Afganistan, 2021 yazında yeni bir kaosun eşiğinde. ABD ve diğer askerî dış güçlerin çekilmesiyle birlikte, Tâliban’ın yeni bir katliama girişmesinden korkuluyor. Tarihteki tüm Afgan savaşlarının ortak noktası, istilacı gücün ülkeye kolayca girmesi ama hemen akabinde kesintisiz bir yıpratma savaşına maruz kalarak “rezil kepaze olması”dır. Darius ve İskender’den günümüze, İçasya’nın kapısı Afganistan’ın siyasi-askerî analizi.
Tarih boyunca sayısız istilacının kanlarıyla sulanmış, kısa süren baharların ülkesi Afganistan.. Kimsenin uzun süre barınamadığı, imparatorlukların mezarlığı, çorak Afganistan… Herkesin gözü olan, dünyanın merkezinde, bize çok yakın ve çok uzak olan Afganistan…
Girmesi kolay, çıkması zor olan İçasya’nın kapısı Afganistan, 2021 yazında yeni bir kaosun eşiğinde. ABD ve diğer askerî dış güçlerin çekilmesiyle birlikte, radikal İslâmcı Tâliban’ın yeni bir katliama girişmesinden korkuluyor. 20 yıldır Batılılara yardım eden, tercümanlık yapanların çekilen güçlerle birlikte ülkeyi terketmesi planlanmış durumda; ama çok daha büyük bir insan kitlesi korku içinde bekliyor.
Bu ülke, ticaret ve göç yollarının üzerinde olduğu, İpek Yolu’nu Hindistan’a bağladığı için tarihte çok istilaya uğradı. Önce Darius, ondan 3 asır sonra İskender buraya geldi ve Herat kentini kurdu. 10. asırda Gazneli Mahmut bu ülkeye büyük önem verdi; 13. yüzyılda Moğollar, 14. yüzyılın sonunda Timur, 16. yüzyılın başında ise Bâbür burayı fethetti. Ancak bu topraklar ya fethedenleri fetheder ya da onları tez elden kovalar. Afganistan’ın Türk tarihinde de çok önemli bir yeri vardır; Atatürk bu ülkeye özel önem vermiştir.
Yakın dönemlerde Afganistan, İngiliz işgallerini püskürtmüş; sonra Rus işgalcilerine kan kusturmuş; nihayet Amerikalıları da çekilmeye mecbur bırakmıştır. Ne var ki bu ülkede işgalcilerin kovulması hiçbir zaman huzur getirmemiştir. Bunun ilk ve temel nedeni, Afganistan ahalisinin bir ulus haline dönüşemeden kaosa sürüklenmesidir. Ülke Peştunlar, Tacikler, Özbekler, Hazaralar, Beluciler ve daha birçok kabileden oluşmakta; birçok dil konuşulmaktadır. Ahalinin 8’de 1’i Türk lehçeleriyle konuşur. Dağlık coğrafyasına saçılmış kabilelerin altkültürlerini birleştirecek bir uluslaşma süreci tamamlanamamış, yenilik çabaları akim kalmıştır. Fizikî coğrafyanın olumsuz etkisi, kültür birliğini sağlayacak bir iktisadi birliği zorlaştırmasındadır. Uzak dağ vadilerinde, İskender’in Selevkos ardıllarından kalan pagan inançlı bir kabile bile, tecrit olmuş şekilde varlığını sürdürebilmiştir.
Uzak geçmişi bırakıp yakın tarihe baktığımız zaman, İngilizlerin 1838-1919 arasında Afganlar ile üç defa savaştığını görürüz. Bunun nedeni İngilizlerin imparatorluğun incisi saydıkları Hindistan’ı korumak için Afganistan’ı elde tutma istekleriydi. Ayrıca, denizlere hâkim olmanın her şeyi çözmeyeceğini biliyor ve dünyanın karasal merkezi olan Hazar havzası ve İçasya’yı kontrol edenin büyük avantaj kazanacağını düşünüyorlardı. Günümüzde Rusya ve ABD aynı stratejiyle Afganistan’a girmiştir. Esasen İngiltere’nin ilk Afgan seferi de Rusların Orta Asya’da ilerlemelerinin yarattığı endişelerle tetiklenmişti. Bunun sonucu Simla Manifestosu (1838) adı verilen bildiri ortaya çıktı ki, bunu kaleme alan Lord Auckland imparatorluğun selametinin Afganistan’da İngiliz yanlısı bir yönetimin bulunmasına bağlı olduğunu ileri sürüyordu. Felaketli Afgan seferinden sonra, sözkonusu manifestoya “Auckland’ın budalalığı” denecekti.
