6 Ocak’ta ABD Kongre Binası’nın, seçim sonuçlarını kabul etmeyen Trump yandaşlarınca işgal edilmesi, ülke tarihinde görülmemiş bir olay; “dünyanın jandarması” ABD’nin içeride ne kadar kırılgan olduğunun bir işareti ve İçsavaş gerilimlerinin halen aşılamadığının bir göstergesi olarak yorumlandı. Ülkenin içinde bulunduğu ortamdan çıkması içinse seçim sonuçlarına bel bağlamaktan fazlasını yapması gerekiyor. ABD’nin tersyüz olmuş kutupları ve işgale giden yolun analizi.
ABD, geçen yaz polisin siyah bir yurttaşı adeta insanlığa meydan okuyarak uluorta infaz etmesi üzerine büyük kitle gösterilerine sahne olduktan sonra 6 Ocak 2021’de bu kez aksi yönde bir meydan okumayla karşı karşıya kaldı. Başkan Trump’ın çağrısıyla Amerika’nın dört bucağından gelen gruplar, Kongre binasını işgal etti. “Ayaklanma”, “başkaldırı”, “darbe teşebbüsü”, “iç terörizm” diye nitelenen Kongre işgali, rejimin karakteri üzerinde yeni tartışmalara yol açtı. “Demokrasi ihracatçısı”, denge-denetim mekanizmalarının merkezi, “dünyanın jandarması” Amerika’nın bu kadar kırılgan durumda olması tüm dünyada büyük bir şaşkınlık yarattığı gibi ABD tarihi açısından da bir dönemeç olarak değerlendiriliyor.
Kongre’de kargaşa
Washington’da, Seçiciler Kurulu oylarının sayıldığı ve 3 Kasım 2020’deki başkanlık seçimlerinin sonuçlarının resmileştiği Kongre oturumu devam ederken Trump destekçileri “ilginç kıyafetleriyle” Kongre binasını bastılar.
ABD halen “dünyanın 1 numarası” olarak görülüyor. Fakat bunun arkasında aynı zamanda çok derin toplumsal eşitsizliklerin, kurumsallaşmış bir ırkçılığın, şiddetli bir cinsiyetçiliğin hüküm sürdüğü, sosyal güvenliğin bulunmadığı, fanatik mezheplerin, Nazi gruplarının ve silahlı çetelerin at oynattığı bir ülke. Şimdiye dek dünyanın farklı ülkelerinde desteklediği otoriter rejimleri ve diktatörlükleri de eklersek bu noktaya üç günde gelinmediği aşikar.
Trump’a maledilen Meksika sınırına duvar inşa etme projesine Clinton’ın başladığını unutmamak gerek. Trump gökten zembille inmedi; başkan seçilmesi bir kaza değil, derinlerdeki birtakım dinamiklerin ifadesiydi. Bu yüzden bazılarına şok edici gelen 2016 seçimini, bir kaza olarak değil, hegemonya krizi içinde bunalmış bir dünyada, neoliberal politikaların uygulanmasının giderek güçleştiği bir bağlamda okumak gerekir. Bu tür ortamlarda bireylerin siyasetteki özerkliği artar. Güçlü iktidar, ana eğilimdir. Dünyanın diğer önde gelen güçlerinde gözüken eğilim de budur.
2007-2008 krizi sırasında bankaların kurtarılması, “kitle imha silahları” palavrasını bahane ederek girişilen Irak Savaşı’nın tam bir fiyaskoyla sonuçlanması “izolasyonistlerin” elini güçlendirmişti. Geleneksel siyasal partiler sisteminin içine düştüğü kriz, solda “Occupy”, “Black Lives Matter”, Demokrat Parti içinde Bernie Sanders’ın temsil ettiği hareket, 21 Ocak yürüyüşü, kadın hareketi, asgari ücretin saatlik 15 dolara çıkarılması için protestolar gibi toplumsal hareketlerde ifadesini bulurken sağda da Tea Party (Çay Partisi) ve sonra Trump’ı öne çıkarmıştı.
Trump’ın destekçileri için cazibesi, ABD’yi dünyanın tek hegemonik gücü olarak konumlandırmak için ülkeyi büyük bir işletme gibi yönetmeye, “Hıristiyan-Yahudi kapitalizminin” kalesi haline getirmeye çalışmasıydı. Kişisel pozisyonu ve rakiplerine karşı hoyrat tutumu aslında iş hayatındaki tavrını siyasete taşımaktan ibaretti. Kültürsüz, hatta kültür düşmanı, ırkçı, cinsiyetçi, homofobik, İslamofobik, antisemit söylemler etrafında ABD’yi kendi suretine dönüştürmeye çalışıyordu.
