Gerçek sebebi hiçbir zaman ortaya çıkmayan ve ünlü doktor Neşet Naci Arzan’ın öldürüldüğü Ankara Cinayeti bundan tam 70 yıl önce işlenmişti. Zanlılardan birinin genelkurmay başkanının oğlu olması, olaya ilgiyi arttırmış ve cinayet kamuoyunu yıllarca meşgul etmişti.
Türkiye’yi sarsan ve II. Dünya Savaşı’nın bitişi, çok partili yaşama geçiş kararı gibi hayati gündem konuları arasında kamuoyunu aylarca meşgul eden Ankara Cinayeti işlendiğinde takvimler 16 Ekim 1945’i gösteriyordu. Ulus’taki Anafartalar Caddesi’nde bulunan Doktor Neşet Naci Arzan’ın muayenehanesine gelen bir kişi, bekleme salonunda bir süre bekledikten sonra doktoru tabancayla öldürmüş ve kaçmıştı. Çok tanınan ve sevilen doktor Arzan’ı öldürdüğünü söyleyen 23 yaşındaki Reşit Mercan adlı genç ertesi gün teslim olmuş ve cinayeti “doktor hastalığına karşı lakayt davrandığı, kendisini sanatoryuma yatırmadığı” için işlediğini söylemişti. Gazetelere yansıyan bilgilere göre katil, muayenehanede unuttuğu şapkası sayesinde yakalanmıştı.
Cinayeti, Türkiye’nin en önemli gündem maddesi haline getiren ise katil olduğunu itiraf eden Reşit’in, Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay’ın oğlu Haşmet’le çok yakın arkadaş olması ve olaya Haşmet’in de karışmasıydı. 18 Ekim 1945’teki ilk duruşmada Reşit, silahı Haşmet aracılığıyla aldıklarını söylemişti. Aynı duruşmada, Reşit’in cinayeti işledikten sonra Haşmet’in evine gittiği de ortaya çıkmıştı. Oysa Haşmet, polis ifadesinde Reşit’i bir haftadır görmediğini söylüyordu.
Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki beş duruşmanın ardından savcı, Reşit Mercan için idam, Haşmet Orbay içinse bir yıl hapis cezası verilmesini istedi. Mahkeme 13 Kasım 1945’te Reşit Mercan’ı cinayet işlemekten 20 yıla, Haşmet Orbay’ı ise zabıtayı şaşırtmak, katilin ele geçmesini güçleştirmek ve ruhsatsız silah suçlarından bir yıl hapis cezasına mahkum etti.
Ancak kamuoyu bu karardan tatmin olmamıştı. Her şeyden önce duruşmalarda savcının ve mahkeme başkanının Haşmet’i kollayıcı tavrı dikkatlerden kaçmamıştı. Üstelik daha ilk gün Haşmet’in suça iştirak ettiği kesinleşmesine rağmen üç duruşma boyunca Haşmet tutuklanmamıştı. Bazı tanıklar dinlenmemiş, dinlenenlerin Reşit’i suçlu göstermesi için zemin hazırlanmıştı. Reşit Mercan’ın avukatı, birçok delilin yeterince incelenmediğini, cinayetin işlendiği apartmanda muayenehanesi olan ve olay yerine ilk gidenlerden tanık Doktor Fahri Ecevit’in (Bülent Ecevit’in babası) yerde gördüğünü söylediği patlamamış mermi örneğinde olduğu gibi bazı delillerin yok edildiği şüphelerini dile getirdi. Tüm bunlara Haşmet’in duruşmalardaki şımarık ve umursamaz tavırları eklenince Haşmet’e karşı bir nefret oluşması kaçınılmazdı. Genelkurmay başkanının oğlu Haşmet, aynı zamanda Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın yanında katipti. İlerleyen zamanlarda kadrosu olmasına rağmen işe gitmediği, yalnızca aydan aya maaş aldığı ortaya çıkacaktı.
