Bugün görenlerin otomobil diye nitelemekte zorlanacağı ilk buharlı aracın üretilmesinin üzerinden henüz 250 yıl bile geçmiş değil. Modern otomobillerin atası sayılabilecek ilk benzinli araç Benz Patent Motorwagen ise bundan sadece 131 sene önce, 1886 yılında Karl Benz tarafından üretilmişti. Bununla birlikte, pek az icat tarihin akışını otomobil kadar etkilemiştir. Otomobil, yalnızca teknoloji tarihinde değil; askeri ve sosyal tarih, iktisat ve sanat tarihi alanlarında da silinmez izler bırakmıştır. Modern insanın kişisel tarihi ise, otomobille birlikte hayatımıza giren sözcükler, kavramlar, hikayeler ve anılarla bezenmiş, zenginleşmiştir. Enis Batur’dan otomobil merkezli bir kişisel tarih denemesi…
AUTO: Teknoloji Devrimini yaratanlar, buna maruz kalanlara bir de dilleriyle yüklenmekten geri kalmamışlardır: Kavramları, kelimeleri, hatta örnekleriyle: Bunlardan biri “tele”yse bir ikincisi “auto” olmuştur, bize kalan onu fonetik ayarıyla benimsemekti, öyle yaptık: Oto bir aile kurmakta gecikmedi, hayatımıza çöreklendi — ondandır “araba” varken “otomobil”i bağrımıza bastık, bir yüzyılı aşkın bir süredir sokaklarımızda, caddelerimizde anayollarımızda fırdönüyor.
BAGAJ: Stepnesi, krikosu, çekme halatı, fosforlu park levhası, sağlık çantası, benzeri aksesuvarlarıyla bir bakıma otomobilin kozmik odasıdır bagaj. Arkada, pek ender önde, kapalıyken safkan karanlık ve sessiz, taşır: Çantalar, bavullar, irili ufaklı paketlerde şöförün işine bağlı olarak “mal”, bazan bir ceset (Aldo Moro), bazan bir canlı için kapağı nefes alsın diye yolda aralık bırakılmış (Kırmızı Çember filminde Delon kaçak Volonte’yi polis çemberinden öyle geçirir), kiminde unutulmuş bir uçurtma, kiminde balıkçı takımı.
CANAVAR: Tarih boyunca, farklı coğrafyalarda, kültürlerde kendisine geniş yer açmıştır canavarlar kataloğu: Kar adam Yeti’den göl canavarlarına, ejderlerden heyulalara binbir maddeye çağdaş bir katkı olarak geldi katıldı Trafik Canavarı, gün geldi duyurulara ve panolara sözde “yüz”ü bile nakşedildi ya, onu aslında nicedir tanıyorduk: Trafik sıkıştığında yandaki aracın, aktığında arkamızdan ya da yanımızdan denetimsiz bir hızla yaklaşan araçların direksiyonunda oturan ve tıpatıp aynada bize benzeyen kişiydi.
ÇEKİCİ: Duruma göre yardımcı meleğin, mundar bir elçinin, hattâ azrailin şoförünün kimliğini taşıyan birinin kullandığı, çeken ve kaldırıp sırtlayan, her hâlükârda götüren bir meta-taşıt. Bozulmuş ve trafiği tıkamış, yanlış park edilmiş ya da park ücreti ödenmemiş, kaza geçirip ortayerde parçaları dağılarak kalakalmış yarı hurda halindeki araçları üstüne vinciyle kaldırır, zincirle halatla bağlayıp peşisıra ‘ceza sahası’na nakleder. Genellikle arkasından saydırıldığına tanık olunur, hayırla yâdedilmez.
DİKİZ: “Önüne bak(sana)!” demeye alışmış dilimiz, oysa şöförün bir de arkasına bakması beklenir. Biri içeride ortada, ikisi dışarıda yanlarda aynalar sağlar çevre kontrolünü. Dikiz aynası tuhafın tuhafı seçim olmuş ama: Otomobilinin içini çok sayıda aynayla donatmış, yarı Narsist yarı dikizci şöförler azınlıkta kalan pervers’lerdir, araç aynaları düpedüz işlevseldir: Şerit değiştirirken, park yerine girerken çıkarken, arkadan yaklaşanı kollarken bir göz öne ayarlıysa, ötekisi ucuyla aynadan okur — her iyi şöför biraz şaşı olmayı bilmelidir.
