Latin Amerika’nın “uzun 10 yılı”nda sol popülist ve ilerici hükümetleri ardı ardına deviren askerî darbeler, toplumu demir yumruklarıyla ezmiş; arkalarında bir enkaz bırakmışlardı. 1992’de Paraguay’da tesadüfen bulunan “zulüm arşivi”, “Akbaba”nın pençesinden kurtulamayan onbinlerce Latin Amerikalının hikayesini anlatıyordu. Akbaba (Condor) bir benzetme değil, ABD’nin yerli işbirlikçileriyle yürüttüğü kirli operasyonun adıydı…
Latin Amerika’nın askerî diktatörlüklerle örülen “uzun on yılı”, Ocak 1959’da Küba’da Batista diktatörlüğünün devrilmesi ile başlatılabilirse de aslında bu tarihten önce de kıtanın başka köşelerinde cunta yönetimleri görülmeye başlanmıştı. 1954’te Paraguay’da halkı inleten General Alfredo Stroessner’in demir yumruğu tam 35 yıl boyunca ülkeden elini çekmemişti. Brezilya’da 1964’ten itibaren askerler iktidardaydı; 1971’de ise General Banzer’in zorba iktidarı Bolivya’nın kontrolünü ardı ardına darbelerle ele geçirmişti. General Pinochet’ye bağlı kuvvetler 11 Eylül 1973’te Şili’nin seçilmiş başkanı Salvador Allende’yi devirmiş ve ardından Peru’da 1975’te ilerici popülist General Alvardo’nun yerine meslektaşı General Francisco Morales Bermudez geçmişti. Tabloyu Peron’un ölümünden beri istikrarsızlığa sürüklenmiş olan Arjantin’de kanlı bir diktatörlük kuran General Videla 1976’da tamamladı.
Soğuk Savaş koşullarında gerçekleştirilen bu darbeler sırasında yaşanan devlet terörünün faturası korkunç olmuştu: Ülkesini terk ederek önce yakın ülkelere, bazen orada da darbelerin gerçekleşmesiyle daha da uzak diyarlara kaçmak zorunda kalan 4 milyon insan; en iyimser tahminlere göre bile hayatını kaybeden 50 bin kişi; 35 binden fazla kayıp; 400 binin üzerinde hapis cezası… Canlı canlı uçaktan denize atılanlar… Üstelik bu kayıpların içinde yalnızca solcular ve militanlar da yoktu. Sağcı milletvekilleri ve hiçbir siyasi faaliyeti olmayan sıradan insanlar da şiddetten payını almıştı. Arjantin İnsan Hakları Komisyonu’nun verdiği rakamlara göre kaybedilen ya da öldürülenlerin 8 bini çocuk yaştaydı. Çocuklarını arayan Mayıs Meydanı Anneleri’nden de aynı akıbeti paylaşanlar vardı. Ölen annelerin çocukları ailelerinden ayrılıyordu. İleriki yıllarda bu durumdaki 500 çocuktan yalnızca 128’i biyolojik ailelerine teslim edildi. Çocuklarının ve torunlarının bulunması için mücadele eden Mayıs Meydanı Anneleri bu dönemin belleğini halen ayakta tutmaya devam ediyor.
Aslında bu askerî diktatörlükler dalgasının öncesinde, Latin Amerika’yı şekillendirenler arasında, kitle seferberlikleri, toplumsal siyasallaşma, güçlü siyasi parti ve örgütler, Amerikan emperyalizmiyle ilişkilerin koparılmasını savunan sol popülist veya ilerici hükümetler vardı. İşçi hareketinin genelleşmiş geri çekilişinin, devlet kurumlarının şiddet kullanımının, demokratik katılım ve ifade alanlarının neredeyse topyekûn imhasının, sendikal ve siyasal muhaliflerin ideolojik olduğu kadar fiziken de ezilmesinin ardından ise Latin Amerika’nın bugün halen sonuçlarıyla günbegün yüzleşmek zorunda kaldığı neoliberalizm gündeme geldi. Peki nasıl olmuştu da böylesi güçlü bir toplumsal mücadele bu denli beklenmedik şekilde kırılmıştı?
