Osmanlı ve Cumhuriyet devri belgelerini bünyesinde barındıran Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Mayıs ayında internet üzerinden belge satışına başladı. Arşivini yüzyıllardır büyük bir kıskançlıkla saklayan devlet, uzun bir sürecin sonunda tasnif çalışmalarını hızlandırarak milyonlarca belgeyi araştırmacılara açmış, bunları internet ortamında da hizmete sunarak şeffaflık yolunda en büyük adımlardan birini atmıştır.
Sümerlerin M.Ö. 3200’lerde çivi yazısını icat edip, sonradan Fenikelilerin harfleri geliştirmesiyle, bilginin ana aktarım materyali yazılı metinler olmuştur. Yazıyı sabitlemek için, kil tabletlerle başlayıp, parşömen, deri ve kâğıtla devam eden süreçte üretilen malzeme saklanırdı. Saklanan malzeme ister ticari, isterse dinî olsun, herkesin kullanımına açık tutulmayan, erişim engelli yasak metinlerdi.
Sümerlerin toplum düzeninde tapınaklar ve din adamları merkezde yer alırdı. Okuyup yazma bilenler de din adamı olduklarından üretilen metinlerin saklandıkları yerler de (ilk arşivler diyebileceğimiz) tapınaklar olmuştur. Yazılı metinler tapınakların en zor girilen, bazen sadece din adamlarına, bazen belirli klanlara açık tutulan mekânlarında gizlendi.
Semavi dinlerin ortaya çıkışı da anlayış farklılığına yol açmadı. Hz. Musa’ya indirilen On Emir tabletleri Kudüs’teki Süleyman Mabedi’nin (Bet- Ha-Mikdaş) içinde bulunan, sadece büyük kâhinin (Kohen Gadol) girebildiği kutsal bölümde saklanırdı. İslâmiyet ile gelen Kuran-ı Kerim, Hz. Muhammed devrinde kitaplaştırılmadığı halde, “Ona, ancak tertemiz olanlar dokunabilir.- Vakıa Suresi, 79. ayet” hükmüyle, günümüzde de abdesti olmayanların el sürmesinin yasaklandığı bir metindir.
İnsanlığın gelişimine paralel olarak teşekkül eden devlet ve toplum düzenlerinde, devlet ve bireyler tarafından üretilen yazılı metinlerin denetimi, korunması, kullanılması da kurallara bağlı olmuştur. Çoğunlukla sakıncalı kitaplar imha edilir, bazen yasaklanır ama yine de saklanır. Umberto Eco’nun Gülün Adı romanındaki manastırda olduğu gibi her yere girilebilir ama kütüphane için çeşitli engeller konulur. İzinsiz sızmalara önlem olarak kitaplara zehir bile sürülür.
Devletler de kendi evrakını kıskançlıkla saklar. Osmanlılar buralara “hazine” sıfatını yakıştırarak “Evrak Hazinesi” adını vermişlerdir. Nasıl ki altın, gümüş ve mücevher dolu bir hazineye izinsiz ve yetkisiz kişilerin girmesi imkânsızsa, girmeye teşebbüs şiddetle cezalandırılırsa, evrak hazinesi için de aynı yaklaşım geliştirilmiştir. Devletin vatandaşla veya diğer devletlerle olan hukuki ilişkilerine yönelik evrak ve defterler özenle korunur, zayi olmasına fırsat verilmezdi. Yangın, rutubet, tabii afetlerle tahrip olanları yanında savaşta kaybedildikleri de olurdu. Sadrazamlar ordunun başında savaşa gittiklerinde, Divan-ı Hümayun üyeleri de birlikte gittiğinden savaş meydanında gerekli olan defterler de götürülür, bazen bozguna uğrayan ordunun yanısıra defter hazinesi de zarara uğrardı. Viyana’da kalan 1675 yılına ait bir “şikâyet defteri”, H.G. Majer tarafından 1984’te yayınlanmıştır.
Osmanlılar, ilk devirlerinde edebiyatın bir şubesi olarak gördükleri tarih yazımında belgeden ziyade anlatım özelliklerine önem verirler, haliyle vesikaya fazla ihtiyaç hissetmezlerdi. Zaten isteseler de yazacak belgeyi nereden bulacaklardı? O zamanlar araştırma maksadıyla arşivlere girmek akıl alır şey değildi. Zamanla bu zihniyet aşılarak belge neşrine önem verildi. Yine de bu belgeler bir tarih kitabından ziyade, mektup, tahrirat, name-i hümayun örnekleri olarak değerlendirebileceğimiz Münşeat Mecmuası adı verilen derlemelerde yayınlanıyordu.
1700’lerin başında o devrin Maliye Bakanlığı olan “Defterdarlık” kurumunun bir bürosu olan Mevkufat Kalemi şefi Süleyman Efendi, Vakıat-ı Ruzmerre adlı eserinde bol bol vesika kullanmıştır. Tarih yazımında devrim olarak nitelenebilecek bir anlayışla kaleme alınan bu “günlük tarih” kitabı vakanüvislere örnek olmasa da, resmî belge kullanmaya yönelik erken örneklerdendir.
