İslâmiyet’i kabul etmemiş Türk ve Moğol halkları üzerine yazan Lev Gumilev, mesaisini tarihe bütünsel bakmaya ayırmıştır. Çok kendine özgü bir seyir izleyen Gumilev’in sezgisel tarih yazıcılığında sözlü gelenek, yazılı kaynaklar kadar önemlidir.
Türklerin tarihiyle ilgilenen gençlerden gelen sorular bu alana ilgi olduğunu, ama onların konuya ne şekilde yaklaşacakları çerçevesinde yönlendirilmeye ihtiyaç duyduklarını gösteriyor. Geniş bir coğrafyada varlık göstermiş olan Türklerin tarihini çalışmak için, işe bu coğrafyanın kaynak dillerini öğrenmekle başlanabilir.
Türklerin tarihi mekansal olarak geniş, zamansal olarak da uzun olduğu için, bu halkların tarihini duygusal değil de kavramsal bir çerçevede anlamak gerekir. Kavramsal düşünmeye ise sosyoloji, antropoloji, siyaset bilimi gibi sosyal bilim dalları yardımcı olur.
Aslında Türk ve Moğol halkları ile devletlerinin tarihi ile ilgili çalışmalar, daha çok uzmanların bildiği kaynak dilleri ile şekillenmiştir. Farsça veya Çince bilen bilginler, tarihin farklı dönemleri ve farklı yönleri ile ilgilenmişlerdir. Örneğin Lev Gumilev bu sınırlamaya istisna teşkil eden nadir tarihçilerden biridir. Kendisi Türkiye’deki aydın çevrelerde pek bilinmez, belki de ancak oğlu olması dolayısıyla Rus şairesi Anna Akhmatova ile ilişkilendirebilir. Gumilev mesaisini tarihe bir bütün olarak bakmaya hasretmiştir.
Gumilev her ne kadar İslâmiyet’i kabul etmemiş Türk ve Moğol halkları üzerine yazmışsa da, ileri sürdüğü fikirler bu toplumların yapılarının ve geleneklerinin belkemiğini oluşturan öğeler üzerine odaklandığı için çok geniş kapsamlıdır. İç Asya kavimlerinin tarihe bakışları konusunda bize söyledikleri bu alandaki tarihsel kaynakları kapsadığı gibi, 18. yüzyıldan beri yapılmakta olan çalışmalar ile ilgili olarak bizi düşündürmektedir. Hatta eserlerinde ileri sürdüğü fikirler günümüzü de anlamaya sevk eder bizi.
Daha çok geçiş ve değişim dönemleri üzerinde durmuş olan Gumilev’in tarih yazıcılığı, çok kendine özgü bir seyir arz eder. Bu toplumları iyi tanıyan Gumilev, “sezgisel” tarih anlayışı ile hareket ettiğini söyler. Bu bağlamda 1979’da İngilizceye Searches for an Imaginary Kingdom adıyla çevrilmiş olan eserinde ez cümle şunları söyler: “Konar göçerlerin anlatıları başlıca iki türdü: kahramanlık hikayeleri ve cin ve peri masalları. Bu iki tür de bizim anladığımız anlamdaki edebiyattan çok mitolojiye yakındı. Konar göçerler olayları ve gerçekleri “algıladıkları gibi ve duygularını katarak” anlatıyorlardı. Kısacası bizim için edebiyat ne ise, onlar için de mitoloji o idi.
Yani Gumilev tarih anlayışından söz ederken, bize İç Asya kavimleri için gerçekleri nasıl algıladıkları ve bu konuda ne hissettiklerini bildiren ve bazen de mitolojik mahiyette olan sözlü edebiyatın önemli bir kaynak olduğunu söylemektedir. Onun görüşüne göre tarih salt yazılı kaynaklar ve orada yazılanlar değildir; o bu konuda, “Bu halklar, tarihi de geçmişi de bizden farklı olarak algılıyorlardı. Onlar için tarih bir soy ağacı idi. Tarih bir olay veya kurum değil, şimdi artık ölü olan ‘ataları’ idi. Böyle bir yaklaşım Avrupalılara ne kadar uzak gelse de, zamanın akışının hesabını tutmak için en az diğer sayım sistemleri kadar geçerlidir” demektedir.
Halbuki biz bugün “tarih” anlayışımızda, sözlü gelenek ile tarihi ayırıyoruz. İç Asya tarihindeki topluluklar, ister boy ister sülâle veya devlet şeklinde ömür sürmüş olsunlar, kendi tarihlerini devlet hizmetindeki tarihçiler yoluyla değil, destanlar, deyimler ve geleneklerle anlatmışlardır. Nitekim bir Kırgız atasözü de
“Saltı cok kişinin
Köristeni bolbayt”
yani “geleneği olmayanın mezarı olmaz” demekte ve gelenekler konusunda tarihin içinden yanıt vermektedir.
Gumilev’in İç Asya tarihine bütüncül bakışında öne çıkan hususlar, algılama, duygusal yaklaşım ve onların atalarıdır. Gumilev her ne kadar İslâmiyet öncesi Türklerle ilgili yazmışsa da, öne çıkardığı bu hususlar acaba bize neden yabancı gelmemektedir? Herhalde bu saptamada önemli olan göçebelik değil de duygusallıktır. Kişiler ve onların atalarının bu kadar ön planda olduğu bir tarih ve toplum anlayışında, duygusallığın yeri böylece ortaya çıkmaktadır. Kurumlar ataların yerini tutmaz ki… Ancak onlarla ilişkilendirilebilir.