Bu sorunun yanıtı, siyasal ve toplumsal açıklamaların yanında Amerikan emperyalizminin desteği ile insanlık tarihinde rastlanmadık ölçüde bir uluslararası devlet terörizminin kıtasal ölçekte (ve hatta kıtanın ötesinde) uygulamaya sokulmasında yatıyor. Daha somut olarak söylemek gerekirse, ABD’nin kırmızı çizgisinin demokrasi olmadığını gösteren “Condor (Akbaba) Operasyonu”nda…
30 Eylül 1974’te Buenos Aires’te Şili eski devlet başkanı yardımcısı ve Allende hükümetinin bakanı General Carlos Prats’ın bombalı bir suikastte öldürülmesi, Pinochet’nin ordu içinde “meşruiyetçi” çizgiyi temsil eden en önemli rakibinin tasfiyesi anlamına geliyordu. Bu saldırının aktörlerinden biri Ekim 1972’de önde gelen 72 muhalifin öldürülmesinden sorumlu olan ordu içindeki “ölüm grubu”nun üyesi Amerikalı Michael Townley idi. Operasyonun Buenos Aires polisinin doğrudan yardımıyla gerçekleştirildiği açıktı. Ardından sürgün olduğu İtalya’da Pinochet’ye karşı muhalefet eden Şili Hıristiyan Demokrat Partisi yöneticisi Bernardo Leighton’un, 6 Ekim 1975’te öldürülmesi geldi. Cinayetin arkasında Stefano Delle Chiaie’nin yönetimindeki Avanguardia Nazionale ve Ordine Nuovo gibi neofaşist gruplara bağlı kişiler vardı.
Condor Operasyonu Amerika’nın kalbinde de suikastlerini sürdürdü. Yine Townley’in dahliyle eski Şili büyükelçisi ve Pinochet’ye muhalefetin liderlerinden Orlando Letelier, 21 Eylül 1976’da Washington’ın merkezinde öldürüldü. Bu cinayet, Amerikalı gazeteci Jack Anderson’un ülkesinin Condor Operasyonu’ndaki rolünü araştırmaya başlamasına yolaçtı. 1976’da bu kez gazeteci Richard Gott, Phœnix Operasyonu’nu açığa çıkardı ve açıkça Henry Kissinger’i itham etti.
“Devlet terörü”nün bahaneleri
Diktatörlüklerin devlet terörünü haklı çıkarmak için kullandıkları bahane “gerilla mücadelesi” oldu. Toplumsal eşitsizliğe ve baskıya karşı silahlı mücadeleyi meşru gören, özellikle Guevarizm’den etkilenen bir dizi hareket “uzun on yılda” kıtayı boydan boya sarmıştı. Uruguay’da Tupamaros(geçen dönem başkan olan Mujica bu örgütün ünlü bir simasıydı) gözalıcı eylemler yaparken Arjantin’de ERP (Halkın Devrimci Ordusu) ve Monteneros (sol Peronist silahlı örgüt), bakan José Lopez Rega yönetimindeki paramiliter örgütlerin ve meşru hükümetin silahlı kuvvetlerinin uyguladığı yasadışı baskılara karşı direniyordu. Peru’nun güneyinde Hugo Blanco’nun önderliğinde bir köylü hareketi örgütleniyordu. Brezilya’da askerî diktatörlüğe karşı silahlı mücadeleyi savunan çeşitli örgütler vardı. Şili’de ise durum oldukça karmaşıktı: 1970-73 Unidad Popular hükümeti döneminde silahlı mücadele stratejisini reddeden MIR (Devrimci Sol Hareket) “uzatmalı halk savaşı”nı savunuyordu.
Diğer yanda aşırı sağın açıkça Amerikan emperyalizmi ve devletle işbirliği içinde geliştirdiği paramiliter terör örgütleri vardı. En belirgin örneği de Arjantin’deki AAA’nın (Arjantin Anti-Komünist İttifakı) “ölüm birlikleri”ydi. Ulusal değerleri yüceltme iddiasındaki bu akımlar “muhaliflere” karşı bir “kutsal savaş” ilan etmişlerdi. Sol hareketlerin varlığı, işkence, insan kaçırma ve kaybetme gibi yöntemlerle toplumsal mücadelelerde yükselen her çeşit itirazın bastırılması için bir meşruiyet zemini olarak sunuluyordu.
Bu durumu açıklayan en iyi örnek Şili’ydi. Şili’de dikkate değer bir silahlı örgüt olmadığı gibi sol hükümet “meşrutiyetçi” dedikleri askerlerin ve “millî burjuvazi”nin desteğiyle sosyalizme barışçıl ve kurumsal bir geçişin mümkün olduğuna inanıyordu. Bu koşullarda bir iç düşmanın inşası için hedef alınan, Batılı ve Hıristiyan geleneğe saygı temelinde “Marksist kargaşa” oldu. Daha sonra Beyaz Kitap’ta açıklandığı üzere askerî darbeyi meşrulaştırmak için Arjantin, Brezilya ve elbette Küba gibi ülkelerin teröristleri arasından özenle seçilmiş 1500 uzman gerilladan söz edilmeye başlandı. Bu tehlikeli gerillalara bir de Kübalı General Tony de la Guardia’nın ülkenin kuzeyini komuta ettiği iddiası eklendi. Sözde hazırlığı yapılan bu içsavaşa karşı memleketi “Marksist kargaşa”dan kurtaracak olan da askerî diktatörlüktü. Tabii Şili’de 11 Eylül askerî darbesine karşı gözle görülür bir direnişin olmaması, ortada böyle bir “kargaşa” da olmadığını açıkça gösteriyordu. Solcu olmayan muhaliflerin öldürülmesi ve kıtadaki sol siyaset güçlerinin Moskova’nın dümen suyunda olmaması da “Soğuk Savaş” bahanesini inandırıcı olmaktan çıkarıyordu.