Bugün 1980’lerde kapitalist dünyanın çehresini değiştiren krizden daha derin bir krizle karşı karşıyayız. 2. Dünya Savaşı sonrası hegemonya mücadelesindeki dizilişinden oldukça farklı gerilimler de buna dahil edildiğinde dönemeç hayli keskin olabilir.
Seçime doğru
Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesinin sonucu olarak ABD imalat sanayindeki istihdam kaybının 2,4 milyona ulaştığı biliniyor. 2016’da Trump’ın Michigan, Wisconsin ve Pennsylvania gibi sanayi kentlerindeki mutlak zaferinin ardından Çin’le gelişen ticaretin istihdam üzerindeki etkisine dair araştırmalar var. Küreselleşme ve sanayisizleşme ile hayatları altüst olan toplumsal kesimler, Cumhuriyetçilerin geleneksel tabanının yanısıra Trumpizm’in de toplumsal temelini oluşturuyor.
Bu kitlenin ortaya çıkmasında Demokratların uyguladığı politikaların da payı var. Daha önce Obama, işlerini kaybeden bu kesimin dertlerine derman olamadı. Hazine Bakanlığı’na Wall Street’e yakın Timothy Geithner’ı getirmesi bunun bir örneği. 2008 krizi sırasında sorumlu bankacıların peşine düşeceğine milyonlarca insanın emekliliklerini ve konutlarını kaybetmesine yolvermesi de başka bir örnekti.
Geleneksel olarak “emekçiler partisi” olarak nitelenen Demokratlar uzun zamandan beri özellikle beyaz emekçiler arasında zemin kaybediyordu. Diplomasız beyazlar arasında Biden’ın aldığı %32’lik oy, Trump tarafından katlanmıştı. Evanjelistler arasında %76 olması doğal karşılanabilir belki, ama kırsal kesimlerde de Trump’ın oy oranı %57’ydi. Sendikalıların %40’ı da Trump’a oy verdi. Ülkenin en yoksul kesimlerinde Trump kazanırken en zengin kesimlerinde Demokratlar öndeydi.
2020 Şubat’ına gelindiğinde ABD’de işsizlik %3,5 ile en düşük seviyesindeydi. Enflasyon ancak %2,3’tü ve son üç çeyrekte yıllık millî gelir %2,4 artmıştı. Muhafazakar örgütlerin tam desteği sürerken, Trump’ı başarıya götüren göçmenlere karşı düşmanlık, ırkçı öfke, çokuluslu şirketlerin lehine olan küreselleşmeye karşı hınç gibi temalar da etkisini sürdürüyordu. Bu şartlarda Trump’ın ikinci kez seçileceğine kesin gözüyle bakılıyordu.
Covid-19 ve yarattığı ekonomik tahribat gibi tersyüz gelişmeler, işsizliği 1930 buhranından bu yana en yüksek seviyeye, %14,7 gibi yüksek bir orana çıkararak Trump’ı tökezletse de buna rağmen 73,7 milyon oyla tüm zamanların en yüksek oyla kaybeden ABD Başkan adayı oldu. Pandemi vesilesiyle sürü bağışıklığını tercih eden Trump en güçlünün yaşama hakkını öne çıkaran sosyal Darwinizm’inin kurbanı oldu. Columbia Üniversitesi’nin Ekim 2020’de yaptığı bir araştırmaya göre pandemiye karşı ciddi önlemler alınsaydı sonuç %60 oranında değişebilirdi.
Bir terslik var
Biden yalnızca siyaseten kutuplaşmış bir ülkeye başkan olmadı; Covid-19’un toplumsal yarılmaları alabildiğine derinleştirdiği bir tablo da var önünde. Çalışma Bakanı’na göre tarihin en büyük eşitsizliğini yaratan ekonomik krizinlerinden birinden geçiyor ABD. Evden internet üzerine çalışmak, diplomalıları nispeten korusa da en alt kesimlerde durum vahim. En elverişsiz konumda çalışanlar arasında yayılan işsizlik, yüksek ücretlilere göre 8 kat daha fazla. En yukardaki işlerse tam tersine bir patlama yaşıyor. Mart’tan Ekim’e 643 milyarderin serveti 931 milyar dolar arttı. Bir garabet de milyarderlerin (Amazon’un patronu dahil) önünü açanın Trump olmasına rağmen “seçkinler”in Biden’a destek vermesi. Biden, onun döneminde çıkarlarının korunacağı inancında olan Wall Street, Silikon Vadisi, Hollywood gibi kesimlerin desteğini aldı.
