Yazgının bir cilvesi olarak, 24 Ağustos 1516’dan tam 500 yıl sonra aynı gün, aynı yerde Türk birlikleri Suriye’ye girdi. Yavuz Sultan Selim ordularının Mercidâbık’ta (Dabik Çayırlığı) Kansu Gavri komutasındaki Memlûk güçlerini yenmesi, Osmanlılara Mısır ve kutsal toprakların yolunu açmıştı. Ancak o dönemde de aynı bugünkü gibi başka hesaplar, ilginç ittifaklar, ihanetler, cinayetler ve algı yönetimi vardı.
Beş yüzyıl sonra Kilis’le Halep yine sınırdaş. Top atışları korkutuyor. Bir dizi cihatçı, terörist, rejim karşıtı, yanlısı… Modern çağın silahları, uçakları, tankları, topları oradan bu tarafa, buradan o tarafa her gün roket yolluyor. Bense, bir savunma mimarisi anıtı Halep Kalesini düşünüyorum. Baalbek tahrip edildi. Kapalıçarşılar, camiler yerle bir. Halep evleri, kasırları acaba ne durumda? Vuruşanlar için yıkıp çökertmek bir başarı. Demek ki hâlâ barbarlarla içli dışlı yaşıyoruz.
Ağustosun zafer kazanılmış günleri vardır, 24 Ağustos 1516, Kilis’te Merc-i dâbık’taki (Dâbık Çayırlığı) meydan mu harebesinin 500. yılı veya yıldönümüydü. O tarihte nedeni bilinmez bir muharebeye tutuşan iki taraf da Türk, Türkmen, Çerkes, Arap, Kürt… atlı-yaya paralı askerlerdi kuşkusuz. İki sultan, 9. Osmanlı padişahı Yavuz Selim’le (1512- 1520), Mısır ve Suriye sultanı Memlûk (Kölemen- Çerkes- Burcî) II. Kansu Gavri’nin (1501-1516) o güne kadar rakiplikleri, düşmanlıkları söz konusu değildi.
İlkokul sıralarında bize Mercidâbık’ı “büyük bir Türk zaferidir” diye anlatırdı öğretmenler. Ortaokul sınıflarında tarih dersi yazılı sınavlarının başçıl sorularındandı Mercidâbık! “Bu savaşı kısaca anlatarak önemli sonuçlarını yazınız?” Öğrenciler de bu “piyango” sorusunun yanıtını, överek övünerek döşenirlerdi.
Türkiye’de okul kültürünün ana damarı ilk ve ortaöğretimdedir. Bu basamaklarda kazandırılan tarih kültürü ise destan ve kahramanlık temalıdır. Çünkü Çağ nüfusu, tarihi kahramanlık öyküleri örüntüsünde dinlemek ister. Tarih kitaplarında II. Bayezid pasif, savaşa fütühata isteksiz; Yıldırım, Yavuz, IV. Murad ise birer cihangir, kahraman tanıtılır. Bunları heyecanı dorukta bir öğretmen anlatıyorsa, özellikle erkek öğrenciler derste ok-yay-tüfek-balta talimleri canlandırırlar. Yavuz o esintilerin, ecdat coşkusu anlarının bir mitidir. Tarih olaylarını sükûnetle okumak, olanları anlamak için kırk yaşı aşmalıdır.
Acaba başkaları nasıl yorumluyor Mercidâbık’ı? Başka tarihler -söz gelişi Suriye ortaokul tarihleri- neler yazıyor? Şu soru daha önemli: Yavuz denen cihangir padişah, 1516 Mercidâbık, 1517 Ridaniye meydan muharebelerine, Osmanlı Devleti’nin sınırlarını dört beş katına çıkarmak için mi at koşturmuş, çölleri bu amaçla mı aşmış, Nil çavlanlarına doğru tümenler koşturmuştu?
Bugün 500 yıl öncesi koşulları için akılcı gerekçeler sıralamak zor. Osmanlı dünyası, komşuları Dulkadiroğulları, Ramazanoğulları ve Memlûkler de çoklukla Müslüman ve Türk’tü. Arada önemli bir anlaşmazlık yoktu. Kervanlar, hacı kafileleri işliyor, alışveriş yapılıyordu.
