Kasım
sayımız çıktı

İnsan mısın sen ya? Evet; yani canavarım!

İÇİMİZDEKİ KÖTÜLÜĞÜ ŞEYTAN'A MÂLETMEK… SOSYAL PSİKOLOJİ VE ÖNCÜLERİ

2. Dünya Savaşı, sıradan insanların da akla hayale sığmayacak kötülükler yapabileceklerini gösterdi. Holokost’la zirve noktasına ulaşan dehşet, tüm dünyayı insanın doğasına ilişkin fikirleri gözden geçirmeye mecbur bıraktı. Sosyal psikologlar, savaşın ardından insanın otoriteyle ilişkisini bir dizi deneye tabi tutacak; itaatin rahatsız edici mekanizmalarını açığa çıkaracaklardı. İnsan zihninin karanlık köşeleri…

Milyonlarca insanın aynı ahlak yoksunluğunu paylaşıyor olması bunları erdem yapmaz; paylaşılan hataların çok sayıda olması o hataları doğru yapmaz; milyonlarca insanın aynı zihinsel patolojide ortaklaşması bu insanları aklı başında yapmaz.

Erich Fromm

İnsan, içinde hayat bulduğu yeryüzünün yazgısına ortak oldu. Önce doğa sonra hem­cinsi üzerinde egemenlik ku­rarken sadece doğayı köleleştir­mekle kalmadı, kendi doğasını da boyunduruk altına aldı. İçimizdeki ve dışımızdaki doğanın köleleştirilmesiyle, modern de­nilen toplumlara doğru yol aldık.

Her insan, doğuştan başlaya­rak “uygarlığın” baskıcı yüzüyle tanışır. Babanın yönetimi, do­ğadan bağımsız akıldır. Çocuk bu kuvvete boyun eğerken acı çeker. Dürtülerine direnmesi, kendisiyle çevreyi birbirinden ayırtetmesi yani babanın sun­duğu ilkeleri içeren bir süperego sahibi olması istenir. Amacını anlamadığı bu taleplere, ceza­landırılmamak için, büyüklerin­den gördüğü sevgiyi yitirmemek için boyun eğer. Bir kişiye değil de bir gruba boyun eğildiğinde, bu süreç daha da sert ve acıma­sız olabilir. Sanayi toplumunda, doğrudan kolektif güçlerle tanı­şan çocuğun psikolojik dünya­sında konuşmanın, tartışmanın ve düşünmenin kapladığı yer azalırken vicdan ya da süper ego çözülür.

İnsan mısın sen ya
Cadı avından Holokost’a kitlelerin şiddeti
Ortaçağ insanı modern insandan sadece seçtiği kurbanlarla ayrılır. Cadıların, büyücülerin ve kafirlerin yerini modern zamanların yasaklıları alır.

Çocukluktan gençliğe ge­çerken öğretilen ideallerle, ka­bul edilmek zorunda kalınan gerçeklik arasındaki mesafeyi keşfetmek direnme ya da boyun eğmeye yolaçar. Direnen birey, doğruluktan feragat etmekten­se çatışmalarla örülen bir hayatı kabul edecektir. O, yalnızlığı gö­ze almak zorundadır. Boyun eğiş ise çoğunluğun seçmek zorun­da kaldığı yoldur. İnsanların ço­ğunluğu, kendi sıkıntılarından ötürü toplumu suçlamaya de­vam eder. Gerçekliğe karşı çıkamayacak kadar zayıf olanların, onunla özdeşleşmekten başka çaresi kalmaz.

Boyunduruk altındaki in­sanlar, baskı organıyla kolayca özdeşleşir. Baskıya gösterdikle­ri tepki, taklittir, yani karşı ko­nulmaz bir ezme isteği. Sonra bu istek de onu doğuran sistemi sürdürmek için kullanılır. Bu açıdan modern insan, Ortaçağ insanından sadece seçtiği kur­banlarla ayrılır. Cadıların, büyü­cülerin ve kafirlerin yerini ya­saklılar alır.

Almanya’da Nazilerin mi­tinglerinde konuşmacıya ve din­leyenlere asıl haz veren şeyin, toplumsal olarak bastırılmış dürtülerin dışa vurulduğu, taklit edildiği oyunlar olduğu bilinir. Yasaklanmış doğal dürtüler, burada ceza korkusu olmadan an­latım imkanı bulur.