Reşit ise yoksul bir ailenin çocuğuydu. Daha anne karnındayken, babası 30 Ağustos 1922’deki Büyük Taarruz’da şehit olmuş, orta kısmını bitirdiği ve Haşmet’le tanıştığı yer olan Robert Kolej’den maddi nedenlerle ayrılıp eğitimine Ankara Gazi Lisesi’nde devam etmişti. Cinayetten birkaç ay önce, Ankara’da askerliğini yaptığı sırada Haşmet’le yeniden karşılaşmışlar ve bir süre aynı evde yaşamışlardı. Reşit, Haşmet aracılığıyla bir tercümanlık işi de bulmuştu.
Mahkemenin adaleti sağlamadığı yönündeki şüpheler kısa sürede Haşmet’in işlediği cinayetin Reşit’in üzerine yıkıldığı söylentilerine dönüştü. Çok partili sisteme geçilme beklentisi, hem CHP içinde hem basında muhaliflerin sayısını arttırmıştı. Tasvir başta olmak üzere CHP’ye muhalif gazeteler, cinayetin üzerine gidip duruşmaları yakından takip ediyor, okuyucularına o güne dek pek alışık olunmayan tarzda, “tarafsız” haberler aktarıyordu. Bu yayınlar, Ankara Cinayeti ile ilgili şüphelerin oluşmasının en önemli sebebiydi.
Dosyayı inceleyen Yargıtay Başsavcısı Fahrettin Karaoğlan da karardan tatmin olmamıştı. 26 Ocak 1946’da Karaoğlan’ın itirazını inceleyen Yargıtay, cinayet mahallinde tatbikat yapılmaması, delillerin yeterince incelenmemesi ve bazı tanıkların dinlenmemesi gerekçesiyle kararı iptal etti. Kararda, Haşmet Orbay’ın suça iştirak ettiğinin açık olduğu da yazıyordu. Başsavcı Karaoğlan’ın, Ankara’daki mahkemenin güvenilirliğini kaybettiğini ima ederek davanın başka bir yere alınması talebi bu kararda reddedilmişti ama ertesi gün Karaoğlan itiraz edince davanın Bolu Ağır Ceza Mahkemesi’ne taşınması kararı çıktı.
Bolu’daki duruşmalar 15 Mayıs 1946’da başladı. Daha ilk duruşmada bazı şeylerin değişeceği belli olmuştu. Reşit’in akrabası Şefik tanık olarak dinlendi ve Reşit’in cinayet saatinde kendi evlerinde olduğunu söyledi. Haşmet Orbay’ın avukatı Feridun Söğütlügil tanığa “Bunu niye önceden söylemedin?” diye sorunca Şefik, “İki kez polise gittim söyledim fakat beni dinlemediler, mahkemede anlatırsın deyip başlarından savdılar. Mahkeme de beni dinlemedi” yanıtını verir.
İkinci tanık, Reşit’in kızkardeşi Şadiye’ydi. Şadiye, Ankara’daki savcı Kemal Bora’nın hem kendisini hem annesini nasıl tehdit ettiğini anlattı. İddiasına göre savcı Bora, Reşit’in annesi ve ablasını çağırmış, “Doktorla ilişkimiz vardı, Reşit doktoru o yüzden öldürdü” demelerini, böyle derlerse Reşit’in idamdan kurtulacağını söylemişti.
