalyanlar Haçlı seferlerinin başlarında, ilk olarak 1113 yılında, şeklen Papalığa bağlı Hospitalier tarikatı olarak Filistin’de hacılara hizmet eden hastaneler kurmuşlardı. Kısa sürede buraların savunulması için silahlı bir güç haline geldiler. Büyük üstatları da bağımsız bir devletin başı gibiydi. 1291’de Haçlılar Filistin’den atılınca önce Kıbrıs, sonra da Rodos’a geldiler. 1307’de, Doğu Akdeniz yolu üzerindeki bu stratejik adada bağımsız bir yönetim oldular. Fatih’in seferini püskürttüler ama, Kanunî tarafından Rodos’tan çıkarıldılar ve 1530 yılında onlara Malta verildi. Donanmalarıyla Türklere karşı her sefere katıldıkları gibi, Osmanlı Devleti’nin kuşatmasını da püskürtmeyi başardılar. Onların bağımsız varlığına son veren Napoléon’dur. Keza Töton Şövalyeleri de önceleri Filistin’de Akka civarını bağımsız bir Haçlı yönetimi olarak yönettiler. Filistin’den kovulunca önce Transilvanya’ya yerleştiler. En sürekli çabaları ise Baltık kıyılarında Slavlara karşı Germen yayılmacılığının hizmetinde olmalarıdır.
Genel olarak bakıldığında, din temelli siyasi yapılar Akdeniz ve Batı Asya’da daha güçlü gibidir. İberik yarımadasında da Hıristiyanların bir çok askerî tarikatı vardı. Montera, Aviz, Alcantra vs. Bunlar papalıktan aldıkları yetki ile sivil otoriteden tamamen bağımsız idi.
Bununla birlikte tarikattan devlete geçmenin bütün dünyadaki en tipik örneği belki de İran’daki Safevî devletidir. Erdebil şeyhleri tarafından kurulan bu devlet, Osmanlılara karşı ardıardına savaşlara girişmiş ve büyük bir Türk kitlesini Şii mezhebine çekerek sonu gelmeyen bir bölünme yaratmıştır.
Erdebil şeyhlerinin 1301 yılında başladığı kabul edilir. Bunların en önemlisi Akkoyunlularla birlik olup Fatih’e karşı savaşan Şeyh Cüneyt’tir. Bu kişi aynı zamanda Trabzon Rum imparatorunun damadı idi ve Venediklilerle de ilişkisi vardı. Onun oğlu Haydar zamanında güç kazanan mezhep, torunu İsmail zamanında Safevî devletini kurup Yavuz ile savaştı. Timur’un vaktiyle Asya’ya dönerken Erdebil şeyhlerine teslim ettiği Anadolulu esirler, zamanla Şii dervişler olarak eğitilip başlarına giydikleri kızıl börk ile Anadolu’’ya gönderildi. Görevleri Safevîlerin ilerlemesini kolaylaştıracak ayaklanmalar çıkarmaktı. Kızılbaş lafı buradan doğmuştur.
Musevi siyaseti içerisinde de Tevrat’ı rehber olarak kabul edenler çoktur. Dine dayalı birden fazla önemli Yahudi siyasi hareketi vardır. İlk kongresini 1905 yılında Avrupa’da yapan Mizrahi bunlardan birisiydi. Siyonist hareket Musevi dininden kaynaklanmakla birlikte, bu hareket zaman içerisinde dine farklı yaklaşımları olan gruplara bölünmüştür. Bunlar İsrail millî kimliğinin sadece Tevrat ile tanımlanabileceği görüşündedir. Onlara göre Yahudi halkının dünyaya kültürel katkısı İncil idi, ancak Tevrat’a dayanmayan bir Yahudi varlığı asimile olmaktan kurtulamazdı. Ayrıca, devlet erkine kavuşmanın anlamı, geleneklerine göre yaşama olanağından başka bir şey olamazdı. Bu nedenle İsrail’ın kuruluş sürecinde cemaatler için geçerli olan kuralların devlet için nasıl geçerli hale getirilebileceği konusunda büyük tartışmalar yaşanmıştır. Görüldüğü gibi her üç İbrahimî din içerisinde de, bunu devlet yönetimi şekline dönüştürme veya bunları bağdaştırma eğilimleri mevcut olmuştur. Hıristiyanlar da Müslümanlar da din ile siyaset ve askerlik arasında sayısız bağ kurmuşlardır. Fetihçi gaza ile fetihçi Haçlı seferi arasında bu bağlamda fark yoktur.