Kasım
sayımız çıktı

Moğollar, Türkler, İslâmiyet

Çinggis Han’ın torunu Hülegü’nün 1258’de Bağdad’ı zaptedip halifeliği kaldırmasının etkileri, Türk ve İslâm âleminde yüzyıllar süren bir olumsuz algı ve değerlendirmeye yolaçtı. Konunun dinî olduğu kadar ekonomik uygulamalara bağlı tarafları da, bürokrasi-ticaret-vergi uygulamalarındaki farklılıklar da bakışaçılarını şekillendirmiştir.

Bir fırtına çıkınca, herkes kendi bulunduğu noktadan değerlendirir bu hadiseyi. Çing­gis Han’ın kurduğu devletin Moğol atlarının toynaklarının değdiği yerlere kadar batıya doğru genişlemesi ile bu yeni oluşum artık bir imparator­luk şeklini almıştı. Hatta Çinggis evladı devrinde, 1243 Kösedağ Savaşı ile ucu bize kadar uzanmıştı.

Moğol seferlerinin yaratığı fırtınalardan nasibini almış diğer bölgelerde “Çinggis Han veya Moğol İmparator­luğu ve Mirası” başlığı altındaki çalışmalar uzun zamandır devam etmektedir. Bu dönemde esen fırtına sadece o zaman dilimi içinde değil, imparatorluğun ortadan kalkmasının üs­tünden yüzyıllar geçtiği zaman bile unutulmamıştır. Çinggis Han’ın torunu Hülegü’nün 1258’de Bağdad’ı zaptedip hali­feliği kaldırmasının etkileri ve bu olayların devrin düşünür­leri tarafından tartışılması; Moğol İmparatorluğu mirasının daha çok İslâmi ve gayri İslâmi yani Konfüçyanist ve Budist bakışaçılarından değerlendirilmesine sebebiyet vermiştir.

Sözkonusu gelişmeler, İslâm âleminde doğal olarak olumsuz, hatta felaket olarak değerlendirildi. Ancak aradan geçen yüzyıllar sonrasında, özellikle kendi hükümdarlarını Çinggisli geleneğine bağlayan bölgelerin tarihçileri için Çin­ggis Han dönemi efsanevi bir hüviyet kazandı. Türkiye’de ise biz bu döneme Selçuklu, Beylikler ve erken Osmanlı açısın­dan bakmayı tercih etmiş görünüyoruz. Yakın zamana ka­dar Moğol adı ancak olumsuz bir şekilde anılıyordu (Birçok alanda olduğu gibi burada da bir değişiklik sözkonusudur; geçen yıl TÜBA’nın düzenlediği “Cengiz Han ve Mirası” kon­feransı bildirileri bu yeni bakışaçısını yansıtan bir kitap ola­rak yakın bir zamanda ortaya çıkmış olacak).

İslâmi gelenekler ve Çinggis Han yasası (Moğolca ca­sağ) arasında uyum sağlanamaması, 15. yüzyılda bile de­vam eden çatışmalara sahne oldu. Bunlardan biri de, Türki­ye’de ileri-orta yaşlı neslin aşina olduğu ve “damga pulu”­nun kökeni olan devletin aldığı vergi, o dönemdeki adıyla “tamğa” denilen ticaret vergileriydi. Hz. Muhammed’in kendisinin ve ilk eşi Hatice’nin ticaretle meşgul olmaları, İslâmiyet’in ticaret ve tüccarlar konusundaki bakışaçısı­nı açıklıkla gösterir. İslâmiyet’e göre ticaret erbabı, kazan­cı üzerinden binde 40 zekat verdiği için “tamğa” vergisine karşı çıkmıştır. Bu konudaki uygulamalar da güç ilişkileri içinde yer almıştır; merkez kuvvet­li olduğu zaman “tamğa”nın uygulanmasına özen gösterilmiş, hatta zor kullanılmıştır.

Geleneksel Konfüçyüsçülük görüşüne göre, dev­letin dayanağı tarım ve köylüler olmuştur. Ticaret erbabına sosyal basamakların en altında yer verilmiş, dış ticaret de devlet kontrolü altında yürütülmüştür. Moğol­lar geldikten sonra durum tersine dönmüştür. Yüzyıllardan beri Çin ile ticaret ilişkisi tesisi etmeye çalışan Orta Asyalı Müslüman tüccarlar, daha devletlerini kurmadıkları yıllarda (1206 öncesi) Çinggis Han’la temasa geçmişlerdi. Daha son­ra da hanedanla ortak ve kendilerine Çince wolutuo (ortağ) denilen (#tarih, sayı: 44) bir ticaret birliğinin parçası olarak devlet ve bürokraside önemli görevler almışlardı. 13. yüzyılın ortalarına kadar da vergiden muaf bir konumda idiler.

Öte yandan sözkonusu yeni devlet düzeninde askerî ve sivil birimler birbirinden ayrılmış değildi. Osmanlılarda ol­duğu gibi bir paşa vali de olabiliyordu. Bu uygulama o dö­nemde de çok eleştiri almıştır. Kubilay Han yeni bir düzen­lemeye giderek askeri (ehl-i seyf) ve sivili (ehl-i kalem) bir­birinden ayırdı. Ayrıca Çin’de 7-8 yüzyıldan beri bürokrasi “sınav” sistemine dayanıyordu. Halbuki Moğol eliti kendi­lerine ayrılmış % 50 oranındaki bir kotadan yararlanıyor ve gerektiğinde sınav sistemini rafa kaldırıyordu. Bu türlü “ka­yırma işleri”, idare altındaki Çin ahalisi tarafında olumsuz karşılanıyordu; Orta Asya’da ise böyle bir sınav sistemi ol­madığı için, “kayırma” doğal sayılıyordu.

Diğer bir mesele de Çin kültürü açısından nefretle karşı­lanan yenge veya üvey anne ile evlenme (levirat) uygulaması idi. Sadece Moğol değil İçasya kültürüne ait bu uygulama her ne kadar şeriata uymuyorsa da, Orta ve Batı Asya’da yenge ile evlenme günümüze kadar devam etmiştir.

Görülüyor ki Çinggis Han veya Moğol İmparatorluğu mi­rası her yerde aynı olmadığı gibi yerel şartlara göre şekille­niyordu. Başka konularda olduğu gibi burada da topyekûn genelleme yapmak yanıltıcıdır. Modeller kumaşa ve giyene göre şekil alır.