Arşivler de tükürür
Paraguay, alt kıtanın ortasında küçük ve yoksul bir ülke olmasına rağmen diktatörlükler açısından zengin bir tarihe sahipti. Kaçak Nazi savaş suçlularından uyuşturucu kaçakçılarına, soykırımcılardan casuslara her tür gerici militan, Paraguay’ı bir sığınak olarak görmüştü. Stroessner’in (1954-1989) demir ökçesi altında inleyen ülke, ortada değil bir komünizm tehlikesi, komünizmin esamesi bile okunmazken ABD Başkanı Richard Nixon tarafından komünizme karşı mücadelede en tutarlı ulus olarak takdim edilmişti. Şubat 1989’da rejimin devrilmesine rağmen 35 yıllık diktatörlük herhalde kendisini öylesine güvende hissediyordu ki arşivleri imha etmek kimsenin aklına gelmemişti. Yöneticilerin önemli bir kısmının kokain kaçakçılığına, kara para aklama işlerine, kumarhanelere bulaşmış olması da “mesleki” titizliklerini etkilemiş olabilir. Böylece ülkenin kolluk kuvvetleri, nasıl olsa cezalandırılmayacaklarını düşünerek geriye kurbanları ve yakınları için paha biçilmez bir arşiv bıraktılar.
“Terör arşivi” ya da “zulüm arşivi” diye adlandırılan bu belgeler, Aralık 1992’de Condor Operasyonu’nun eski mahkumu, profesör Martin Almada tarafından ele geçirildi. Almada, bir yargıcın refakatinde kendi kovuşturması hakkında araştırma yaparken olmadık bir banliyöde, “Akbaba”nın pençesinden kurtulamayan binlerce Latin Amerikalının hikayesiye karşılaşmıştı. Bu arşiv Condor’a üye ülkeler arasındaki ilişkilerin yanısıra “büyük birader” ile ilişkileri de tartışmasız bir açıklıkta ortaya koyuyordu. 35 yılda 700 bin döküman birikmişti. 180 arşiv dolabı, 10 binden fazla fotoğraf, 8369 gözaltı fişi, 1888 pasaport ve kimlik, 115 cilt polis raporu, alfabetik olarak düzenlenmiş 740 defter, 500’den fazla kaset, siyasi partiler üzerine 574 dosya ve 1500’den fazla kitabı olan bir kitaplık. Yaklaşık 4 tonluk lanetli bir hazine! Ailelerinin, değişik ülkelerdeki diktatörlüklerin kurbanı olan binlerce kişinin akıbetini öğrenmesi için bulunmaz bir kaynak.
Elbette tablonun tamamlanması için başta AID (Amerikalararası Kalkınma Ajansı) olmak üzere diğer kurumların da katkısı gerekiyordu, ancak onlar bu belgeleri temizlemeyi tercih ettiler. Almada, 1999’da UNESCO’nun arşivi “Dünyanın Belleği” olarak tasnif etmesini, ayrıca Condor Operasyonu’nun kıta ülkelerinin üniversite programlarına dahil edilmesini talep etti.
Condor için önemli bir kaynağın da Washington’da olduğu kesin. 1974’te ABD’nin Şili darbesine dahlini araştıran demokrat milletvekilinin adıyla anılan “Church Komisyonu” bütün engellemelere rağmen bazı belgeleri ortaya çıkardı. Washington Üniversitesi sayesinde, National Security Archive (NSA) sitesinde de bilgi edinme hakkı kullanılarak bazı belgelere ulaşılabiliyor.
Akbabalaşma süreci
Şubat 1945’te Meksika’nın Chapultepec kentinde yapılan Panamerikan Konferansı’nda ABD, Latin Amerikalı askerlere komünizm tehlikesi etrafında kenetlenmenin önemini anlatmış, 1951’de Panama’da kurduğu okulla Latin Amerika ordularının subaylarını eğitime tabi tutmuştu. 1959 Küba Devrimi, önce yılda bir, sonra iki yılda bir yapılan Amerikan Orduları Konferansı’nın (CEA) oluşumunu hızlandırdı. Eylül 1973’te Caracas’ta gerçekleştirilen 10. toplantıda alıntılandığı üzere daha o zamandan “terörizmi engellemek ve her ülkedeki yıkıcı unsurları denetlemek için” bilgi alışverişini artırma gereği konuşulmaya başlanmıştı.
