2. Dünya Savaşı, sıradan insanların da akla hayale sığmayacak kötülükler yapabileceklerini gösterdi. Holokost’la zirve noktasına ulaşan dehşet, tüm dünyayı insanın doğasına ilişkin fikirleri gözden geçirmeye mecbur bıraktı. Sosyal psikologlar, savaşın ardından insanın otoriteyle ilişkisini bir dizi deneye tabi tutacak; itaatin rahatsız edici mekanizmalarını açığa çıkaracaklardı. İnsan zihninin karanlık köşeleri…
“Milyonlarca insanın aynı ahlak yoksunluğunu paylaşıyor olması bunları erdem yapmaz; paylaşılan hataların çok sayıda olması o hataları doğru yapmaz; milyonlarca insanın aynı zihinsel patolojide ortaklaşması bu insanları aklı başında yapmaz.“
Erich Fromm
İnsan, içinde hayat bulduğu yeryüzünün yazgısına ortak oldu. Önce doğa sonra hemcinsi üzerinde egemenlik kurarken sadece doğayı köleleştirmekle kalmadı, kendi doğasını da boyunduruk altına aldı. İçimizdeki ve dışımızdaki doğanın köleleştirilmesiyle, modern denilen toplumlara doğru yol aldık.
Her insan, doğuştan başlayarak “uygarlığın” baskıcı yüzüyle tanışır. Babanın yönetimi, doğadan bağımsız akıldır. Çocuk bu kuvvete boyun eğerken acı çeker. Dürtülerine direnmesi, kendisiyle çevreyi birbirinden ayırtetmesi yani babanın sunduğu ilkeleri içeren bir süperego sahibi olması istenir. Amacını anlamadığı bu taleplere, cezalandırılmamak için, büyüklerinden gördüğü sevgiyi yitirmemek için boyun eğer. Bir kişiye değil de bir gruba boyun eğildiğinde, bu süreç daha da sert ve acımasız olabilir. Sanayi toplumunda, doğrudan kolektif güçlerle tanışan çocuğun psikolojik dünyasında konuşmanın, tartışmanın ve düşünmenin kapladığı yer azalırken vicdan ya da süper ego çözülür.
Çocukluktan gençliğe geçerken öğretilen ideallerle, kabul edilmek zorunda kalınan gerçeklik arasındaki mesafeyi keşfetmek direnme ya da boyun eğmeye yolaçar. Direnen birey, doğruluktan feragat etmektense çatışmalarla örülen bir hayatı kabul edecektir. O, yalnızlığı göze almak zorundadır. Boyun eğiş ise çoğunluğun seçmek zorunda kaldığı yoldur. İnsanların çoğunluğu, kendi sıkıntılarından ötürü toplumu suçlamaya devam eder. Gerçekliğe karşı çıkamayacak kadar zayıf olanların, onunla özdeşleşmekten başka çaresi kalmaz.
Boyunduruk altındaki insanlar, baskı organıyla kolayca özdeşleşir. Baskıya gösterdikleri tepki, taklittir, yani karşı konulmaz bir ezme isteği. Sonra bu istek de onu doğuran sistemi sürdürmek için kullanılır. Bu açıdan modern insan, Ortaçağ insanından sadece seçtiği kurbanlarla ayrılır. Cadıların, büyücülerin ve kafirlerin yerini yasaklılar alır.
Almanya’da Nazilerin mitinglerinde konuşmacıya ve dinleyenlere asıl haz veren şeyin, toplumsal olarak bastırılmış dürtülerin dışa vurulduğu, taklit edildiği oyunlar olduğu bilinir. Yasaklanmış doğal dürtüler, burada ceza korkusu olmadan anlatım imkanı bulur.
Mimetik dürtülerine geri dönme eğilimini hiçbir zaman tam olarak yenememiş binlerce insan vardır. Başka bir deyişle, insanların çok büyük bir çoğunluğunun “kişiliği” yoktur; gerçekten saygı duydukları ve özendikleri tek şey “iktidar”dır.