Osmanlılar resmî tarih yazımında kullandıkları görevliye “vakanüvis” derlerdi. II. Bâyezid’in ulemadan İdris-i Bitlisi ve Kemalpaşazade’yi tarih yazmakla görevlendirmesinden itibaren, resmî tarih yazıcılığı teşkilatlandırıldı. İlk devirlerdekilere “şehnameci”, “vekayinüvis” gibi farklı isimler verildi. Naima’dan itibaren Divan-ı Hümayun kalemlerine bağlı bir müessese haline geldi.
Devletin esrarına vakıf bu görevlilere yine de sınırlı ve korumacı bir anlayışla belge verilir, adeta neleri yazması gerektiği emredilirdi. Hazine-i Evrak’a girip çalışabilmeleri mümkün değildi. Devlet erkânından bilgi toplamaları da hoş karşılanmaz, müracaatları yüz geri edilirdi. 19. yüzyıl vakanüvislerinden Ahmed Lütfi Efendi bu durumu yana yakıla anlatırken “günün olaylarını kaydetmek görevi, vezir muadili ilmiye sadareti rütbesi olduğu halde, bilgi almak için kapısını aşındırdığı devlet adamlarının başlarından savdığı bir ortamda, gazetelerden edindiği malumatla, arşivden verilen belgelerle resmî tarihçinin elinden ancak bu gelir” demektedir.
Fransız Akademisi’ni örnek alarak kurulan bilim kurulu Encümen-i Daniş kararıyla görevlendirilen Ahmed Cevdet Efendi (Paşa), Tarih’ini yazarken arşivden faydalanmıştır. Hammer’in de eserini kaleme alırken arşiv belgeleri kullandığı biliniyor. Herhalde ikili ilişkilerdeki mahareti etkili olmuştur.
Aslında Topkapı Sarayı’ndaki arşiv ve kütüphane Avrupa’da çok önemseniyor, araştırma izni alabilmek için müracaat üstüne müracaat ediliyordu. 1806-1808 arasında Fransa’nın İstanbul büyükelçisi olan Sebastiani, Napolyon’un ününü duyduğu saray kütüphanesinde din ve devlet işlerine ait evrak hariç, tarih ve çeşitli ilim dallarında, Yunan ve Latin yazısıyla mevcut kitap ve belgelerin kopyalarını çıkarmak için izin istemiştir.
1855 yılında Fransa’nın Kıbrıs-Larnaka konsolosu Topkapı Sarayı’ndaki Tahrir Defterleri üzerinde araştırma yapmak için izin talebi mektubu gönderir. Bu tarihlerde Avrupa’nın bilim ve kültür çevreleri için Osmanlı arşiv ve kütüphaneleri, girmek istenilen yerlerin en başında geliyordu. Sultan Aziz ve II. Abdülhamid, bazı nadir eserleri diplomatik ilişkiler çerçevesinde krallara ve kurumlara hediye ederek bir anlamda bu isteğe toleranslı bir yaklaşım sergiliyorlardı.
Osmanlı bilimadamlarının Avrupa’daki bilimsel kongrelere katılımları arttıkça, Avrupa akademik çevrelerinin arşivlerde doğrudan araştırma yapma istekleri de çoğaldı. II. Abdülhamid zamanında Osmanlı-Romen ilişkilerinin Mühimme Defteri kayıtlarının fotoğrafları çekilerek Romanya hükümetine gönderildi. Saray fotoğrafçılarının eserlerinden derlenen yüzlerce fotoğraf İngiltere ve ABD’ye hediye edildi.
İlk araştırma izni
Macaristan kültür ortamlarında gelişen “Turan Ülküsü” ve Türklerle olan köken birliği çalışmaları için başta gelen mekân Topkapı Sarayı Arşivi idi. Ünlü Macar Türkolog Vambery (izin tarihi 27 Eylül 1890) ilk araştırma izni alanlardandır. Macar Imre Karacson (29 Haziran 1908), Rus Şark Enstitüsü müdürü Osinski (6 Kasım 1910), Stockholm müze memuru Dr. Marten (18 Kasım 1910) gibi biliminsanlarına verilen izinlerle de yeni kurulan Tarih-i Osmanî Encümeni (TOE) ve Darülfünun-ı Osmanî mensupları arasında kültürel alışveriş cereyan etmiştir. Şarkiyatçılar gitgide İstanbul’u mekân tutmaya başlamışlardı.
Bu sıralarda TOE resmî bir kurum mahiyetinde ve mensupları da üst düzey bürokratlar olduğundan araştırma yapabiliyor, arşivden istediği evrak ve defterleri alabiliyorken; sivil Osmanlı tarihçilerine izin verme hususuna henüz sıcak bakılmıyordu. 1. Dünya ve İstiklal Harbi sıralarında da arşivcilik ve araştırmacılık hiç durmadan devam etti. Tasnif yanında tetkikler de yapılıyordu. İstanbul işgal altındayken dahi faaliyetler durdurulmadı.