Bayraktarlığını Şah İsmail Safevî’nin yaptığı Kızılbaşlık, o çağda bütün Anadolu’yu etkilemişti. Anadolu’nun aşırı vergi ödeyen köylüleri için Hatayî mahlasıyla arı duru Türkçe dizeler yazan Şeyh-Şah İsmail Safevî, gönülleri inançları çeken manevi bir mıknatıstı. Vergiler dağ yollarından Erdebil’e götürülüyordu. Dünyasal, siyasal görüş ve dinsel bağlanışlar hazine gelirlerini de arttırıyordu. Seferlerin, savaşların nedeni din eksenli görünse de asıl nedenler vergi, talan, yağma, toprak geliriydi.
Gelişmelere şöyle de bakılabilir: 1514’te İran seferine çıkan Yavuz, 1514/15 kışını Amasya’da geçirmişti. Yavuz ilkbaharda Anadolu’un doğusunda Kemah’tan başlayarak tümenlerine Safevi ve Kölemen kontrolündeki Divriği, Malatya kalelerini aldırmıştı. Demek ki İran Seferi devam ediyordu ve herhalde bu kez Dicle vadisi izlenerek Güneydoğu’dan İran’a girilecekti. Kölemen ülkesi Suriye – Safevî – Osmanlı sınırlarıyla çevrili Dulkadırli toprakları ise, Yavuz’un hem babaannesi hem annesi Dulkadirli ailesindenken ilhak edilmiş, Diyarbekir dahi alınmıştı.
Asıl sorulması gereken, bu operasyonlar sürerken, padişahın 1515 yazı sonunda seferi erteleyip İstanbul’a, oradan da Edirne’ye dönüşüdür. Bunun gerekçesi neydi? Elbette ki sorunlar vardı, bunların pratik çözümü de idamlardı! Yavuz ikinci sefere 1516 yazında çıktı.
Yavuz’un saltanatını, Mercidâbık’tan Ridaniye’ye Suriye’nin Mısır’ın istilâsını Tâcü’t- Tevârih’te överek anlatan Hoca Saadeddin Efendi, Yavuz’un musahibi, ölümüne değin yoldaşı Hasan Can’ın oğlu, dolayısıyla methiyecisidir. Mısır Seferi’ni anlattığı bölümün Farsça başlığı: “Feth-i Mısır ve kıtâl-i bâ-Çerâkis”. Yani “Mısır’ın Fethi ve Çerkezlerin Katledilmesi”.
Ürpertici bir gerçek! Mısır’ın alınmasının nedeni, Suriye ve Mısır’daki 250 yıllık Türk-Çerkes-Müslüman saltanatını kapatmak, hanedan uzantılarını da katletmekmiş! Yavuz’un musahibi Hasan Can’ın oğlu Kazasker Hoca Saadeddin Efendi Yavuz’u Müslüman katliamı ile övmüş!
Yavuz Selim’in bir önceki doğu seferinde Tebriz’den eli boş dönmesi, Bıyıklı Mehmed Paşa ve İdris-i- Bitlisî’nin çabalarıyla Kemah’tan Mardin’e oradan Dulkadirli topraklarına kadar yerlerin alınması tatminkâr kazanım sağlamamış. Bu tezcanlı ve gaddar padişah, daha büyük ülkelere hazinelere, şan ve şerefe teşne idi. Onu Suriye’ye yönlendirenler de adı geçenlerdir. Bunların, yani Bıyıklı Mehmed Paşa ile İdris-i Bitlisî, Mısır Kölemen yöneticileri Halep Valisi Hayırbay ile Şam Valisi Canbberdi Gazalî ayartmış olmalılar. Bu iki vali, bir meydan muharebesinde Osmanlı padişahının safına geçme sözü vermişlerdi. Mercidabık muharebesi sırasında sözlerinde durdular.
Güvenilir tarihçilerden Hezârfen Hüseyin Efendi’nin, eseri de Tenkihü’t-Tevârih’te anlattığına göre Yavuz Selim’in Acem Seferi’ne çıktığını duyan yaşlı Kölemen sultanı II. Kansu Gavri, İran’a gitiğini sandığı Yavuz’a destek olurum diyerek yola çıkmış. Aynı sırada Çerkes pişdarları da bilmezlikle Osmanlı nakliye katarlarına saldırmış. Tertipçileri Bıyıklı ve Bitlisî de olabilir. Bu ikili, Yavuz’u İran yolundan çevirmek için Gavri’nin Şam ve Halep valileri Hayırbay ve Gazalî’yi ikna etmiş olmalılar. Gavri de bunları sevmez ve helâk etmek istermiş. İhaneti göze alan ikili, Yavuz’a haber göndererek bize Mısır ve Suriye (Şam) valiliklerini sadaka ederse, savaşta Çerkes askerini bozguna uğratırız demişler.