Mimetik dürtülerine geri dönme eğilimini hiçbir zaman tam olarak yenememiş binler­ce insan vardır. Başka bir de­yişle, insanların çok büyük bir çoğunluğunun “kişiliği” yoktur; gerçekten saygı duydukları ve özendikleri tek şey “iktidar”dır.

İnsan mısın sen ya
Sıradan insanların içindeki karanlık Dünya Savaşı’nın dehşeti, sıradan gibi görünen insanların uygun ortam bulduğunda nasıl vahşileşebileceğini göstermiş; sosyal psikologları bu karanlığı yaratan koşulları incelemeye yöneltmişti.

Hitler’in iktidarı ve Nazi Partisi

1. Dünya Savaşı 1918 sonbaha­rında sona ermiş; Alman İm­paratorluğu çökmüş; Weimar hükümetiyle yeni bir dönem başlamıştı. Almanya artık bir cumhuriyetti. Alman parlamen­tosunda en fazla delegeye sahip siyasi parti Sosyal Demokratlar ülkeyi yönetiyor; radikal gruplar ve diğer siyasi partiler de sava­şın ve monarşinin sona erme­sini takip eden kargaşada ikti­darı ele geçirmeye çalışıyordu. Bir taraftan özgürlük rüzgarları eserken, bir taraftan sokaklarda şiddet ve gerginlik de sürüyor­du. Bu hızlı değişimin getirdiği tedirginlik, kaygı ve korku, ama en çok da belirsizlik Weimar dö­nemine damgasını vurdu.

1. Dünya Savaşı boyunca ya­şanan can kayıplarının ağırlığı, insan yaşamının ne kadar ucuz, ne kadar kolay harcanabilir ol­duğunun kanıtı gibiydi. Haya­tın değerinin sorgulandığı bu dönem, “ırkı ıslah etmek” için yeni bir hareketin de yükselme­sinin önünü açmıştı. Öjenistler, “ırksal olarak kusurlu” insanları ortadan kaldırarak insan ırkının standardını yükseltebilecekleri­ne inanıyordu.

1920’de avukat Karl Binding ve psikiyatrist Alfred Hoche’nin yayımladığı kitapçık, öjeni tar­tışmalarının fitilini ateşlemişti. Binding ve Hoche, kimi hayatla­rın yaşanmaya değer olmadığını savunuyor; “hiçbir değeri olma­yan” bu insanların hem toplu­mun iyiliği için hem de merha­met (!) icabı ortadan kaldırıla­bileceğini savunuyordu. Alman kültüründe bir dönüm nokta­sı olan bu kısacık kitap, Holo­kost’un öncüsü T4 programının da tetikleyicisi olacaktı. Savları şöyleydi: Geçmişin müreffeh za­manlarında belki bu fazla yükler taşınabiliyordu ama artık işler değişmişti. Zor zamanlardan ge­çiliyordu. Başarıya ulaşmanın koşulu sağlıklı ve güçlü olmak­tan geçiyordu. Toplum için ki­min değersiz olduğu da hekim­ler tarafından belirlenebilirdi; fiziksel ve zihinsel olarak iyileş­mesi mümkün olmayan kişile­rin tanımlanabilmesi için birçok bilimsel kriter vardı. 1920’de Adolf Hitler ve Nazi Partisi’nin üyeleri bu fikirden etkilenmeye başladı.

Alman ekonomisinin ge­lişmeye başlaması; 1926’da Al­manya’nın Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmesi; 1928’de ülkenin savaştan kurtulması… İşlerin iyiye doğru gittiği bu dönemde Almanların, Hitler ve Nazi Par­tisi’nin yaymaya çalıştığı nefret­le ilgilenmesi için fazla neden yok gibiydi. Nazilerin seçimler­de oyların sadece %2’sini alması da bunun işaretiydi.

Alfred_Erich_Hoche-(1)
Öjenizmin doğuşu 1920’de psikiyatrist Alfred Hoche (üstte) ve avukat Karl Binding’in (üstte, sağda) yayımladığı kısacık bir kitap, öjeni tartışmalarının fitilini ateşlemişti. Alman kültüründe bir dönüm noktası olan kitap, Holokost’un öncüsü T4 programının tetikleyicisi olacaktır.

Ancak 1929 Ekim’inde dün­ya çapındaki ekonomik bunalım her şeyi etkileyecekti. İşletmeler üretimi azaltıyor; işçi çıkarmak zorunda kalıyordu. Sadece yok­sulluk değildi sözkonusu olan; kırgınlık ve umutsuzluk da ar­tıyordu… Hayatın acımasızlığı karşısında insanlar bir mucize bekler hale gelmişti. Tarikatla­ra, falcılara ve kahinlere rağbet artıyordu.