Hitler’in iktidarı ve Nazi Partisi
1. Dünya Savaşı 1918 sonbaharında sona ermiş; Alman İmparatorluğu çökmüş; Weimar hükümetiyle yeni bir dönem başlamıştı. Almanya artık bir cumhuriyetti. Alman parlamentosunda en fazla delegeye sahip siyasi parti Sosyal Demokratlar ülkeyi yönetiyor; radikal gruplar ve diğer siyasi partiler de savaşın ve monarşinin sona ermesini takip eden kargaşada iktidarı ele geçirmeye çalışıyordu. Bir taraftan özgürlük rüzgarları eserken, bir taraftan sokaklarda şiddet ve gerginlik de sürüyordu. Bu hızlı değişimin getirdiği tedirginlik, kaygı ve korku, ama en çok da belirsizlik Weimar dönemine damgasını vurdu.
1. Dünya Savaşı boyunca yaşanan can kayıplarının ağırlığı, insan yaşamının ne kadar ucuz, ne kadar kolay harcanabilir olduğunun kanıtı gibiydi. Hayatın değerinin sorgulandığı bu dönem, “ırkı ıslah etmek” için yeni bir hareketin de yükselmesinin önünü açmıştı. Öjenistler, “ırksal olarak kusurlu” insanları ortadan kaldırarak insan ırkının standardını yükseltebileceklerine inanıyordu.
1920’de avukat Karl Binding ve psikiyatrist Alfred Hoche’nin yayımladığı kitapçık, öjeni tartışmalarının fitilini ateşlemişti. Binding ve Hoche, kimi hayatların yaşanmaya değer olmadığını savunuyor; “hiçbir değeri olmayan” bu insanların hem toplumun iyiliği için hem de merhamet (!) icabı ortadan kaldırılabileceğini savunuyordu. Alman kültüründe bir dönüm noktası olan bu kısacık kitap, Holokost’un öncüsü T4 programının da tetikleyicisi olacaktı. Savları şöyleydi: Geçmişin müreffeh zamanlarında belki bu fazla yükler taşınabiliyordu ama artık işler değişmişti. Zor zamanlardan geçiliyordu. Başarıya ulaşmanın koşulu sağlıklı ve güçlü olmaktan geçiyordu. Toplum için kimin değersiz olduğu da hekimler tarafından belirlenebilirdi; fiziksel ve zihinsel olarak iyileşmesi mümkün olmayan kişilerin tanımlanabilmesi için birçok bilimsel kriter vardı. 1920’de Adolf Hitler ve Nazi Partisi’nin üyeleri bu fikirden etkilenmeye başladı.
Alman ekonomisinin gelişmeye başlaması; 1926’da Almanya’nın Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmesi; 1928’de ülkenin savaştan kurtulması… İşlerin iyiye doğru gittiği bu dönemde Almanların, Hitler ve Nazi Partisi’nin yaymaya çalıştığı nefretle ilgilenmesi için fazla neden yok gibiydi. Nazilerin seçimlerde oyların sadece %2’sini alması da bunun işaretiydi.
Ancak 1929 Ekim’inde dünya çapındaki ekonomik bunalım her şeyi etkileyecekti. İşletmeler üretimi azaltıyor; işçi çıkarmak zorunda kalıyordu. Sadece yoksulluk değildi sözkonusu olan; kırgınlık ve umutsuzluk da artıyordu… Hayatın acımasızlığı karşısında insanlar bir mucize bekler hale gelmişti. Tarikatlara, falcılara ve kahinlere rağbet artıyordu.
Bunalımı sona erdirme ümidiyle Sosyal Demokrat Hermann Müller’in yerine Katolik Merkez Partisi’nden Heinrich Brüning yeni şansölye olarak atanmış, ama bu değişiklik yeterli olmamıştı. Alman toplumu giderek “demokrasinin ekonomik çöküşle başa çıkamadığı” fikrine yaklaşıyordu. Krizden çıkmak için net çözümler vadedenler, aşırı uçlardaki partilerdi. Komünist Parti, Sovyetler Birliği’ndekine benzer şekilde toprağın ve sanayinin yalnızca kendi kârını düşünen kapitalistlerden devralınıp “ortak iyi”yi gözeterek paylaştırılması gerektiğini savunuyordu. Naziler ise Almanya’daki ekonomik krizden Yahudileri, komünistleri, liberalleri ve pasifistleri sorumlu tutuyor; Almanya’ya eski itibarını yeniden kazandırma sözü veriyorlardı. Sloganları “İş, özgürlük ve ekmek”ti. 1930’daki seçimlerde hem Komünistler hem de Naziler önemli kazanımlar elde ettiler. 1928’de sayısı 800.000 olan Nazi Partisi seçmenleri, 1932’de 13.4 milyona fırlamıştı. Almanya’daki işçilerin yüzde 40’ından fazlası işsizdi.