EHLİYET: İnsanlara araç kullanma ehliyeti vermezden önce ‘insan gibi’ davranıp davranmadığını ölçmek gerekirdi; gelgelelim sınav soruları da, uygulaması da bunu hesaba katmadığı için her yıl sayısız kurban alır trafik. Yaklaşık on yıl ehliyetsiz, yurtiçinde ve yurtdışında araba kullandıktan sonra, enikonu deneyimli olmama karşın ilk seferinde sınavı veremedim. Buna karşılık, düpedüz sıfır deneyimli anneme bir tanıdık torpiliyle hemen ehliyet verilmişti — o gün bugün ehliyetsizlerin çoğunun ehliyet sahibi olduğuna inanırım.
FİYAKA: Eski otomobiller gerçekten fiyakalıydı: Chrysler, Oldsmobile, Buick, Bentley… müthiş yakışıklı küheylânlar arasında başı çekiyordu. Bugünün fiyakalıları, Lamborghini’den Maserati’ye bir yelpaze oluşturuyor ya, onlarda asıl fiyaka direksiyonlarına oturanlarına ait gibi geliyor bana. Kime caka satıyorlar? Hem karşıcinse, hem hemcinslerine, farklı duygusal büyüklenmelerle. Bir çoğu “at hırsızları”nın çocukları, torunlarıdır, bakılsa. Fiyakalarından geçilmiyor ama, işin aslı, istisnalar kuralı bozmaz, kafaları ve ruhları tamtakır onların.
GAZ: Gaz vermek dilimizde eğretilemeye dönüşmüş, oysa otomobil kullanırken düz anlamındadır: Hızı gaz pedalıyla ayarlarız. ‘Gazkesmez’ tabir edilen şöförler vardır, yolda hep önlerindeki araçlara aşırı sokulmayı severler. Profesyoneller gaza basmanın her an para harcamak anlamına geldiğini düşünür, tehlikeli olmasına karşın, yokuş aşağı inerken vitesi boşa alır, pedaldan ayağı çekerler. Kelime beni ürkütür: Zyclone B öncesi Yahudileri kamyonların kapak kasasına doldururlar, egzosa bağlı borudan şöför içeridekileri gaza boğardı.
HURDALIK: Genel görünümüyle otomobil mezarlığı içkarartıcı, izbe bir yığındır; bundan ibaret olmadığını işin içini bilenlere sormalı: Piyasada çoktan parçaları dolaşımdan kalkmış eski model otomobil sahibi çözüm yolunu orada bulur. Bir aksesuvar cennetidir. Koleksiyoncular ikidebir uğrar, eşinirler. Bir dönem, sanatçıların da ilgisini çekmiştir: Heykeltraş César, yeni arabaları preslemeden önce hurdalarla çalışmıştı. Bundan da öte, kulak vermeyi bilene anlatacağı çoktur otomobil mezarlığının: Bütün hurdaların geçmişleri acılı tatlılı anılarla dolar taşar.
IŞIKLAR: Renk tarihçileri her renge biçilen rolleri, tarihlerine yayılmış anlam tabakalarını, taşıdıkları simgesel boyutları enine boyuna didiklediler. Renk sözlükleri hazırlandı, bütün renklere ilişkin deyimler toplandı, ressam paletleri sergilendi, günlük yaşama kılavuzluk eden renk katalogları dolaşıyor ortalıkta. Trafik ışıkları üç renk üzerinden uluslararası bir dil kurmuştur. “Geç!”in karşılığı yeşil, “dur ve bekle!”nin karşılığı (No Pasaran) kırmızı, geriye bir tek kararsızlığa teslim sarı kalıyor: Yavaşla mı, hızlan mı, kimbilir.
İHTİYAÇ MOLASI: Uzun yol seferleri çok geçmeden bir tür ara turizm sektörü yarattı: Şöförlerin de, yolcuların da kısalı uzunlu mola verme istekleri doğrultusunda, özellikle anayollar üzerinde ücretli-ücretsiz konaklama, ihtiyaç giderme bölgelerinden sapaklar üredi. ‘Yol Filimleri’nde başrole değilse yanrole çıktılar. Buradan, edebiyat alanına bir başyapıt geldi: Cortazar ve eşi Carole Dunlop, ‘astronot’tan mülhem Evren Yolun Autonotları kitaplarını, Paris-Marsilya arası yalnızca ücretsiz mola alanlarında kalarak yazdılar, yolculukları boyunca tek ziyaretçileriyse Türk yazarı Osman Necmi Gürmen olmuştu.