Alman Der Spiegel, Haziran 2020 kapağıyla Kongre işgalini önceden görmüş.
Biden, Trump’ı tarih sahnesine çıkaran, kendisinin de dahil olduğu uygulamaları sürdürdüğü takdirde bir iyileşme görülmesi mümkün değil. Bunun için siyasi hayatı boyunca benimsediği “temkinli merkezci” rolünden vazgeçmesi gerekiyor. Örneğin pandemi süresince zenginleşenlere 2. Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi bir vergilendirme getirebilecek mi? 2009’da Obama’nın yaptığı gibi krizden etkilenen büyük işletmelere yöneleceğine krizden gerçekten etkilenen “dar gelirlilere” yönelik politikalar geliştirebilecek mi?
Bu konulara el atmadığı takdirde, toplumsal sınıflarla siyasal tercihler arasındaki bu tersleme, Trump olmadan da Trump’ın zihniyetinin toplumsal zeminini koruyacağına işaret ediyor. Yani en yoksulların sorunları çözülmedikçe bu kesim, göçmenleri, siyahları, yabancıları, “seçkinleri” günah keçisi olarak görerek, kendi çözümsüz sorunlarının nedeni olarak onları hedef almaya devam edecek ve aşırı sağın nüfuz alanında kalacak. Malzemenin Trump’tan daha tehlikeli siyasi eğilimlere elverişli olduğu da söylenebilir.
Öteki Amerika
Seçim sonuçlarına 60 civarında itiraz başvurusu yapıldı. Cumhuriyetçi Parti yönetimi tarafından da desteklenen bu itirazlar, Cumhuriyetçi valilerin görevde olduğu eyaletlerde bile reddedilmesine rağmen Cumhuriyetçi seçmenin %70’i halen seçimin “üç kağıt” olduğuna inanıyor. Trump kaybetme ihtimaline baştan hazırlıklı olduğu için propagandasını bu yönde yürüttü. Kademe kademe gidişata çomak sokmaya çalıştı. Sonunda faşist Proud Boys’un (Gururlu Oğlanlar) da dahil olduğu beyaz üstünlükçüleri, milliyetçi taraftarlarını “millî görev”e çağırdı. Kongre binasına girdiklerinde birinin gömleğinde “Camp Auschwitz” yazıyor; diğeri faşistlere özgü mitolojik aksesuarla sahne alıyor; bir diğeri açıkça polise saldırıyordu. Amerikan İçsavaşı’nın bitmediğini ihsas eden, 19. yüzyılın köleci devletinin bayraklarının dalgalanması da bu tabloyu tamamlıyordu.
Aslında 1861-1865 İçsavaşı’ndan sonra ırkçılık kağıt üzerinde yenilgiye uğratılmışsa da ülkenin egemenleri, Ku Klux Klan bayrağı altında cinayetlerin (en az 250 bin), işkencelerin sürmesini dert etmemişlerdi. Yakın zamana dek siyahların en temel haklarının bile hayata geçirilemediği ülkede Henry Ford’un meşhur Hitler hayranlığı gibi eğilimler, her zaman en pespaye aşırı sağ düzenin ayrılmaz bir parçası olmuştu. Herkesin eşit olduğundan dem vuran Thomas Jefferson, George Washington gibi kurucular bile köle sahibiydi.
Toplumsal adalet ve ırkçılığa karşı eylem yapanların katledilmesi, ırkçılığın tarih boyunca cezasız kaldığı Amerika’da artık “yeni normal”. Afro-Amerikalılara, Latinlere, Müslümanlara ve kendilerinden olmayan diğer tüm ötekilere karşı korku ve nefretle dolmuş bu güruh, kendini ülkenin bekasının güvencesi olarak görüyor. Eğer kurumsallaşmış olduğu söylenen bu halet-i ruhiyenin ötesinde iliklere işlemiş ırkçılık olmasaydı, polislerle “selfie” çekilecek kadar bir hısımlık kurulabilir miydi? Aksini düşünenler ırkçılığa karşı eylem yapmak üzere Kongre binasına girenler “Siyah Hayatları Değerlidir” hareketinin mensubu olsaydı ne olurdu diye kendilerine sorabilirler. Fazla düşünmeye gerek yok; geçtiğimiz yıl Washington D.C.’de “Black Lives Matter” hareketinin, asker ve polislerden oluşan bir orduyla karşılandıklarını hatırlamak yeterli. BLM göstericilerine karşı silah kullananlara karşı gösterilen hoşgörü, Uluslararası Af Örgütü’nün 26 Mayıs-5 Haziran 2020 arasında kaydettiği 125 polis şiddeti eyleminde de kaydedilmiş. Oysa bu kez, bazı polisler engelleri kaldırarak göstericileri adeta güvenlikli bölgeye elleriyle davet etti. Ordu ve polisin pasifliği silahlı göstericiler etrafı tahrip edip vandalizm örnekleri sergilerken de binayı ellerini kollarını sallayarak terk ederken de sürdü. Amerikan demokrasisinin mihenk taşı olarak gösterilen denge ve denetim mekanizmalarının Trump tarafından nasıl ihlal edilebildiğinin bir başka göstergesi…
İşgalden sonra?