Bunalımı sona erdirme ümi­diyle Sosyal Demokrat Her­mann Müller’in yerine Katolik Merkez Partisi’nden Heinrich Brüning yeni şansölye olarak atanmış, ama bu değişiklik ye­terli olmamıştı. Alman toplumu giderek “demokrasinin ekono­mik çöküşle başa çıkamadığı” fikrine yaklaşıyordu. Krizden çıkmak için net çözümler vade­denler, aşırı uçlardaki partiler­di. Komünist Parti, Sovyetler Birliği’ndekine benzer şekilde toprağın ve sanayinin yalnızca kendi kârını düşünen kapitalist­lerden devralınıp “ortak iyi”yi gözeterek paylaştırılması gerek­tiğini savunuyordu. Naziler ise Almanya’daki ekonomik krizden Yahudileri, komünistleri, libe­ralleri ve pasifistleri sorumlu tu­tuyor; Almanya’ya eski itibarını yeniden kazandırma sözü veri­yorlardı. Sloganları “İş, özgürlük ve ekmek”ti. 1930’daki seçim­lerde hem Komünistler hem de Naziler önemli kazanımlar elde ettiler. 1928’de sayısı 800.000 olan Nazi Partisi seçmenleri, 1932’de 13.4 milyona fırlamış­tı. Almanya’daki işçilerin yüzde 40’ından fazlası işsizdi.

30 Ocak 1933’te Adolf Hit­ler Almanya Şansölyesi olarak atandıktan sadece birkaç gün sonra, muhaliflerini, özellik­le komünistleri ve Yahudile­ri hedef almaya başladı. Aylar içinde Almanya bir diktatörlü­ğe dönüşmüştü. 1934’te Naziler, bu kez dikkatlerini “saf bir ulu­sal topluluk” yaratma hedefi­ne çevirdiler. Yahudilere karşı artan düşmanlık, 1938’in 9-10 Kasım’ında ev, işyeri ve ibadet­hanelerinin yağmalanması, yüz­lerce kişinin öldürülmesiyle ilk zirve noktalarından birine ulaş­tı. Her yeri kaplayan cam kırık­larının gecenin karanlığındaki hazin ışıltısı nedeniyle “Kristal Gece” olarak anılan Kasım kıyı­mı, 1933’te başlayan düşmanlı­ğın düzenli bir takibe dönüşme­sinin de başlangıcıydı.

Eylül 1939’da Almanya’nın ve SSCB’nin Polonya’yı işgaliyle Avrupa’da 2. Dünya Savaşı baş­ladı. 3. Reich Avrupa’daki gücü­nün zirvesine ulaştığında, Nazi­ler akıl almaz sayıda Yahudiyle birlikte “aşağı ırk” kabul ettik­leri herkesi öldürmeye başladı… Ve Holokost…

İnsan mısın sen ya
2. Dünya Savaşı yıllarında Alman propaganda afişlerine ilgiyle bakan çocuklar…

Savaşın ardından sosyal psikoloji

Holokost’un dehşeti, araştırma­cıları sosyal etki ve itaat üzeri­ne çalışmaya yöneltmişti. İn­sanların bu korkunç eylemlere katılmalarının nedenleri nasıl açıklanabilirdi? Yalnızca emir­leri yerine getiriyor ve toplum­sal baskıya boyun mu eğiyorlar­dı, yoksa başka faktörler de var mıydı? Bu sorulara cevap arayan sosyal psikologlar, otorite ve ita­at gibi toplumsal olguların gücü­nü daha doğru değerlendirmeye başladı.

Hegel, toplumun sosyal ak­lın gelişimiyle kaçınılmaz bağ­lantılara sahip olduğu fikrini ortaya koymuş ve bu da “grup zihni” kavramının doğmasına yolaçmıştı. 1860’ta kolektif zi­hin üzerine çalışan “Volkerpsy­chologie” ortaya çıkmıştı. Yine de 1924’te Allport, sosyal dav­ranışın esasen insanlar arasın­daki etkileşimden kaynaklan­dığını gösterene kadar, sosyal davranışın doğuştan/içgüdüsel olduğuna yani tamamen birey­sel olduğuna inanılmaya devam edilmişti. Sosyal psikolojinin te­mel araştırmalarının çoğu ise 2. Dünya Savaşı sırasında Hitler’in takipçilerine aşıladığı mutlak itaati anlamaya çalışan araştır­macılar tarafından geliştirildi.