1838’de Hindistan hâlâ Doğu Hindistan Kumpanyası tarafından yönetiliyordu ki bu ancak 1857 Büyük Hint İsyanı’yla değişecekti. Şirket, Rusların ilerlemesi ve ayrıca gene onların desteklediği bir İran ordusunun Herat’ı kuşatması üzerine telaşa kapıldı. İngiliz hükümeti İranlıları bölgeden çekilmeye zorlarken, bir başka girişimleri de Dost Muhammed Han’ın yerine Şuca Han’ı geçirmeye çalışmalarıydı. Nihayet 1838’de aralarında Hintli askerlerin de bulunduğu 16.500 kişilik bir orduyla Afganistan’a girdiler. Her İngiliz subayının birçok hizmetçi bulundurması nedeniyle, kamp takipçileri ve hizmetkarların sayısı 38.000’i buluyordu. Kandehar üzerinden Kabil’e girip, Muhammed Han’ı bazı taburlarla birlikte Hindistan’a gönderdiler. Kalanlar, büyük bir gevşeklik içinde garnizon hayatına dalmışken, Afganlar, yaşlı komutan Elphinstone’un pasif tutumundan cesaret alarak 1840 sonbaharında büyük bir hücuma geçtiler.
İngilizler Ocak başında Kabil’i terketmek zorunda kaldı. Ağır kış koşullarında sürekli saldırı altında çekilen 700 İngiliz, 3.800 Hintli asker ve 12.000 kamp hizmetçisi Gandermak geçidinde imha edildi. Sadece tek bir İngiliz, askerî hekim William Brydon kaçıp yaralı olarak Celalabad garnizonuna ulaşabildi. Bu “imha başarısı”, Dost Muhammed Han’ın oğlu Ekber Han komutasında gerçekleşmişti. İngilizler uğradıkları büyük yenilgiden sonra, ertesi yaz Kabil’e tekrar girdiler ama tutunamayacaklarını anlayıp çekildiler. Bu arada İngiliz yanlısı Şuca Han öldürülmüş, Dost Muhammed Han tekrar tahta çıkmıştı. Ancak bu defa Rusya’ya karşı İngiliz desteğini kabul etti ki, zaten Rus girişimlerinden dolayı endişe içinde bulunuyordu. 1838- 42 savaşı Hintlilere İngilizlerin yenilmez olmadıklarını gösterecek ve 1857’deki Büyük Hint isyanını hazırlayan nedenlerden biri olacaktı. Bu isyan Hindistan kumpanyasının rezil yönetimine son verecek, ancak ülke 90 yıl daha İngiltere hükümetinin doğrudan hâkimiyeti altına kalacaktı.
İngilizlerin ikinci Afgan macerası, yine Rusların girişimleriyle bağlantılıdır. 1868’de Hive, 1873’de Buhara’yı alan Ruslar, 1878’de emrivaki yaparak Kabil’e bir misyon yerleştirmişlerdi. İngilizler de bir misyon kurmak istediler ama Dost Muhammed’in yerine geçmiş olan Emir Şir Ali bunu reddedince, çok da eski olmayan yenilgilerini hazmedememiş olan İngilizler yeni bir sefer açmaya karar verdiler. 1878 sonbaharında Lord Roberts komutasında ilerleyerek kısa sürede Kabil’e vardılar. Yakup Han hapisten alınarak tahta çıkarıldı ve barış imzalandı.
Ancak, Afganlar toparlandıktan sonra 1879 Eylül’ünde Kabil’deki İngilizleri kılıçtan geçirdiler. Hayber’deki İngiliz kuvvetleri Kabil’e kadar ilerledi ama burada kuşatıldılar. İki tarafın da çok kayıp verdiği çatışmaları takiben İngilizler 1881’de Afganistan’dan ayrıldı. İngilizler ülkenin herhangi bir yerini işgal etseler dahi gerçek anlamda hâkim olamıyor ve sonunda çaresiz kalıyorlardı. Günümüze kadar her savaşta bu durum geçerli oldu. Ancak bu savaşta Afganlar “Durand Hattı” denilen çizgiye kadar çekilip toprak terketmek zorunda kaldılar. Bu toprakları geri almak için 1. Dünya Savaşı’nın sonunda İngiltere’nin yıpranmasını bekleyeceklerdi. O dönemde babası Habibullah Han’ın öldürülmesi üzerine yerine geçen oğlu reformcu Emanullah Han İngiltere’ye karşı Rusya’nın desteği ile harekete geçti. Rusya’daki Bolşeviklerden zaten rahatsız olan İngilizler sert tepki gösterdi. Ayrıca bazı Hint milliyetçileri de Afganistan’a sığınmışlardı.