JİPİES diye sözediyor ondan bizimkiler: Kısaltılmış hali GPS olan aracın açılmış hali Global Positioning System: Küresel Konumlama Sistemi — bana kalsa Akıllı Yerlem Aygıtı olarak vaftiz ederdim. Sıkışık trafikte, uzun yolda gerçekten de olağanüstü bir yardımcı sürücüler için. Kestirme güzergâhı, tıkanıklık süresini bir çırpıda sıralıyor. İnatçı biraz: Uyarılarını hesaba katmadığınızda sinirlenebiliyor. Duyarsız da: Tünel korkunuza kayıtsız kalıyor. Sinemada şimdiden önemli yan roller kaptığına tanık oluyoruz. Uygar ülkelerde araçların zorunlu organı artık.
KORNA: (ya da klakson) Otomobilin en hırçın, vurdumduymaz, antipatik organı. Hele, şehirlerde sözde kullanımı yasak havalı kornalar! Metropollere kimbilir toplam kaç desibel gücünde bir patırtı yüklemesi yapar patavatsız sürücüler: Hastane, okul yakınıymış, geceyarısı ya da sabahın er saatıymış aldırmaksızın elleri sabırsızlıkla kornalarına gider ve bazan neredeyse oraya yapışıp kalır. Ülkemizde en kısa zaman biriminin, trafik lâmbasının yeşile geçmesiyle arkamızdaki otomobilden korna uyarısı gelişi arasında olduğu bilinir.
LASTİK: Tekerleğin giysisi. Geçmişte kolay patlar, parçalanır, kazaları tetiklerdi; şimdi zor patlıyor, ıslak yolda kaymıyor. Nobel Fizik ödülü sahibi Le Gennes, ördek tüylerinin su geçirmez özellikleri üzerinde çalışmalarının dirençli lastiklerin üretimini sağladığını söylemişti. Krikoyla yanyana bagaj zeminine gömülü yedek lastik önemli ve olmazsa olmaz bir parça, eski modellerde kabartma şık kutuları olurdu. Lastik emekliye ayrıldığında da işe yarar: Onunla yüzenleri biliriz. Anarşist bir yanı olur: Grev yapanlar barikat kurarlar yüzlercesiyle, an gelir topunu yakarlar: O ne kokulu dumandır!
MAKAM ARABASI: Birden, yüklendiği yan işaretler (özel plakadan flamaya) aracılığıyla otomobilin markasını arka plana iter. Oradan, Devlet, kendi hiyerarşik merdivenini, sembolizmini, kudretinin elçisini ya da gölgesini sıradan yurttaşa gösterir. Özel kuruluşlarda da, Devlet ile eşdeğerde olmasa bile, makam aracı kendini hissettirir. Şöförlerde, Cemal Süreya’ya özenerek söylersek, bir mareşal edâsı sezilir. Makam sahibinin koruması, yaveri işbaşındadır. Kimi makam arabaları üstü açık kullanılır özel durumlarda ya, Dallas’ta Kennedy’den bu yana giderek bu yaklaşımdan çekinilir olmuştur.
NİKELAJ: Eşittir makyajdı. ‘Yayla’ tabir edilen eski Amerikan arabaları âmiyane deyişle ‘kız gibi’ süslenirdi yapım aşamasında. Geleneklerini sürdüren Rolls Royce, Bentley, Cadillac gibi markalar için o parlak süslemeler hâlâ âlameti farikadır. Zamanla, ‘halk tipi’ otomobiller, maliyet yükü nedeniyle nikelajı devredışı bıraktı, yerini yükte ve pahada hafif, anonim ve sıradan süsler aldı. Buna karşılık, dudak uçuklatıcı fiyatlarını doğrularcasına, spor araba üretiminde yerini korumayı bildi nikelaj — afra tafranın asıl geçer akça olduğu şu dünyada.
OYUNCAK OTOMOBİL: Başlangıçta çocuklar düşünülerek üretilmeye başlanan oyuncak otomobillerin, neden sonra büyümüş çocuk yanı kalmış olanların da bir o kadar ilgisini çektiğinin anlaşılması bir koleksiyoncu ordusu yaratmakta gecikmedi: Minyatür otomobiller beş kıtada “hasta”larını yaratacaktı. Küçüğün oyuncağı otomobili andırsa yeter, kaldı ki can yakmasın hedefiyle yumuşak maddeler seçilir yapımında. Büyüğün ki öyle mi? Mikro modelin tıpatıp aynı olması özgün modelle esastır, hiçbir ayrıntı unutulmamalı, her markanın her yıl ürettiği modelin karşılığı olmalıdır. Dünya içinde birbaşına, başlıbaşına dünyada.
