0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Barikattan bulvara devlet estetiği ve ‘çılgın projeler’

Haussmann, III. Napoléon’un emriyle Paris’i yeniden inşa etti. III. Reich, buyurgan kent şemasını Berlin’e uyarladı. 1956’dan sonra İstanbul’daki Menderes-Gökay operasyonları, şehrin dokusunu tamamen değiştirdi.

Barikat sözcüğünün dilimize yerleşmesini anlayabiliyorum da, sosyalist bir şairin onu soyadı seçecek ölçüde yerlileşmesi sevimli görünmüyor bana. III. Napoléon’un Haussmann’ı göreve getirme gerekçelerinin başında, 1848 Devrim girişiminde dar Paris sokaklarına kurulan barikatların payından sıkça sözedilir; bir payı olmuştur, ama “operasyon”un tek nedeni olarak onların yarattığı sorunu görmek karşıtarafı küçümsemek anlamına gelir. 

Benjamin’in çözümlemeleri, bir uçta Brecht’i, öteki uçta Adorno-Horkheimer ikilisini yer yer düşkırıklığına uğratmış olsa bile, hızını marksist perspektiften alır: Yeni kapitalist düzenin mal dolaşımı politikası, üretim ilişkileri, hisse senetlerinin önem kazanması türünden ana odakları seçerek, cançekişme sürecini kateden imparatorluklarda yüksek burjuvazinin servet değerlendirme çabalarını okumaya yönelir. Fourier’nin, Marx ve Engels’in temel kaynakları arasında yer tuttuğunu görüyoruz. 

Haussmann, şehri ülkenin ve kıtanın dörtbir yanına bağlayacak yeni garlardan hareket ederek geniş bulvarlar açarken, ürbanistik denklemleri tersyüz eder: Yalnızca yeni konut parametreleri, geniş ve havadar yeşil alanlar ve parklar, alışveriş merkezleri (“pasajlar”) öngörmekle kalmadığı, şehirlinin yaşam pratiğini sağlıklı düzene oturtmak amacıyla yeraltına neredeyse ikinci bir şehir kurduğuna tanık oluyoruz. Sébastopol Bulvarı yukarıdan aşağıya, Saint-Germain Bulvarı yanlamasına katedecektir şehri, Etoile-Concorde- République-Bastille gibi bugün de kan dolaşımının merkezini oluşturan meydanlardan merkezkaç kuvvetiyle dağılacaktır yeni sokaklar. 

Albert Speer’in Yeni Alman Mimarîsi propaganda kitabına yazdığı tüyler ürpertici giriş yazısı, ona eşlik eden fotoğraf ve maketler, 1941 Almanyası’nda Führer’in paranoyak kalkışımlarını belgelemekle kalmaz: Bir yandan da, Berlin başta, III. Reich’ın gözde kentlerinde (Münih, Nürnberg ve ötesi) dayatılmak istenen buyurgan kent şemasını ve tamamlayıcı unsuru olarak devanası yapıların sembolist boyutunu eleverir. İkili, Berlin’i, bugün kalıntıları görülen Anthaler Bahnhof gibi iki büyük garın temsil ettiği toplardamardan dağılacak bir bütünlük olarak tasarlamış, “şimal-cenup hattı” görkemli bir bulvarla Unter den Linden’i şehrin göbeğinde bir haç çizecek biçimde kesiştirecek bir plandan yola koyulmuşlardı. “Başvekâlet binası” ve “Askerî Hal” yılgı verici estetiğin önde gelen örnekleridir ya, Tiergarten’in düzenlenişinde hiç değilse bir nebze incelik göze çarpar; sokak lambalarını Speer eliyle çizmiştir. 

Savaş, “çılgın proje”lerin duraklamasına yolaçar. Üç yıl geçmeden, şehir Berlinlilerin üstüne çökecek, şehir ve yapı felsefesiyle III. Reich geniş çapta silinecektir. İşin acısı, ortadan bölünen, 1963-89 arası duvarla ayrılan Berlin’in doğu kesitine bu kez başka bir buyurgan anlayışın biçim vermiş olması — bugün, Alex’ten başlayarak kasvetli kâbusu hâlâ süren bir devlet estetiği. 

Tanpınar, İstanbul’un 500. fetih yıldönümü yaklaşırken peşpeşe, imar kaygılı yazılar yayımlar. Şimdi okunduğunda acemi, amatör, çocuksu bulunabilir tasa ve önerileri; 1950’lerin başında başka kimin derdiydi, düşünmek gerekir. Edebiyat tarihimizde, şehrin tarihsel gelişim çizgisini onca gerçekçi ve ödünsüz bir üslûpla eleştiren bir imzaya daha rastlıyor muyuz? Bakışını, düşüncelerini Baudelaire’e borçlu olduğunu gösteren paragraflarına döneceğim; önce, “Türk İstanbul”u kurtarmak için, her cümlesinden bu yoldaki inancını yitirdiğini gösteren yazılarında, 

Menderes-Gökay operasyonlarının başlamasına birkaç yıl kala, gazete sayfalarından saçtığı ünlemler tartılmalı. Orada, yangınların silip süpürdüğü ahşap mimarinin özgünlüğünün yerini dolduran, Beyoğlu’nun pis atmosferinden yayılmış aykırılığa yüklenir, çıkış yolları arar, son kale saydığı Boğaziçi’nin dokusunun da tehdit altında olduğunu vurgular. Sanırım, doğrudan tanığı olacağı 1956 sonrası operasyonlarıyla birlikte bütün umutlarını yitirmiştir. 

İstanbul’u, şaşkın Bouvard ile Pécuchet’ye, Flaubert’in alıklık ansiklopedisine soyundurduğu güzelim çiftine benzetir Tanpınar: Tek tek bütün “peyzaj”larını yitirişinin karşısında kıvranmaktadır: Nedim’inkinden sonra, şimdi de Yahya Kemal’inki sahnede silinmektedir. 

İyi ki bugünün “çılgın proje”lerini duymamış, görmemiştir. 

Devamını Oku

Son Haberler