Üçüncü Afgan Savaşı olarak da adlandırılan hadisede İngilizler 50 bin kişilik büyük bir güç hazırlamalarına rağmen Afganistan’a girmediler; çatışmalar daha çok sınır bölgelerinde sürdü. İngilizler klasik bölme taktikleriyle Peştun kabileleri arasında karışıklık çıkarmayı ihmal etmemişlerdi. İngiliz gücünü sınırda yenme şansı olmayan Emanullah Han, 8 Ağustos 1919 tarihli Rawalpindi Antlaşması ile ateşkese rıza göstermekten başka çare bulamadı; ancak bu sayede bağımsızlığını da fiilen kabul ettirmiş oldu.
Bu dönemde Afganistan birçok ülkeyle diplomatik ilişki kurdu ki, Atatürk bu konuya özel önem vermiştir. Mütarekeye rağmen 1919’un Ocak ayına kadar Mekke ve Medine’yi savunmuş olan Fahreddin Paşa’yı daha 1922’de Kabil’e büyükelçi olarak göndermiş, bu ülkedeki reformları desteklemişti. Reformist bir yönetici olan Emanullah Han, Atatürk’ün yaptıklarını ülkesinde uygulamak istemiş, kadınların toplum hayatına girmesinin yolunu açmış ve karma okulları devreye sokmuştu. Ne var ki muhafazakar yapının direnci 1928’de bir içsavaş boyutuna yükseldi; Emanullah Han ertesi yıl iktidardan düştü. 4 yıl süren derin karışıklıklar sonrasında daha ılımlı reformlar peşinde olan bir monarşi 1933’ten 1973’e kadar sürdü. 1973’te Muhammed Davud Han darbeyle iktidara gelerek cumhuriyet ilan etti. Ne var ki o da 1978’de başka bir darbeyle öldürüldü. İktidar boşluğundan yararlanan Afgan Komünist Partisi sayesinde devlet başkanlığına gelen Nur Muhammed de istikrar sağlayamadı. Ülke kaosa sürüklenirken, Komünist Partisi içerisindeki ayrılıklar rejimi daha da zayıflattı. Böylece ülkede yeni bir silahlı isyan dalgası başladı.
1979’da başkanlığa gelen Hafizullah Amin, SSCB ile askerî ve ekonomik ilişkilerin çare olabileceğini düşündü ve birçok kez yardım çağrısı yaptı. Kriz derinleşirken 1979’un 25 Aralık günü Rus özel birlikleri ile hava indirme unsurları ortak manevra bahanesiyle Kabil havaalanına inerek işgali başlatırken, kara birlikleri de sınırdan girerek kilit noktalara yerleşmeye başladılar.
Rus işgali Afganistan’da büyük acılara neden olurken, SSCB’nin yıkılışını hızlandıran etkenlerden biri de oldu. Rus birlikleri hiçbir zaman ülkenin yüzde 15’inden fazlasına hâkim olamadı. Büyük yerleşim yerlerini ve yol kavşaklarını tuttular; ancak yolların üzerinde saldırıya uğramaktan kurtulamadılar; 15 bin kayıp verdiler. Kısa sürede misillemeye girişerek gerillaya karşı savaşın en büyük hatasını yaptılar. Saldırıya uğradıkları yere en yakın köyleri bombalayıp sivilleri katlettiler; böylece mültecilerin ve mücahitlerin sayısı çığ gibi arttı. Bu misillemelerin gaddarlığı karşısında, kısa sürede 2.8 milyon Afgan Pakistan’a, 1.6 milyonu ise İran’a sığındı. Onlara katılanlar ve başka ülkelere gidenlerle birlikte 6 milyona yakın bir kitle, mülteci olmanın acılarını yaşıyarak, radikal İslâmcı akımlar için militan kaynağı haline geldi. Ayrıca nüfusun yaklaşık yüzde 10’u hayatını yitirdi ki, ölü sayısıyla ilgili 600 bin ila 2 milyon arasında değişen rakamlara rastlayabiliyoruz.