Condor Operasyonu’nun ruhu da buradaydı… Bu bilgi alışverişi “Agremil Ağı” denen askerî ataşeler aracılığıyla yürütülecekti. Bu ağın tamamlayıcı unsurları, “terörist” denilenlere yönelik işkence ve infazlara katılan askerî istihbarat servisleri, diktatörlüklerin siyasi polisleri ve ölüm birlikleriydi. Böylece Uruguay, Brezilya ve Arjantin ölüm birlikleri arasında bir koordinasyon kurularak bir ülkeden diğerine geçiş halinde “muhaliflere” hayat hakkı tanınmayacaktı. Artık elimizde Guatemala ve Şili’deki “kirli savaş”la ilgili bu koordinasyon hakkında yeterince arşiv belgesi bulunuyor. Seçimle gelmiş Allende hükümetinin istikrarsızlaştırılması için (başta Dışişleri Bakanı Kissinger olmak üzere) Richard Nixon yönetiminin ekonomik sabotaj ve terörizm faaliyetlerinde bulunduğu bugün kimsenin inkar edemeyeceği açıklıkta.
Paraguay’da bulunan arşivin kitaplığında Martin Almada’nın dikkat çektiği kitaplardan birinin başlığı şöyleydi: İşkence edilen kişiler nasıl hayatta tutulur? Ölen kişiye işkence yapılamayacağına göre bu da ciddi bir titizlik gerektiyordu demek… 1952’den 1977’e kadar CIA elemanı olarak çalıştıktan sonra pişmanlığını ifade eden Ralph W. McGehee de Deadly Deceits: My 25 Years in the CIA (Ölümcül Aldatmaca: CIA’deki 25 Yılım) adlı kitabında bu yöntemleri açıkladı ve Condor Operasyonu’nda CIA ile ölüm birliklerinin ortak yürüttükleri faaliyetleri ifşa etti.
ABD’nin muhaliflere karşı düzenlenen operasyonlara önayak olması elbette Latin Amerika ile sınırlı değildi. Örneğin 60’lı yıllarda Phœnix Operasyonu ile başta Vietnam ve Endonezya olmak üzere Güneydoğu Asya ülkelerinde de binlerce insanın öldürülmesine ve 1965’te Endonezya’da gerçekleşen askerî darbede olduğu gibi pek çok müdahalede bulunmuşlardı. Zaten Condor Operasyonu yürürlüğe sokulduğunda da CIA’in başında Phœnix Operasyonu’nun önde gelenlerinden William Colby vardı. 25 Ekim 1974’te “Birleşik Devletler dünyanın herhangi bir bölgesinde yasadışı davranma hakkına sahiptir” diyen zat, bu William Colby’ydi.
Condor Operasyonu arşivlerden öğrendiğimize göre hazırlık dönemi oldukça yavaş olmuştu. Condor’un resmî kuruluş tarihi olarak 25 Kasım 1975 zikredilse de ortak faaliyetlere önceden başlanmıştı. Örneğin 1974 Mart ayında, Şili’den Peron’un henüz iktidarda olduğu Arjantin’e geçen “yıkıcı” unsurların kökünün kazınması için bir toplantı yapılmıştı. Uruguay, Bolivya, Arjantin, Şili, Brezilya ve Paraguay’ın karanlık güçlerinin hamleleri, 1976 Mart’ında Arjantin’de askerî diktatörlüğün iktidara gelmesiyle perçinlenmişti.
Ya adalet?
Önde gelen üç diktatörün ikisi, Augusto Pinochet ve Alfredo Stroessner işledikleri suçlardan dolayı mahkum olmadılar. Anayasa Mahkemesi’nin sağlık sorunları nedeniyle yargılanamayacağını söylediği Pinochet 2006’da öldü. Stroessner aynı yıl, sürgünde olduğu Brezilya’da herhangi bir adli kovuşturmaya uğramadan ömrünü noktaladı. Arjantin diktatörü Jorge Rafael Videla ise 2013’te 87 yaşındayken hayatını hapishanede tamamladı. Hukuk teklese de tarih hükmünü ağır verdi. Arjantin’deki darbenin yıldönümü olan 24 Mart her yıl hatırlanırken Condor Operasyonu da asla unutulmadı. Nunca Más!