Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Timur’un Anadolu’ya uymayan gözlüğü

Timur “ülüş sistemi”ni Anadolu’da uygulamak istedi; başarılı olamadı. Orta Asya’yı ‘net’ görmesini sağlayan gözlüğü burada işe yaramadı. Tarihçiler de büyük resmi görmek için gözlüklerini değiştirmelidir.

Özbekistan’ın bağımsızlıktan sonraki ilk yıllarıydı. 1996’daki Timur kutlamaları için biliminsanları
ve gazeteciler, o zamanların en lüks oteli olan Uzbekistan Oteli’nde toplanmışlardı. Bir Hintli tarihçi ve bir Belçikalı gazeteci ile sohbet ediyorduk. Hintli tarihçi “mâdûniyet” çalışmaları çerçevesindeki tarihçilikten (subaltern historiography) bahsediyordu. Belçikalı gazeteci, “mâdûniyet nedir” diye sordu. Tarihçinin cevabı ise “daha evvel sesini duyuramamış olanların tarihi; ben bu insanlara bakıyorum” oldu. Bunun üzerine gözünden gözlüğünü çıkaran gazeteci “Yani siz bana gözlüğünü çıkar ve benimkini tak diyorsunuz. Ama ben o zaman göremem ki” demişti.

Gözlük açısından bakınca ne kadar haklı idi. Aynı şeyi tarihçilik açısından söylemek zor. Tarihçilikte birçok gözlük kullanmak gerekir. Böylece hem idare edenlere hem de idare edilenlere; hakim tabaka ile yaptırım gücüne ve madun tabaka ile tahammül gücüne bakmak mümkün olur.

Timur’dan (öl. 1405) devam etmek bizi başka gözlüklerle tanıştırabilir. Onu kendi zamanında ziyaret etmiş olan İspanyol elçisinin ve Şam’dan Semerkand’a “götürülmüş” olan İbn Arabşah’ın bu hükümdar hakkında yazdıkları birbirinden çok farklıdır. Türkiye’den bakınca o dönemde gördüklerini yazmış olan bir gözlemci bilinmiyorsa da, sonradan tarihçiler tarafından yazılanlar ve Nasreddin Hoca fıkralarıyla halk hafızasında kalanlar da birbirlerinden fersah fersah farklıdır.

Bilindiği gibi Timur, Ankara Savaşı’ndan sonra memâliki Bayezid’in oğulları arasında paylaştırır; beylikler devrinden bildiğimiz geleneksel Anadolu beylerine de topraklarını geri verir. Dikkati çekici husus, Timur’un kendi hâkimiyeti altına girmiş olan bu ülkeye, kendi kumandanlarını ve valilerini atamamış olması, bilakis o sırada yenik durumda olan Yıldırım Bayezid’in oğulları ve beyler arasında yetkiyi paylaştırmasıdır. Türkiye gelenekleri açısından bakınca bu dönem fetret devri olarak görülür, okullarda da bu isimle okutulur. Aslında “iki peygamber, iki hükümdar arasında kalan ara dönem” anlamına gelen fetret kelimesi de “karışıklık” olarak algılanır. Ancak Orta Asya tarihi açısından bakınca karşımıza ülüş sistemi çıkar.

Anadolu’daki beylerin bir kısmı “beyliğimiz elden gidiyor” diye Timur nezdinde teşebbüste bulunmuşlardır. Burada iki farklı devlet geleneğinin çatışmasını görürüz. Bayezid’in temsil ettiği gelenek, merkeziyetçi bir devlet yapısını yeğliyordu. Ortadoğu’daki yerleşik İran ve Bizans gelenekleri de bu türdendi. Devlet hukuku aile hukukundan ayrılmış, devlet insanlar üstü bir konum kazanmıştı. 14-15. yüzyıllarda Anadolu’daki Müslüman ahali arasında mülk (toprak, bağ, bahçe) ve miras işleri kadılar tarafından İslâm hukukuna göre idare olunuyor ve evlatlar arasında paylaştırılıyordu. Ancak Osmanlılar memâlike bölüşülen mülk diye bakmamak eğilimi ile kendilerine bağımlı kapı kulları ve bir merkez yaratmak istiyorlardı. Bu merkezin, devşirmeler yoluyla fethedilen yerlerin ahalisini içerecek şekilde geniş bir perspektife sahip olması düşünülüyordu.

Timur’un temsil ettiği gelenek ise hem yerleşiklik hem göçebelikten besleniyordu. Burada miras işlerinde devlet hukuku aile hukukundan ayrılmıyordu. Bir aile nasıl malını oğulları arasında bölüştürüyorsa, devlet idaresinde de ülüş, bölüşme fikri hâkimdi. Nitekim bilindiği gibi kendi memâliki de oğullar ve torunlar arasında paylaştırmıştı.

Timur, Orta Asya geleneğini Anadolu’ya uygulamak istedi; ancak bu usulün bu topraklar için uygun olmadığı Çelebi Mehmet’in merkezî devleti kurma yolundaki zaferi ile görülmektedir. Kısacası Timur, kendi gözlüğünü Anadolu’ya uygulamaya çalıştı, başarılı olmadı. Tarihçiler de ancak olaylara içten, dıştan farklı gözlüklerle bakarak büyük resmi elde edebilirler. Yoksa önlerini bile göremezler.

Devamını Oku

Son Haberler