SSCB’nin bu batağa saplanması, ABD tarafından Soğuk Savaş’ın büyük bir fırsatı olarak görüldü. CIA onları bu batakta tutup yıpratmak, Afganistan’ı Rusların Vietnam’ı yapmak üzere mücahitlere muazzam miktarda yardım yaptı. Bunların içinde en önemlisi, Rus hava unsurlarını belli ölçülerde uzakta tutan omuzdan atılan uçaksavar füzeleriydi. Ruslar 400’e yakın helikopter ve 100 civarında uçak yitirdiler. Rusların kuklası olarak görülen Babrak Karmal’ın itibarı sıfıra düştüğü gibi, 1986’da başkan olan Muhammet Necibullah da durumu değiştirecek herhangi bir koza sahip değildi. Bu sırada SSCB, presteroyka ve glasnost ile düze çıkmaya çalışıyor ve kendi bunalımını yaşıyordu. Nitekim 1989 Şubat’ında çekilmelerini tamamladılar. Kabil’deki rejimin akıbeti belli olmuştu ve kısa sürede yıkıldı.
1992’de Necibullah’ın yerine geçen Burhaneddin Rabbani’nin başkanlığı döneminde, çoğunluğu Peştun olan Tâliban, ülkedeki etkisini artırmaya başladı. Böylece rakip liderler Ahmet Dostum ve Ahmet Şah Mesut da Özbekistan ve Tacikistan sınırına çekildi. Şah Mesut 2001’deki işgalden kısa süre önce Cezayirli gazeteci kılığına girmiş El Kaide fedaileri tarafından öldürüldü ve Kuzey’deki cephe, lideriyle birlikte etkinliğini de yitirdi (Bu hadisede o dönemde El Kaide’nin uluslararası örgütlenmesinin nerelere ulaştığı görülebilir).
SSCB’ye karşı yeşil kuşak oluşturma peşinde radikal İslâmcı güçlerin ABD tarafından desteklenmesi, bir süre sonra bunların hepsinin değilse de bir kısmının bağımsız bir şekilde hareket etmelerine yol açtı. İran’dan sonra Afganistan’da da ABD’nin denetimi dışında radikal bir İslâmi rejimin kurulması ve SSCB’nin dağılması, Asya’da “Büyük Oyun”u yeni bir mecraya soktu. İngiltere’den 1 asır sonra, Asya’nın kalbi olan Afganistan’a girmek bu defa Amerikalılar için öncelikli stratejik hedef hâline geldi. Burada, Rusya ve Çin’e karşı etkili bir konum elde edebileceklerdi.
2001’de New York’ta İkiz Kuleler’e karşı girişilen saldırı, Afganistan’a yeni bir istilanın fırsatı ve gerekçesi oldu. Taliban ile Osama Bin Ladin arasındaki işbirliği vurgulandı. “Infinite Justice” (sonsuz adalet) ve “Enduring Freedom” (sürekli özgürlük) gibi adeta alay eden kod isimlerle anılan operasyonlar sonunda, Amerikan birlikleri uluslararası bir koalisyon oluşturarak Afganistan’a girdi. ISAF (International Security Assistance Force – Uluslararası Güvenlik Destek Kuvveti) adı altında, bir ara mevcudu 140 bine yaklaşan bir güç ülkede yeni bir rejimi hâkim kılmak için boşuna kan döktü.
2015’te, operasyonun adı “Freedom Sentinel” (Özgürlük Nöbetçisi) olarak değiştirilecekti. İşgal, Rusların yaptığı gibi özel kuvvetlerin operasyonları ve hava bombardımanıyla başlayıp aynı şekilde sürdü. ABD’nin dışardan getirip ülkenin başına koyduğu, kendisi de bir kabile reisi olan Karzai, diğerleri gibi, geniş bir tabana sahip olamadan gitti. NATO ülkelerinin tamamının dahil olduğu 40 ülke buraya birlik gönderdi ve bunlar tahkimli üslerden devriyeye çıkıp dağlarda gerilla avlamaya çalışırken, yol kenarlarında patlatılan mayın ve EYP’lerin korkusuyla hareket ettiler.
Bu arada yakın dönem içsavaşlarının tipik manzaralarından birisi olan “şok yaratma amaçlı toplu katliamlar” da eksik olmadı. Koalisyon güçlerinin Afganlardan oluşturmaya çalıştıkları ordu ve polis gücü çok sınırlı bir başarı elde etti. Amerikan-İngiliz komutanlığının icra ettiği operasyonlarda yerli güçleri azami ölçüde kullanmaları, onları istedikleri sonuca ulaştırmadı. Yerli unsurların bir kısmı, uygun zaman ve fırsat buldukları zaman silahlarıyla birlikte firar edip direnişe katıldı. Sağlık ve altyapı için inanılmaz paralar harcandı ama bunlar yeni yönetimlere istenilen ölçüde meşruiyet ve destek sağlamadı.