Cumhuriyet devrine geldiğimizde devlet farklı bir bünyeye sahip olmuştu ama, arşivcilik telakkileri hiç değişmedi. Arşivler yine kapalıydı; evrak ve defterler kıskanç bir şekilde korunurdu. Buna rağmen Ankara’dan incelenmek üzere istenilen 1862 tarihli Osmanlı-Hollanda Muahedesi bir sandığa konularak taahhütlü posta ile gönderilip aynı yolla arşive iade edilebiliyordu. (Cumhuriyet arşivi, 30.10.18.104.1)
Cumhuriyetin ilk yıllarında araştırma izni zorlukla çıkıyordu. Bulgar araştırmacı Panço Doref’e verilen izin örneğinde olduğu gibi, Atatürk’ün imzasının da olduğu Bakanlar Kurulu kararı gerekliydi. Yabancı araştırmacılar ancak 90’lı yıllarda Bakanlar Kurulu kararından kurtulabileceklerdir. En basit müracaatta altı ay beklerlerdi.
1933’te İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasından sonra Tarih Bölümü öğrencileri, öğretim üyeleri, bizzat rektörlüğün Başvekâlet Müsteşarlığına yazdıkları izin talebinin kabul edilmesiyle arşive alınabiliyorlardı. Bu durumda da günlük inceleyebildikleri belge miktarı çok sınırlıydı. Suraia Faroqhi’nin hocası Ö. L. Barkan’dan aktardığına göre, o yıllarda günlük sadece 1 defter veya belge talep edebiliyorlarmış. Sonraki yıllarda da bu sınırlamalar devam etti.
Fotokopinin yaygınlaşmasıyla rahatlanacağı sanılıyordu ama 80’lere kadar tüm araştırma boyunca sadece 100 adet fotokopi alınabiliyordu. Araştırmacı, çalışmasında kullanacağı geri kalan metinleri muhakkak arşivde önündeki orijinal defter veya belgeden istinsah etmek (kopya) zorundaydı.
1990’da yayımlanan Osmanlı Arşivi bülteninde 1921-1960 arasında araştırmacılara verilen izinler listelenmiştir. Bu liste incelendiğinde görülüyor ki 40 yılda yerli-yabancı toplam 423 kişi veya kuruma 536 konuda araştırma izni verilmiştir. Üstelik yabancılar sadece 84 konuda izin alabilmişlerdi. Günümüzde sadece 1 ayda, geçmiş kırk yılın araştırmacı sayısı toplamına ulaşılmaktadır.
Tarihe karışan uygulamalar
1987’de Ermeni tezlerine cevap vermek umuduyla yeniden yapılanmaya gidilen arşivde başlayan çalışmalar, bugün otuz yıl sonra muhteşem bir geri dönüşe sahne olmaktadır. Matbu katalogların günlerce taranmak zorunda kalındığı, tespit edilen belgelerin tedariki için günlük talep kotası yüzünden günlerce beklenildiği zamanlar artık tarihe karışmış ve tarihçilerin inceleme alanına girmiştir.
Bugün Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, ülkemizin dijital veri açısından en zengin kapasiteli kurumudur. Hangi konu olursa olsun milyonlarca dijital görüntüden talep edilen binlerce belge, artık sadece bir DVD’ye kayıt süresi kadar beklemeye sebep olmaktadır. Eskiyle mukayese kabul etmez bu durum, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün İstanbul’daki Osmanlı Arşivi, Ankara’daki Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlıklarında bulunan evrakın dijitalize edilenlerini internet üzerinden ücreti mukabilinde erişime açmasıyla bambaşka bir döneme girmiştir.
Tahrip olan tarih nasıl kurtarılmıştı?
Tanzimat öncesi evrakın büyük kısmı, Topkapı Sarayı Kubbealtı yanındaki mahzende saklıydı. Sadece saçak altındaki dar bir alanda kepenkli pencereleri olan, her tarafı kapalı, kalın taş duvarlı sağlam bir binaydı. Ancak saray teşkilatı 1856’da Dolmabahçe’ye taşındıktan sonraki yıllarda, ilgisizlikten binanın kubbe kurşunları zamanla tahrip olunca çatıdan sızan sularla buradaki evrakın yarısı tahrip oldu. Kalanları Vakanüvis Abdurrahman Şeref Efendi ve Tarih-i Osmânî Encümeni tarafından Hazine-i Evrak’a getirildi. Farklı zamanlarda başlarında bulunan Ali Emiri, Musa Efendi, İbnülemin, Muallim Cevdet adlarıyla anılan komisyonlar tarafından tasnif edilen evrak bunlardır. Tahrip olan evrakın büyük kısmı araştırmaya açılmış, az miktar belgenin tasnifi sürmektedir.