30 Ocak 1933’te Adolf Hitler Almanya Şansölyesi olarak atandıktan sadece birkaç gün sonra, muhaliflerini, özellikle komünistleri ve Yahudileri hedef almaya başladı. Aylar içinde Almanya bir diktatörlüğe dönüşmüştü. 1934’te Naziler, bu kez dikkatlerini “saf bir ulusal topluluk” yaratma hedefine çevirdiler. Yahudilere karşı artan düşmanlık, 1938’in 9-10 Kasım’ında ev, işyeri ve ibadethanelerinin yağmalanması, yüzlerce kişinin öldürülmesiyle ilk zirve noktalarından birine ulaştı. Her yeri kaplayan cam kırıklarının gecenin karanlığındaki hazin ışıltısı nedeniyle “Kristal Gece” olarak anılan Kasım kıyımı, 1933’te başlayan düşmanlığın düzenli bir takibe dönüşmesinin de başlangıcıydı.
Eylül 1939’da Almanya’nın ve SSCB’nin Polonya’yı işgaliyle Avrupa’da 2. Dünya Savaşı başladı. 3. Reich Avrupa’daki gücünün zirvesine ulaştığında, Naziler akıl almaz sayıda Yahudiyle birlikte “aşağı ırk” kabul ettikleri herkesi öldürmeye başladı… Ve Holokost…
Savaşın ardından sosyal psikoloji
Holokost’un dehşeti, araştırmacıları sosyal etki ve itaat üzerine çalışmaya yöneltmişti. İnsanların bu korkunç eylemlere katılmalarının nedenleri nasıl açıklanabilirdi? Yalnızca emirleri yerine getiriyor ve toplumsal baskıya boyun mu eğiyorlardı, yoksa başka faktörler de var mıydı? Bu sorulara cevap arayan sosyal psikologlar, otorite ve itaat gibi toplumsal olguların gücünü daha doğru değerlendirmeye başladı.
Hegel, toplumun sosyal aklın gelişimiyle kaçınılmaz bağlantılara sahip olduğu fikrini ortaya koymuş ve bu da “grup zihni” kavramının doğmasına yolaçmıştı. 1860’ta kolektif zihin üzerine çalışan “Volkerpsychologie” ortaya çıkmıştı. Yine de 1924’te Allport, sosyal davranışın esasen insanlar arasındaki etkileşimden kaynaklandığını gösterene kadar, sosyal davranışın doğuştan/içgüdüsel olduğuna yani tamamen bireysel olduğuna inanılmaya devam edilmişti. Sosyal psikolojinin temel araştırmalarının çoğu ise 2. Dünya Savaşı sırasında Hitler’in takipçilerine aşıladığı mutlak itaati anlamaya çalışan araştırmacılar tarafından geliştirildi.
1936’da, bugün sosyal psikolojinin babası olarak kabul edilen Kurt Lewin’in öne sürdüğü “B= f (P, E)” denklemi, insan davranışını neyin belirlediğini izah etmeyi amaçlıyordu. Formül; davranışın (B), kişinin (P) ve çevresinin (E) bir işlevi olduğunu vurguluyordu. Diğer bir deyişle, belirli bir kişinin herhangi bir zamandaki davranışı, hem kişinin özelliklerine hem de sosyal durumun etkisine bağlıydı.
Yine 1936’da Muzafer Sherif ve 1952’de Solomon Asch tarafından yapılan grup çalışmaları ile 1963’te Stanley Milgram tarafından itaat üzerine yapılan deneysel çalışmalar, sosyal gruplarda baskının rolünü ve otorite sahibi kişilerin diğerlerini nasıl itaat etmeye hatta bazı durumlarda başkalarına ciddi şekilde zarar vermeye yönelttiğini ortaya koymuştu.
Milgram ve meslektaşlarının yaptıkları bir deneyde, öğretmen rolü verilen katılımcılardan, öğrenci rolündekinin her yanlış cevabına karşılık elektrik şoku vermeleri istenmişti. Şoklar aslında gerçek değildi; ama öğretmen rolündekilere bunun tehlikeli olduğu, öğrenci rolündekilere de acı çeker gibi rol yapmaları söylenmişti. Deneyde, her yanlış cevaptan sonra verilen elektriğin voltajını yükseltmek de teşvik edilmişti. Sonuçta hiçbir katılımcı 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan vazgeçmemiş; en yüksek limit olan 450 volt’a ulaşanların oranı yüzde 65 olmuştu. “Öğretmenler” sırf bir otorite figürü onlara bunu yapmalarını söylediği için, bir insana zarar vermek pahasına maksimum düzeyde şok vermişlerdi.