Mahkeme heyeti, Ankara Emniyeti İkinci Şube Müdürü Naci Uluer’den de cinayet gününü yeniden anlatmasını istedi. Uluer, öldürülen doktorun masasında Reşit adına yazılmış iki reçete bulduklarını, bu nedenle doktorla en son görüşen kişinin Reşit olduğunu anladıklarını söyledi. Katilin unuttuğu şapkanın “bobstil” bir şapka olduğunu, genç birinin giydiğini düşündüklerini ve bazı eğlence yerlerinin vestiyerlerinde yaptıkları araştırma sonucu şapkanın Reşit’e ait olduğunu anladıklarını da anlattı Uluer. Ancak, Reşit Mercan’ın avukatı Celal Yardımcı, Reşit adına yazılı reçetelerdeki el yazılarının farklı olduğunu söyleyerek itiraz etti. Doktora aylar önce muayene olan Reşit’e yazılı bir reçete vardı, ancak ikinci reçetenin olay günü suçu Reşit’e yıkmak için düzenlendiğinden şüphelenmekteydi. Uluer’in şapka meselesiyle ilgili söyledikleri de inandırıcı değildi avukata göre. Çünkü Uluer, 24 Ekim’de Ankara’da verdiği ifadede cinayet mahallinde bulunan şapkanın genç birine ait olduğunun anlaşıldığını, bu yüzden bilardo salonları, gazinolar, kahvehaneler, meyhaneler ve barları dolaşıp şapkanın sahibini aradıklarını, bir vestiyer görevlisinin şapkanın Haşmet’e ait olduğunu söylediğini aktarmıştı. Bunun üzerine Haşmet’in evine gittiklerini ve polisleri görünce “bariz bir heyecan gösteren” Haşmet’in şapkanın kendisine ait olduğunu kabul ettiğini ama bir hafta önce Reşit’e verdiğini söylediğini aktaran da Uluer’di. İki ifadesi arasındaki çelişkinin sorulduğu Uluer, aradan çok zaman geçtiği için bazı detayları unutmuş olabileceğini öne sürdü.
Ertesi gün devam edilen duruşmada hakim, olay yerinde bulunan şapkayı iki sanığın da denemesini istedi. Önce Reşit’in başında denenen şapka Reşit’in kulaklarına kadar inip komik bir görüntü oluşturunca izleyiciler gülmeye başladı. Reşit’in şapkayı takıyor olması imkansızdı. Şapka sonra Haşmet’te denendi ve tam oldu. Haşmet, “Zaten benim şapkam, tabii ki başıma olacak” dedi ve şapkayı cinayetten bir hafta önce Reşit’e verdiği iddiasını sürdürdü.
Bu duruşmadaki en önemli gelişme ise Anafartalar Karakolu Komiseri İhsan’ın, Reşit’in teslim olduktan sonra Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’la başbaşa görüştüğünü söylediği ifadesiydi. Bunun doğru olup olmadığının sorulduğu Reşit, Vali ile başbaşa görüştüğünü kabul etti ama ne konuştuklarını söylemedi. Hakimin ısrarı da sonuç vermedi ve Reşit korktuğu için ne konuştuklarını söyleyemeyeceğini açıkladı. Vali ile Reşit’in cinayetten sonra görüşmesinin ortaya çıkması dava üzerindeki şüpheleri iyice arttırmıştı. Reşit’in avukatının Tandoğan’ın dinlenmesi talebi ise kabul görmedi.
26 Haziran’da yapılan sonraki duruşmanın başında davanın seyrini tamamen değiştiren bir gelişme yaşandı. Cinayeti kendisinin değil Haşmet’in işlediğini ilk kez söyleyen Reşit Mercan, baskılar ve çeşitli vaatler nedeniyle suçu üstlenmek zorunda kaldığını anlatıyordu. Valiyle cinayetten sonra konuştuklarını yeniden söyleyen Reşit, konuşmanın içeriğini yine açıklamadı. Ancak mahkeme avukatların Vali Tandoğan’ın dinlenmesi talebini bu kez kabul etti.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir cinayet davası bu kadar ilgi görüyor ve gazeteler bu kadar geniş yer ayırıyordu. Reşit Mercan da çok geniş bir hayran kitlesi edinmişti. Cezaevinde evlenme teklifleri içeren mektuplar alan Reşit’i görmek isteyen çok sayıda genç kız duruşmaları takip etmekteydi. Bu arada, Türkiye genelindeki cezaevlerinde yatan mahkumlar Haşmet’in mahkum edilmesini istiyordu, çünkü genelkurmay başkanının oğlu mahkum olursa af çıkacağını düşünmekteydiler.