ÖN: Otomobilin öncamı hayatımıza ilk ekran olarak girmişti; televizyonunkinden çok önce. Ondandır, çocuğun ilk düşlerinden biri şöför yanına oturmasına izin verileceği yaşa gelmekti. Pek az kadının ehliyet sahibi olduğu dönemlerde otomobilin ön tarafı eril bir coğrafyaydı. Sürücü, direksiyonun başında, göstergelerin karşısında, ayakları bir pedaldan ötekine, eli vites kolunda, sanki hükümdardı. O düzen bozulalı çok oldu. Airbag türü yepyeni donanımlar girdi işin içine. Otomatik vites elin ayağın yükünü hafifletti. Gene de öncamın açtığı büyülü ekranın niteliği değişmedi.
PARK: Ehliyet sınavının pratikte zorlu aşaması otomobili park etmekti, şimdiki otomobiller ‘akıllı’, bir komut düğmesine basıldığında kendi başlarına bu işi yapabiliyorlar, özellikle kadın sürücüleri -nedense- zorlayan bu işlemin zorluğu tarihe karışmak üzere. Ama park yeri sıkıntısı doruğa çıkmış durumda. Ana caddelerimizde pervasızların çift sıra park yapmaları nedeniyle yolu kullananlar cinnet geçiriyor. Biribirinden çirkin kapalı otoparklar tıkabasa dolu. Uygar dünyada hayır, bizde hâlâ her sokağın değnekçisi ali kıran baş kesen. Park Yapılmaz levhâsına gelince: Ona gülüp geçiyor herkes.
RADYO: Başkalarını bilemem, radyosuz bir otomobil benim gözümde yarıyarıya kötürüm bir araçtır. Yalnızca ‘yol durumu’ üzerine yayın yapan radyoları düşünerek söylemiyorum bunu, çok daha fazlası: Haberdi, naklen maçtı, mavraydı oyalar bunalmış sürücüyü. ‘Ruhun gıdası’ bir başka evrene taşır onu: Meşrebine göre Neşat Ertaş, Münir Nureddin, Amy Winehouse ya da Paolo Conte uçurur. Gün geldi kasetçalar, CDçalar eklemlendi araba radyosuna, dehşet hoparlör düzenekleriyle: Yanımızdan geçen kimi araçlar mübarek seyyar diskotekler gibi.
SİNYAL: dilimize yapışmış. Tıpkı şanzıman, debriyaj, far, stop lâmbası, egzos, karbüratör, batarya, römork, tıpkı kamyon, kamyonet, minibüs, otobüs gibi. Gündelik dilimizin de, yazı dilimizin de teknolojik araçlar üzerinden istilâya uğramasından kaç yurttaş acı çekiyordur? İçimdeki münafık sersem gerekçeler arar bazan: Bundan mı acaba, pek çok sürücü “sinyal” vermeyi unutuyor, umursamıyor ülkemde? Bundan mı “stop” lâmbaları sönük ya da kırık? Bundan mı hem kendisinin, hem karşısındakinin ve arkasındakinin yaşam hakkına kayıtsız?
ŞOFÖR NEBAHAT: Sezer Sezin’in canlandırdığı karakteri yalnızca yönetmen Erksan’a değil, senaryodaki payları nedeniyle Attilâ İlhan ve Atıf Yılmaz’a da borçluyuz: 1960, bir dönemeç tarih. Şoför Nebahat, toplumdaki erkek-kadın ilişkisinin tahteravallisini sallayan bir tipleme kalkışımıdır: “Rol”ünü tersyüz etmekte kararlı, naif bile olsa feminist tınılı, harbî bir kahraman portresi. Bugün ehliyetli kadın nüfusu artmışsa katkısı küçümsenemez. Gelgelelim, hâlâ taksilerde ve toplu taşıma araçlarında kadın sürücü istemiyor toplumumuz — onlar Batıda yaşıyorlar.