1936’da, bugün sosyal psiko­lojinin babası olarak kabul edi­len Kurt Lewin’in öne sürdü­ğü “B= f (P, E)” denklemi, insan davranışını neyin belirlediğini izah etmeyi amaçlıyordu. Formül; davranışın (B), kişinin (P) ve çevresinin (E) bir işlevi ol­duğunu vurguluyordu. Diğer bir deyişle, belirli bir kişinin her­hangi bir zamandaki davranışı, hem kişinin özelliklerine hem de sosyal durumun etkisine bağ­lıydı.

İnsan mısın sen ya
Mutlak itaatin mekanizması Sosyal psikologlar, 2. Dünya Savaşı sonrası Hitler’in takipçilerine aşıladığı mutlak itaati anlama hedefiyle deneyler yapmaya başladı. Davranışın içgüdüsel değil çevresinin de etkisiyle şekillendiği fikri böyle doğdu.

Yine 1936’da Muzafer Sherif ve 1952’de Solomon Asch tara­fından yapılan grup çalışmala­rı ile 1963’te Stanley Milgram tarafından itaat üzerine yapı­lan deneysel çalışmalar, sosyal gruplarda baskının rolünü ve otorite sahibi kişilerin diğerleri­ni nasıl itaat etmeye hatta bazı durumlarda başkalarına ciddi şekilde zarar vermeye yöneltti­ğini ortaya koymuştu.

Milgram ve meslektaşlarının yaptıkları bir deneyde, öğret­men rolü verilen katılımcılar­dan, öğrenci rolündekinin her yanlış cevabına karşılık elektrik şoku vermeleri istenmişti. Şok­lar aslında gerçek değildi; ama öğretmen rolündekilere bunun tehlikeli olduğu, öğrenci rolün­dekilere de acı çeker gibi rol yapmaları söylenmişti. Deney­de, her yanlış cevaptan sonra ve­rilen elektriğin voltajını yükselt­mek de teşvik edilmişti. Sonuçta hiçbir katılımcı 300 volt seviye­sinden önce şok uygulamaktan vazgeçmemiş; en yüksek limit olan 450 volt’a ulaşanların oranı yüzde 65 olmuştu. “Öğretmen­ler” sırf bir otorite figürü onlara bunu yapmalarını söylediği için, bir insana zarar vermek pahası­na maksimum düzeyde şok ver­mişlerdi.

İnsan mısın sen ya
Milgram Deneyi 1963’te Stanley Milgram tarafından yürütülen ünlü deneyde, katılımcılar yalnızca bir otorite figürü onlara öyle diyor diye, diğer katılımcılara elektrik vermekten çekinmemiş; deneklerin %65’i en yüksek limit olan 450 volt’a kadar çıkmıştı.

1971’de Philip Zimbardo’nun ünlü “Stanford Hapishane De­neyi”nde ise hapishane gibi kur­gulanan bir üniversite bodru­munda, gardiyan ve mahkum rollerini oynamak üzere işe alı­nan erkek üniversite öğrencile­rinden faydalanılmıştı. Rastgele seçilen mahkumlar kısa sürede pasif hâle gelirken, gardiyanlar aktif, vahşi ve baskın bir rol üst­lenmişlerdi. Her iki grubun da insanlıktan çıkma derecesinde düşmanlık sergiledikleri bu de­ney, sosyal rollere uyumun sos­yal etkileşimin bir parçası ola­rak gerçekleştiğini göstermişti. Etkileşimler öylesine şiddetli bir hâl almıştı ki Zimbardo ça­lışmayı erken sonlandırmak zo­runda kaldı.

Yıllar içinde sosyal psi­koloji hızla genişledi. 1968’de Darley ve Latané, ihtiyacı olan insanlara yardım etme ya da etmeme kararını açıklamaya yardımcı olan bir model ge­liştirdi. 1974’te ise Leonard Berkowitz insan saldırganlığı çalışmasına öncülük etti. Gor­don Allport ve Muzafer Sherif önyargı ve ayrımcılığı anlamak amacıyla gruplararası ilişkilere odaklandı.