Tandoğan’ın dinlendiği 8 Temmuz’daki duruşmada salon yine tıklım tıklımdı. İfade veren Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın ilk sözleri, “Doktor Naci tanınmış bir adamdı. Üstelik Vilayet’in bir sağlık müessesesinin başında bulunuyordu. Bu zatın katilini görmek istememde bir gayrıtabiilik yoktur. Ankara’nın emniyet ve asayişi her zaman alakam ve dikkatim altındadır” oldu. Avukatların, “Siz her cinayet sanığı ile görüşür müsünüz?” sorusuna “Bu kadar önemli bir cinayet olduğu için görüştüm” yanıtı veren Tandoğan, Haşmet’in işlediği suçu Reşit’e yüklemeye çalıştığı iddiasını reddetti. Valiye göre cinayeti ilk günden itiraf eden Reşit gerçek katildir ve suçu yalan ve dedikodular yoluyla başkasının üstüne atmaya çalışmaktadır”.
Tandoğan’ın ifadesinden sonra dava Kasım ayına bırakıldı. Duruşmanın ertesi günü, 9 Temmuz’da Ankara’dan gelen haber ise herkesi şoke edecekti. İfade verdikten sonra hemen Ankara’ya dönen Vali Nevzat Tandoğan, ertesi sabah intihar etmiştir. Kamuoyunda, Tandoğan’ın Ankara Cinayeti’ndeki sorumluluğunun ortaya çıkması yüzünden intihar ettiği kanısı yaygındı.
Ankara’da dinlenmeyen çok sayıda yeni tanığın dinlendiği ve yeni delillerin incelendiği duruşmalardan sonra 16 Kasım 1946’da Bolu Ağır Ceza Mahkemesi yeni kararını açıkladı: Haşmet Orbay idama, Reşit Mercan 10 yıl hapse mahkum olmuştu. Ancak Yargıtay kararı yeniden bozdu. 4 Mart 1948’de Bolu’da başlayan üçüncü yargılama 13 Temmuz 1948’de bitti. Bu kez Haşmet Orbay 18 yıla, Reşit Mercan 9 yıla mahkum edilmişti. O yıllarda böyle bir cinayet işleyen birinin idam cezasından kurtulması tek kelimeyle “mucize”ydi. Ama vicdanlar hiç değilse cinayeti işleyen kişi belli olduğu için biraz da olsa rahatlamıştır.
Demokrat Parti iktidara geldikten iki ay sonra, 14 Temmuz 1950’de bir af yasası çıkarmıştı. Buna göre mahkumiyetlerinin üçte birini çekmiş olanların kalan cezası affedildi. Cezasının üçte birini tamamlayan Reşit, ertesi gün cezaevinden çıkarken “Yaşasın Demokrat Parti” diye bağırıyordu. Haşmet de bir buçuk yıl daha yatıp serbest bırakıldı.
Cinayetin sebebiyle ilgili ortaya çok sayıda iddia atıldı. Haşmet Orbay’ın doktordan para sızdırmaya çalıştığı ve cinayeti bunun için işlediği öne sürüldü. Mahkemede Haşmet’in ailesiyle arasının bozulduğu ve para sıkıntısı çektiğinin ortaya çıkması bu iddiayı güçlendirmişti. Öldürülen doktorun oğlu Ahmet Arzan ise seneler sonra babasının birçok büyükelçilik gibi Sovyetler Birliği Büyükelçiliği’nin de doktorluğunu yaptığını, bir gün elçilikte Haşmet Orbay’a rastladığını söyledi. Ahmet Arzan’a göre Haşmet Orbay, genelkurmay başkanı olan babasının ilişkileri sayesinde edindiği bazı belgeleri Sovyetler’e satıyor yani düpedüz casusluk yapıyordu. Doktorla elçilikte karşılaşınca casus olduğunun ortaya çıkmasından korkmuş, cinayeti bu yüzden işlemişti. Katil Haşmet Orbay ise 1986’da verdiği söyleşide MİT mensubu olduğunu söylemiş ve cinayetin bu göreviyle bağlantılı olduğunu ima etmişti. Başka çok sayıda iddia da ortaya atıldı ancak cinayetin nedeni hiçbir zaman ortaya çıkmadı.