Halep, muharebe alanının hemen karşısında. Muharebe kısa sürmüş aynı gün Yavuz’un kente girişi renkli olmuş. Halk yerel âdetlerle nümayişler yaparak, dualar okuyarak Osmanlı hükümdarını karşılamış. Padişah hil’atlar, sadakalar, hediyeler dağıtmış. Cuma günü de Câmi-i kebîre gitmiş. Hatip hutbede Yavuz’u “Hâdimü’l- Haremeyni-şerifeyn” ilan etmiş. Padişah da Mekke’nin Medine’nin hademesi sayıldığı için, Tanrı’ya hamdederek secdeye kapanmış. Yani bir Müslüman sultan uğradığı hile ve ihanet sonucu yenik düşüp ölürken; öteki Müslüman sultan bu sayede Mekke’nin ve Medine’nin hademesi ilan edildiği için dualar etmiş.
Oradan Şam’a giden Yavuz’u bu kentin ötelerinde Şamlı kalabalıklar karşılamışlar. Burada da Cami-i Ümeyye’de Cuma namazı kılınmış (Geçtiğimiz yıllarda da bu camiye bir kez de havadan uçakla veya karadan otomobillerle –komşu kapısından geçer gibi kolayca gidileceği- öngörülmüştü. Olmadı, evdeki hesap çarşıya uymadı. Namaz kılınacak camiler de berhava oldu).
500 yıl önce de Sultan Selim- Sultan Kansu Gavri dostluğunu, alt kadrolardan Bıyıklı Paşa – İdrisî Efendi, Hayırbay – Gazalî ikilileri bozmuşlardı. O zamanki savaş çayırlıkta birkaç saat sürmüştü. Oysa 21. yüzyılda, en tahripkâr, yakıp yıkan, yokeden silahlarla Suriye’nin insanları öldürülüyor, tarihî kentleri çökertiliyor. Acıyan da yok!
Savaş nasıl oldu, neye yol açtı?
Osmanlı topçusu ve başarılı bir ihanet
Başlangıçta üstünlüğü ele geçiren Memlûk kuvvetleri, Halep ve Şam Valilerinin saf değiştirmesi ve Osmanlı topçusunun yüksek ateş gücü karşısında direnemedi.
Venedikli tarihçi Donemico Malipiero ve Osmanlı tarihçisi Tursun Bey’e göre, Memlûklerle savaşmayı ilk düşünen Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed’dir. 1468’de savaşa niyetlenecek, Akkoyunlular ile Karamanoğullarından beklediği desteği göremeyince, ordularını onların üzerine sürecek ve Akkoyunluları tarihten silecektir.
II. Bayezid’in tahta çıkmasından sonra kardeşi Cem ile girdiği iktidar mücadelesinde, Cem Sultan’ın Memlûklere sığınması, kısa sürede sıcak çatışmaya dönüşecek yeni bir gerginliğin konusu oldu. İki büyük devlet 1485’ten 1491’e dek savaştı. Tarihe Osmanlı-Memlûk harbi olarak geçen ve birçok muharebeden oluşan savaşın sonunda, iki taraf da üstünlük sağlayamadı. İmzalanan barış anlaşmasıyla savaş öncesi sınırlara geri dönüldü.
Bu uzun ve yıpratıcı savaş Memlûkleri zayıf düşürmüş, onları Vasco de Gama’nın seferlerini takiben Hint Okyanusu yoluyla gelen Portekiz donanmasına karşı güçsüz kılmıştı. 1500’de Hristiyanlara karşı mücadelerinde Memlûkleri desteklemek için gönderilen Osmanlı asker ve silah yardımları da yetersiz kalınca, 1508’de Portekiz donanması Memlûkleri Diu’da yendi. 1515’de ise Portekiz kuvvetleri Hürmüz’ü Memlûklerden aldı. Artık hem Mısır’ın refahının güvencesi baharat ticareti Portekizlilerin elinde, İslâmiyet’in kutsal mekanları da tehdit altındaydı. Müslüman dünyasında Memlûklerin “koruyuculuk” konusundaki meşruiyetinin sorgulanması, Osmanlı Devleti’ne bölge hâkimiyeti konusunda büyük bir fırsat sundu.
