Ülkemizde çok çok uzun yıllardır, yani Anadolu coğrafyasında yurt kurma zamanlarından bu tarafa değişmeyen bir takım anlayış ve uygulamalar vardır. “Bize özgü” ve ne Batı’da ne de Doğu’da görülmeyen bu gündelik hâllere biz “âdet” deriz.
Yazımız ve tarihimiz çoğu zaman değişse veya değiştirilse bile, bunlar hayatımızdaki deyim veya uygulamalarda büyük oranda devam etmiştir. Bu hâller herhangi bir yabancı dilde ifade edilemez; parayla-pulla-sınıfla-eğitimle direkt ilişkilendirilemez.
“Türk” dediğimizde, tüm bunlardan mülhem “ortaya karışık” bir spesyalite anlarız.
Bize özgü bu ifade ve ruh hâlleri, adına genel olarak “kader” denen ve kökleri İslâmiyet’ten çok daha gerilere giden kadim bir kabullenme ve günü kurtarma kültürüyle örülüdür. Acıklı veya patetik olan ise, doğal olarak bu durumun kalıcı yani gelecekteki kuşaklara aktarılabilecek bir yapı oluşturamamasıdır.
Kural-kanun-kurum-hak-hukuk-kategori-plan-program gibi “kökü dışarda” kavram ve uygulamalar bizi genellikle tamir etmez, bozar. “Manevi” dediğimiz değerler silsilesi de, bizim için maddi olanlarla kıyas kabul etmeyecek ölçüde belirsizdir. Tarihimizi, atamızı-anamızı bilemediğimiz gibi, çocuğumuzu-torunumuza da hakiki manada umursamayız; zaten bizden önceki kuşaklar da böyle yapmıştır. Bu noktalardaki eksikliğimizi-ezikliğimizi bildiğimiz veya hissettiğimiz için de, “ecdad” veya “gelecek nesiller” mevzuunda yaman bir hassasiyet, muazzam bir reaksiyon gösteririz. Kimselere benzemeyen ve tamamen duygusal-afektif vaziyetlerle oluşturduğumuz bu hâller, biz Türklerin devamlılık adına ortaya koyduğu yegane biçimlerdir maalesef.
Yanan ahşap evlerin yerine aynı yerde tekrar ahşap evler yapmak, İstanbul’da 1502’den 1920’lere kadar en sevdiğimiz faaliyetlerin başında gelir (Padişahın 1703’teki aşırı sert “KHK”sına rağmen). Cumhuriyet devrinde de, deprem kuşağında olup yıkılmış, dedemizi-ninemizi öldürmüş evlerin bulunduğu yere tekrar ev yapmayı bir borç bilmişizdir. Olağandışı kahramanlıklar ve benzersiz fedakarlıklar ile tarifsiz ihanetler ve korkunç kepazelikler biraradadır bizde. Ölen ölür, kalan sağlar birbirini öldürür. Herkes ve her şey gömülür; mezarlığın üzerine dikilen rezidansta oturanlar gelmiş günlerin güzelliğinden bahseder ve zaman geçer.
Aradabir ve nadiren, yaptığı işte usta ve dünya çapında birkaç insan evladı çıkarırız ama onlarla övünsek de onlara tahammülümüz yoktur. Herkes haddini-hududunu bilecektir; şimdiki zamanın sonsuzluğunda yaşayan biz Türkler, böyle müstesna kişilere de “gününü” gösteririz. Mesela 26 Haziran 2021’deki LGBTİ+ yürüyüşünde işini yapan ve dünyanın sayılı fotoğrafçılardan Bülent Kılıç’ın ensesine binip nefesini kesmesini biliriz.
Bilmediğimiz ise kesilenin kendi nefesimiz olduğudur.
Genç kuşaklar, bizlere rağmen bu ülkenin kaderini değiştirecektir!