20. yüzyılın ikinci kısmında ise sosyal psikologlar; reklam­cıların mesajlarını daha etkili hale getirmenin yollarını bulma amacıyla ilk resmî ikna model­lerini geliştireceklerdi.

LARS VON TRIER’İN 3’LEMESİ

‘Dogville’ ve sıradan insanın kötülüğüne dair

“Amerika Üçlemesi”nin ilk halkası “Dogville” (2003) aynı zamanda kendi halinde, zararsız gibi görünen insanların içinden çıkan riya ve sömürüyü; iyilik diye sunulan sahte erdemlerin altında yatan nefreti gözler önüne seren bir sosyal psikoloji deneyiydi.

İnsan mısın sen ya

ABD’de 1930’lu yıllar… Peşindeki gangsterlerden kaçan Grace, Colorado’da Dogville adlı küçük bir kasabaya sığınır. Kasaba sakinlerinden Tom, silah seslerini duymuştur ve gangsterlerden kaçan Grace’le böylece tanışır. Ardından, Grace’in saklanmasına yardım etmek için kasabalılardan yardım ister ve onu kasaba halkıyla tanıştırır. Kendi kendine yete­bilen ve huzurlu bir hayat süren Dogville halkı şaşkındır. Yeni misafirlerine onu tanımak için 2 hafta mühlet verirler.

Geçmişinden kaçan bu güzel kadını, kasabalı kısa zamanda bağrına basar ve onun için üzülür. Ancak bu kabulü izleyen günlerde her şey değişmeye başlar. Dogville halkının sakin hayatı bu yabancıy­la aniden değişivermiştir. Grace’in varlığı, kasaba halkı için büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Temkinli olmak zorundadırlar. Kasabanın karanlık yüzü yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar. Önceleri onu onaylayan ve bu yeni duruma karşı çekingen olan halk, aldıkları riskin de verdiği cesaretle Grace’den sonu gelmeyen isteklerde bulunmaya başlar.

GERÇEK İLE YALAN ARASINDA

Sosyal psikolojide iki ünlü deney ve bir acı gerçek…

KITTY GENOVESE CiNAYETi VE ‘SEYiRCi ETKiSi’: 1964’te New York-Queens’te bir cinayet işlen­di. 28 yaşında bir barmaid olan Kitty Genovese, 13 Mart gecesi 02.30 sularında işten eve döner­ken bıçaklı bir adamın saldırısına uğradı. Robert Mozer, olaya tanık olduğu penceresinden “Bırakın o kızı” diye bağırınca saldırgan kaçtı. Ağır yaralanan Genove­se sürünerek evine girmiş, 10 dakika sonra geri gelen saldırgan Winston Moseley bu defa ona te­cavüz etmiş, tekrar bıçaklamış ve parasını çalmıştı. Komşusu Sophia Farrar, Genovese’i bulduğunda polisin aranması için çığlık atmış, polis birkaç dakika sonra gelmiş, fakat Genovese hastaneye kaldırılırken ambulansta hayatını kaybetmişti.

Polis apartmanın kapısını çaldığında ve ev arkadaşı Zielon­ko’ya olayla ilgili bilgi verdiğinde saat sabah 04.00’tü. 38 ayrı görgü tanığının olduğu, ama hiç kimsenin polise haber vermediği söyleniyordu. Zira herkes bir baş­kasının bildireceğini düşünmüştü. Cinayet The New York Times’ta kısa bir habere konu olmuştu.

Büyük şehirde insanların bir­birlerine karşı ne kadar duyarsız olduğuna dair bu hikaye, giderek ün kazanmış ve zaman içinde bütün ders kitaplarına girmişti. Bu psikolojik olgu bugün de “Ge­novese sendromu” veya “seyirci etkisi” olarak adlandırılıyor. Teori, bir olayın bir tanığı varsa kurbana yardım etme olasılığının daha yüksek olacağını; birden çok tanığın olduğu durumlarda ta­nıkların birbirine güvenerek yardım etmeme olasılığının yükseleceğini söylüyordu.