1514’de Şah İsmail yönetimindeki İran Safevî Devleti’ni Çaldıran Savaşı’nda bozguna uğratan ve Tebriz’i işgal eden Sultan I. Selim, Ortadoğu hâkimiyeti için gözünü Memlûk yönetimindeki Suriye ve Mısır’a çevirmişti. Savaş bahanesi gecikmedi: Memlûkler, Osmanlıların iki düşmanı Venediklilerle Safevîler arasında diplomatik yakınlaşma sağlayınca, Yavuz Sultan Selim tarafından, kâfirlerle bir olup Osmanlı müttefiklerine ihanet etmekle suçlandı. Padişah, Baharat Yolu’ndan önce Memlûkleri, ardından Portekizlileri temizleyerek Osmanlı İmparatorluğu’na Hindistan yolunu açmanın öneminin farkındaydı.
İki ordu 24 Ağustos 1516’da Halep’in kuzeyindeki Mercidâbık’ta karşılaştı. 60.000’e karşı 80.000’lik sayısal bir üstünlüğe sahip olan, Moğollara karşı başarılı olmuş, hafif süvarilerine güvenenen Memlûk ordusu, piyade tümenleri arkebüz kullanan, 80 topa sahip Türk ordusunun yüksek ateş gücüne direnemedi. Muharebe sürerken Halep ve Şam valilerinin saf değiştirmesi savaşın seyrini Osmanlılar lehine çevirdi. Yenilen Memlûk Sultanı Kansu Gavri, savaş meydanında öldü. Esir alınan Abbasi Halifesi III. Mütevekkil, İstanbul’a götürüldü. Suriye’yi Osmanlı topraklarına katan Yavuz Sultan Selim, 1917 Ridaniye Savaşı’nda Memlûklere son darbeyi indirecek ve Mısır’da da hakimiyeti sağlayacaktı.
Menzilnâme‘deki Mercidâbık
Matrakçı Nasuh, savaştan 20 yıl sonra buradan geçti
Mercidâbık muharebesinden 20 yıl sonra Kanunî Süleyman’ın ordusu Irak Seferi’nden (1533- 1536) dönerken aynı yerden geçti. Sefere katılan ünlü hoca, mucit ve minyatürcü Matrakçı Nasuh’un hazırladığı resimli (minaytürlü) Menzilnâme’de, Mercidabık ve güneyindeki Halep de vardır; ancak eserde savaşa değinilmemiştir. Savaştan 20 yıl sonraki ovayı, Davut Peygamber türbesini, olanca görkemiyle Halep içkalesini ve bayındır kenti tahayyülümüz bu resimlerle kolaylaşıyor. Minyatürdeki türbe soğan kubbeli ve çinilerle kaplı. Bitişindeki cami türbeden küçük. Önde de üç hücreli bir medrese var. Halep’in kuzeyinde Kilis’in güneyinde akan Kuveyk Suyu da görülüyor. Bu ovada Yavuz – Kansu karşılaşmasından önceki zamanlarda da Emevî halifesi Süleyman Bin Abdülmelik, Abbasî halifesi Harun Reşid otağ kurdurmuşlar. Halife Süleyman burada ölmüş. Atabeyler, Memlûkler ve Moğollar bu ovada savaşa tutuşmuşlar.
Biri yıktı, diğeri yaptı
3. köprüye Yavuz değil II. Selim adı yakışırdı
Sultan I. Selim’in (Yavuz) İstanbul’a kazandırdığı tek bir eser yoktur. Oysa büyükbabası Fatih, babası II. Bâyezid, kendioğlu Kanuni Süleyman, imarcı padişahlardı ve Türk İstanbul’u kuranlardır. Kendi torunu II. Selim, bunların dördüncüsüdür.
Edirne’de selâtin külliyesi var. II. Selim de 8 yıl saltanat sürmüş ama bütün selâtin camilerin en muhteşemi sayılan Edirne’deki Selimiye Camiini Sinan’a yaptırtan odur. Özgün ve emperyal bir saray mutfağını Topkapı Sarayı ikinci avlusunda Matbah-ı âmire adıyla yine Sinan’a yaptıran da odur. Ayasofya’yı sağlama aldırtmıştır. Maalesef Ayyaşlıkla küçümsenir.
Yavuz Sultan Selim köprüye konacak kitabe de nasıl tanıtılacak? Babasını tahttan indirdi, kardeşlerini, yeğenlerini boğdurttu, İstanbul’da eseri yok mu denecek? Yavuz’u biz bugün farklı anlıyoruz ama, adı“yaramaz” anlamına geliyordu. 3. köprüye torunu II. Selim’in adı verilseydi, uygarlık âlemine anlamlı bir mesaj verilmiş olacaktı.