Aşırı sağ, olayın ardından hükümete karşı büyük ölçekli bir saldırı gerçekleştirmenin özgüvenini kazandı. Artık onların kahramanları ve şehitleri var. Bu bir hükümet darbesi olmasa da 10 binlerce insanı seferber edebileceklerini gösterdiler. Olaya karşı tepkilerin Cumhuriyetçi saflarda da yayılması üzerine vandalizmin sorumlusu olarak “antifa” diye anılan faşizme karşı gruplara yüklenmekten de çekinmediler. Türkiye’deki kimi yorumcular da bu iddiayı kullandı. Ne de olsa seçim arifesinde resmî beklenti Trump’ın kazanmasıydı. Missouri Senatörü Josh Hawley, Kongre’nin işgalinden söz edildiğinde hemen lafı çevirdi: “Şiddetten bahsediyorsak bu ülkenin geçen yılki halini hatırlayın” derken işaret ettiği “Black Lives Matter” hareketiydi. Trump yanlıları kendi eylemlerine sahip çıkmaktan kaçınırken Trump da onları yüzüstü bıraktı.
Kongre binasının işgali dünyanın dört bucağında farklı şekillerde yorumlandı. Örneğin kitle görünce hepsini bir torbaya sokanlar, Fransa’daki “Sarı Yelekliler” hareketi ile Kongre işgali arasında paralellik kurdular. Evet, onlar da sokağa çıkmışlardı ancak açık bir toplumsal talepler manzumesine sahiplerdi. Sokağa çıkmalarının önemli bir nedeni kurumsal siyaset içinde seslerinin duyulmamasıydı. Oysa Trump yanlıları iktidarı tapulu malları olarak görüyor ve toplumsal sorunları ayrımcı, ırkçı bir bakış açısıyla sisteme değil, beyaz üstünlükçü olmayanlara mal ediyorlar. İş, ekmek, hürriyet istemiyorlar. Kölecilikten kalma avantajlarını hatırlatırcasına memleketin tapusu kendi üstlerinde kalsın istiyorlar. Karşı oldukları işsizlik ve yolsuzluk olsaydı diğer işsizler ve yoksullarla birlikte olmaları lazımken, onlar gerekirse cinayet işleme pahasına siyahlara, eşcinsellere, Müslümanlara, Latinlere saldırıyorlar. Sarı Yelekliler ise kesin olarak toplumsal adalet talep ediyorlardı ve son günlerde yeniden görüldüğü üzere göçmenlerin haklarını da savunuyorlardı.
FBI müdürü ABD’ye karşı en büyük terörist şiddet tehdidi olarak ırkçı aşırı sağı gösterirken, polisin Şubat 2019’da olduğu gibi faşist Proud Boys ile işbirliği içinde hareket ettiği bilinirken, akademik çalışmalardan gazete sütunlarına “faşizm”, “proto-faşizm” gibi tabirler giderek daha fazla kullanılırken bir seçimle “normal”e dönüleceğine kimse inanmıyor. Ülkede şu anda New York Times okuyanların %91’i kendisine demokrat, Fox News’u tercih edenlerin %93’ü cumhuriyetçi diye nitelendiriyor. Biden bu kutuplaşmayı azaltmak amacıyla bir ulusal birlik çağrısında bulunuyor, ancak bunun için iki yayın organının ortalamasını almak yetmeyecektir.
Biden, “Biz, Amerika’yız” derken hoşgörü, saygı, haysiyet gibi değerlerden söz ediyor, ama tarihin, kızılderili soykırımı, kölelik, ırkçılık, Vietnam Savaşı gibi pek de haysiyetli sayılmayacak bir dizi olayı da Amerika’nın künyesine yazmak gibi bir kötü huyu var.