İnsan mısın sen ya

Ancak gerçekte Kitty Genove­se’in başından geçenler anlatılan­lardan farklıydı. Görgü tanıklarının sayısı gazetedeki habere dayan­dırılmıştı. Olay 2007’de yeniden araştırıldığında bu görgü tanıklarına dair hiçbir bilgi edinilemedi. Tanık­ların harekete geçmediği de doğru değildi. Polis raporları incelendiğin­de en az iki ayrı tanığın polise haber verdiği görülmüştü. 911 hattının henüz devreye girmediği bu yıllarda polis olay yerine geç gelmişti. Yani The New York Times haberi şaibeli ve abartılıydı. Mart 2016’da gazete, 57 yıl önceki olayla ilgili yaptıkları haberin isabetli olmadığını kabul eden bir duyuru yayımladı. Bu duyuruya göre 38 değil, 10-12 tanık vardı ve bu tanıkların hiçbiri olayı baştan sona görmemişti. Gerçekten yardım edebilecek 2-3 tanık vardı. İçlerinde sadece biri bıçaklama olayını görmüştü. Kitty Genovese vakası çok doğru bir misal olmasa da “seyirci etkisi” laboratuvar deneyleriyle de ortaya konmuş bir sosyal davranıştır.

STANFORD HAPiSHANE DENEYi: Ağustos 1971’de Stanford Üniver­sitesi’nde yapılacak bir deney için, “Hapishane yaşamının psikolojik bir incelemesi” başlıklı ilana başvu­ranlar arasından, fiziksel ve zihinsel olarak tamamen sağlıklı olduğuna karar verilen 24 genç erkek seçil­mişti. Günde 15 dolar ücret ödenen denekler, rastgele şekilde yarısı gar­diyan, yarısı mahkum olacak şekilde bölündü. Gardiyanlara mahkumları fiziksel olarak taciz etmemeleri emredildi ve göz temasını engelle­yen aynalı güneş gözlükleri verildi. Mahkumlar üniversite kampüsün­de bir binanın bodrum katındaki sahte bir hapishaneye teslim edildi. Baskı ortamı yaratmak amacıyla her mahkumun üniforma giymesi ve ayak bileğinde asma kilitli bir zincir taşıması sağlandı. İkinci gün mah­kumların isyan çıkarması üzerinde, gardiyanlar bir ödül ve ceza sistemi geliştirdi. İlk dört günde üç mahkum öylesine şiddetli travma geçirmişti ki bunlar serbest bırakıldılar. Zim­bardo, 1 hafta bile geçmeden deneyi sona erdirmek zorunda hissetmiş ve kendisini bazen bir araştırmacı­dan ziyade hapishane müdürü gibi hissettiğini itiraf etmişti. Stanford Hapishane Deneyi daha sonra “Das Experiment” (2001) ve “The Expe­riment” (2010) filmlerine de ilham kaynağı oldu.

İnsan mısın sen ya
İtaat ölüm getirdi 1994’te denizcilik tarihinin en büyük facialarından birinde aslında çok daha az kayıp verilebilirdi. M/S Estonia feribotu yolcuları, oldukça yakın olan kıyıya yüzebilecekken kaptanı dinlemiş; göz göre göre yan yatan feribotla birlikte batmışlardı.

ESTONYA FERiBOTU SENDROMU: Estonya’nın başkenti Tallinn’den Stockholm’e giden M/S Estonia feribotu 28 Eylül 1994’te Baltık Denizi’nde batmış; 989 yolcudan sadece 137’si kurtulurken 852 yolcu hayatını kaybetmişti. Denizcilik tarihinin en büyük facialarından biri olan kaza sırasında, aslında feribot kıyıya oldukça yakın bir mesafedeydi. Geceyarısı 00.50’de su almaya başlamış, ardından yan yatmıştı. 1 saat boyunca ağır ağır su alan feribot, saat 01.50’de tümüyle batmıştı.

Ölenlerin büyük çoğunluğunun çok iyi yüzme bilmelerine rağmen kurtulmak için çaba göstermeme­leri nasıl açıklanabilirdi? Davranış psikolojisi uzmanları kazadan kurtulanlarla, ölenlerin aileleri ve arkadaşlarıyla görüşmüş, geçmiş­lerini incelemişlerdi. Hadise şöyle gelişmişti: Su miktarının artmasıyla birlikte tahliye işlemi başlamıştı, fa­kat 1.000’e yakın yolcudan sadece 137’si su almaya başlar başlamaz hemen feribotu terk etmişti. Geri kalan 852 yolcu ise kaptanın “Panik yapmayın; dünyanın en güçlü feri­botundasınız” sözlerini dinleyerek su boşaltma işlemini izlemiş sular ağır ağır yükselirken dahi gemiyi ter­ketmemişti. 1 saat sonra feribotun tamamen yan yattığını gördük­lerinde bile, 852 yolcu yerinden kıpırdamamıştı!