Sonuçta bugün, tahkimli üslerde sıkışıp kalan ve ancak zırhlı araç ve helikopterlerle operasyona çıkan yabancı birlikler, 2020 Şubat’ında Doha’da Tâliban ile ABD arasında yapılan antlaşmaya göre bu yaz sonuna kadar ülkeden çekilecek. Bu, tarihteki sayısız diğer çekilmenin yeni bir örneğini teşkil edecek. Amerikalılar her zaman olduğu gibi işbirlikçilerinin bir kısmını yanlarında götürecek ama, çoğu kişi Tâliban’ın insafına terkedilecek.
2001’de başlayan işgale engel olacak güce sahip olmayan Tâliban, 2003’te toparlandıktan sonra bütün yoketme operasyonlarını atlatarak güçlendi ve etki alanını genişletti. Günümüzde stratejik noktaları ele geçirmeye devam ediyor. Daha çekilme tamamlanmadan, ülkenin büyük bölümüne hâkim olmuş durumda. Özbekistan ve Tacikistan sınırlarında kontrolü ele geçirirken, şehirleri de hem içeriden hem de dışarıdan kuşatmış halde.
Böylece Afganistan’ın bir başka modernleşme çabası daha boşa çıkmak üzere. Kadınların sosyal hayata girmesi ve karma eğitim için 1920’lerde başlatılan çabalar -daha önce yarım kalan tüm girişimlerde olduğu gibi- bu defa da büyük ihtimal sona erecek.
Afganistan’ın 1978’den beri süren yabancı müdahaleli içsavaşlarına 50’den fazla ülke şu veya bu şekilde katıldı. Rus işgaline karşı Pakistan’da oluşturulan üslerde eğitilen mücahitlere, aralarında Çin ve başta Suudiler ve diğer Arapların bulunduğu ülkeler tarafından muazzam yardım yapıldı. ABD işgali sırasında da hükümet güçlerine büyük paralar akıtıldı ama bunların yaklaşık yarısının rüşvetçi yöneticilerin, savaş ağalarının ve direnişçilerin cebine gittiği ifade ediliyor. Bu çürümüşlük, kabile yapısının yanısıra, koalisyon güçlerinin ülkede düzen sağlamakta başarısız kalmasındaki faktörlerden birisidir.
Afganistan, her şeye rağmen, uyuşturucu ticaretinde de önemli bir yer tutmayı sürdürdü. Düzenin bozulduğu her ülkede görüldüğü gibi, kara para ve suç örgütleri için cennet oldu. Pakistan ise bir yandan büyük bir mülteci istilasıyla karşı karşıya kalırken, ilk dönemde Batılıların desteklediği mücahitlere yeterince yardım etmediği, ikinci dönemde ise Tâliban’ın destek üssü olduğu gerekçesiyle ABD baskısına maruz kaldı. İran’ın bu ülkede etkinliğini artırma çabaları da Batılılar tarafından endişeyle izlendi.
Tarihteki Afgan savaşlarının hepsinin ortak noktası, istilacı gücün ülkeye kolayca girmesi ama hemen akabinde kesintisiz bir yıpratma savaşına maruz kalmasıdır.
Bu yıpratma savaşı bazı hâlde istilacıya karşı Gandermak geçidinde olduğu gibi bir imha muharebesiyle sona ermiş; ancak çoğunda, yıpranan istilacı durumu sürdüremez hâle gelerek çekilme yolunu seçmiştir. Günümüzdeki son çekilme de aynı türde bir mücadelenin sonucunda gerçekleşmiştir. Teknolojideki, havadan izleme, ulaştırma, haberleşme ve ateşgücündeki muazzam yeniliklere rağmen, istilacılar benzer sıkıntılara maruz kalmıştır.
Bu açıdan Afganistan, siyasi ve askerî tarihin günümüze ne denli ışık tuttuğu konusunda çok ilginç bir örnektir. Görülüyor ki, geçmişten dersler çıkarmak mümkündür ama, bunların nasıl değerlendirileceği veya kaale alınıp alınmayacağı tamamen apayrı bir husustur.