TANDOĞAN’IN ÖLÜMÜ
Vali beyin tek kurşunla intiharı
Ankara Cinayeti davasının en önemli aşamalarından biri Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın ifade vermesi ve ertesi gün intihar etmesiydi. Ankara’nın kudretli valisinin intiharı herkesi şoke etmişti.
Ankara Cinayeti davası boyunca Tandoğan’ın adı gündemden hiç düşmedi. Sanıklardan, Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay’ın oğlu Haşmet Orbay hem kendi oğlu Haldun Tandoğan’ın yakın arkadaşı hem de yanında çalışan bir katipti. Dava süresince ortaya atılan iddialardan biri de Haşmet Orbay’ın döviz kaçakçısı olduğu ve önemli kişilerin yurtdışına döviz kaçırmasına yardımcı olduğuydu. Buna göre, Vali Tandoğan, Haşmet’ten çocuğunu ABD’ye tedaviye götürecek olan doktor Neşet Naci Arzan’a döviz bulması için yardım etmesini istemişti. Yani Haşmet’le öldürülen doktor arasında Tandoğan sayesinde kurulan bir ilişki vardı.
Bu iddialar nedeniyle çok yıpranan Tandoğan, mahkemede ifade vermek zorunda kalınca iyice zor duruma düştü. İfade verdiğinin ertesi günü, 9 Temmuz 1946’da konutunda kahvaltı yaptıktan sonra gazetelere göz gezdirdikten sonra eşinin yanından ayrılıp başına sıktığı bir kurşunla intihar etti. Gazetelere göre son olarak eşine Ankara Cinayeti davasında şahsı hakkında yapılan dedikodulara ne kadar üzüldüğünü anlatmıştı.
İsmet İnönü’ye yakınlığıyla bilinen ve başkentin en güçlü adamlarından biri olarak tanınan Nevzat Tandoğan, 1894’te İstanbul’da doğdu. Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra bir süre öğretmenlik, Adalar ile Üsküdar’da polis müdürlüğü yapmış, ardından Malatya Valisi olarak görevlendirilmişti. 1927’de Konya Milletvekili seçilen Tandoğan, CHP’nin parti müfettişlerinden biriydi aynı zamanda. 1929’da Ankara Valisi ve Belediye Başkanı oldu, asıl ününü de burada yaptı. Çankaya Köşkü ile Ulus arasındaki yol her gün sabunlu suyla temizleten Tandoğan, görüntüyü bozdukları gerekçesiyle bir dönem buraya köylü vatandaşların ve hamalların girmesini yasaklamıştı. Gece sokaklarda dolaşan sarhoşların bir kamyona doldurularak Ankara’nın 7-8 kilometre dışına bırakılması da Tandoğan döneminin uygulamalarındandı.
Ünlü yazar Refik Halit Karay, Ankara’da gazetecilik yaptığı dönemde Ankara Palas’ta verilen bir çocuk balosunu kaldırıma dizilen yoksul çocukların camdan merakla izlediklerini yazdığı için Tandoğan tarafından başkentten “sürülmüş”, İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştı. Bu karar elbette resmi bir sürgün kararı değildi ama Tandoğan’ın keyfi olarak böyle bir karar alacak gücü vardı.
Tarihe geçen, “Bu memlekete komünizm gerekirse onu da biz getiririz” sözlerinin de Tandoğan’a ait olduğu rivayet edilir.