TAKSİ: Sinema otomobili her vakit çok sevdi: Bir tür kardeşlik ilişkisi göze çarpar aralarında, öyle ki, niyetlenilse sayısız filme dayanan bir toplu gösteri kolayca yapılabilir. Orada, merkez konumdaki yapımlardan biri Scorcese’nin kült filmi “Taksi Şöförü” olacaktır kuşkusuz. Bu arızalı kişilik bir tek New York’un mu kurbanıydı, hayır, her metropolden kendi yerli nüanslarını cemeden De Niro’lar fışkırmakta gecikmedi: Eril, sert, şâkülden inhirafa yatkın o adamlardan ürktük. Taksisi barut fıçısına dönüşmüş cengâver şövalyelerin dikiz aynasına yansıyan bakışlarından bir usturanın ışığı geçiyor.
U DÖNÜŞ: Düz anlamıyla güzergâhı tersine çevirme işlemini simgeleyen bu seçim ya ani bir karar değişikliğine, ya da öncesinde yapılmış bir yanlışı düzeltme girişimine bağlı olarak gerçekleşir. Dikkatle yapılıyorsa neyse, sık sık en tehlikeli ataklardan birine dönüşür yolda. Düz anlamının ötesinde, hayatın pek çok aşamasında kişilerin U dönüşü yaptıklarını gözlemleriz: Siyasal bağlamda, toplumsal duruş ekseninde oldukça enderdir haklılığı o sert yön değişikliğinin: Genelde rüzgârın estiği yöne uyum sağlama amacıyla başvurulan bir konum tazelemedir.
ÜST GEÇİT: Büyük şehirlerde araç sayısının önlenemez yükselişinin yarattığı bir dolu yaşamı kısıtlayıcı ve kısırlaştırıcı etkileri arasında yayaların sıkış(tırıl)ması olgusu başta geliyor. Yaya bölgelerinin azlığı, kaldırımların daralması ve istilâya uğraması piyadeyi çaresiz bırakıyor, keşmekeşin hüküm sürdüğü ülkelerde. Üst ve alt geçitler geniş caddelerin sözde kurtarıcı koridorları — ama yaşlılar, özürlüler, küçük çocuklar için cendere dik, sonsuz basamaklı merdivenleri. Sıradan olaylar sütununda çökenlerin, yıkılanların, yüksek araçların hışmına uğrayanların haberleri kol geziyor.
VAPUR: Bir ara denizde yüzebilen otomobiller üretilmişti, çarçabuk vazgeçildi bereket, yoksa lodos sersemi İstanbul’da kısa sürede bir denizaltı oto mezarlığı oluşabilirdi. Arabalı vapur benim açımdan özel anlam taşıyor: Mucidi olduğu da yazıyor kaynaklarda (ki sanmıyorum), şehre ilk örneklerini getiren Şirketi Hayriye yöneticisi Hüseyin Hâki Efendi babamın büyükbabası. Feribotlardan birine adı verilmişti, dolaşımdan kalktığında adı sanı unutuluverdi. Arabalı vapurlar artık yaygın, ama en çok İstanbul’un siluetine yakışıyor tombul gövdeleri.
YAZI: Yeni sinemadaki kadar geniş olmasa da, otomobil dünya edebiyatında kendisine derin bir tabaka açmayı bilmiştir. Bizim edebiyat tarihimizde de: Araba Sevdası’ndan Erhan Bener’in Arabalarım’ına. Gelgelelim, konu ‘yazı’a geldiğinde asıl ilginç ilişki oto üstü örneklerden devşirilebilir. Kökü atlı araba süslemeciliğine inen bir geleneğin ucundan başlar kaporta ve cam üzerine kakılan slogansı sözler, deyişler. Sürücü, onlarla kimi tercihlerini vurgular, aidiyet işaretleri verir, mesaj iletir: “Beni boşuna izlemeyin, zaten kaybolmuş durumdayım”, şehirde seyyar bir mizah dergisinin varlığının kanıtı bir ironik çıkış.
Z: Dikkat, Kaygan zemin. Bu evrensel işaret panosu, sürücülerin yazgısını etkileyen unsurlardan birinin iklim ve mevsim koşulları olduğunun göstergesi. Acemi sürücü panoyu görür görmez frene basar ve kayak mevsimini açar; deneyimli sürücü o an vites küçülterek önlemini alır. Kayan araç karşıdan gelen açısından tam anlamıyla kötü piyangodur. Öte yandan kaygan zemin bir tek yolda çıkmaz insanın karşısına, iş hayatında ve özel hayatında pek sık o tuzağa, mayınlı araziye denk gelir: İşin kötüsü yol kenarında uyarı levhâsı vardır da, hayat da yoktur.