1971’de Philip Zimbardo’nun ünlü “Stanford Hapishane Deneyi”nde ise hapishane gibi kurgulanan bir üniversite bodrumunda, gardiyan ve mahkum rollerini oynamak üzere işe alınan erkek üniversite öğrencilerinden faydalanılmıştı. Rastgele seçilen mahkumlar kısa sürede pasif hâle gelirken, gardiyanlar aktif, vahşi ve baskın bir rol üstlenmişlerdi. Her iki grubun da insanlıktan çıkma derecesinde düşmanlık sergiledikleri bu deney, sosyal rollere uyumun sosyal etkileşimin bir parçası olarak gerçekleştiğini göstermişti. Etkileşimler öylesine şiddetli bir hâl almıştı ki Zimbardo çalışmayı erken sonlandırmak zorunda kaldı.
Yıllar içinde sosyal psikoloji hızla genişledi. 1968’de Darley ve Latané, ihtiyacı olan insanlara yardım etme ya da etmeme kararını açıklamaya yardımcı olan bir model geliştirdi. 1974’te ise Leonard Berkowitz insan saldırganlığı çalışmasına öncülük etti. Gordon Allport ve Muzafer Sherif önyargı ve ayrımcılığı anlamak amacıyla gruplararası ilişkilere odaklandı.
20. yüzyılın ikinci kısmında ise sosyal psikologlar; reklamcıların mesajlarını daha etkili hale getirmenin yollarını bulma amacıyla ilk resmî ikna modellerini geliştireceklerdi.
LARS VON TRIER’İN 3’LEMESİ
‘Dogville’ ve sıradan insanın kötülüğüne dair
“Amerika Üçlemesi”nin ilk halkası “Dogville” (2003) aynı zamanda kendi halinde, zararsız gibi görünen insanların içinden çıkan riya ve sömürüyü; iyilik diye sunulan sahte erdemlerin altında yatan nefreti gözler önüne seren bir sosyal psikoloji deneyiydi.
ABD’de 1930’lu yıllar… Peşindeki gangsterlerden kaçan Grace, Colorado’da Dogville adlı küçük bir kasabaya sığınır. Kasaba sakinlerinden Tom, silah seslerini duymuştur ve gangsterlerden kaçan Grace’le böylece tanışır. Ardından, Grace’in saklanmasına yardım etmek için kasabalılardan yardım ister ve onu kasaba halkıyla tanıştırır. Kendi kendine yetebilen ve huzurlu bir hayat süren Dogville halkı şaşkındır. Yeni misafirlerine onu tanımak için 2 hafta mühlet verirler.
Geçmişinden kaçan bu güzel kadını, kasabalı kısa zamanda bağrına basar ve onun için üzülür. Ancak bu kabulü izleyen günlerde her şey değişmeye başlar. Dogville halkının sakin hayatı bu yabancıyla aniden değişivermiştir. Grace’in varlığı, kasaba halkı için büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Temkinli olmak zorundadırlar. Kasabanın karanlık yüzü yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar. Önceleri onu onaylayan ve bu yeni duruma karşı çekingen olan halk, aldıkları riskin de verdiği cesaretle Grace’den sonu gelmeyen isteklerde bulunmaya başlar.
GERÇEK İLE YALAN ARASINDA
Sosyal psikolojide iki ünlü deney ve bir acı gerçek…
KITTY GENOVESE CiNAYETi VE ‘SEYiRCi ETKiSi’: 1964’te New York-Queens’te bir cinayet işlendi. 28 yaşında bir barmaid olan Kitty Genovese, 13 Mart gecesi 02.30 sularında işten eve dönerken bıçaklı bir adamın saldırısına uğradı. Robert Mozer, olaya tanık olduğu penceresinden “Bırakın o kızı” diye bağırınca saldırgan kaçtı. Ağır yaralanan Genovese sürünerek evine girmiş, 10 dakika sonra geri gelen saldırgan Winston Moseley bu defa ona tecavüz etmiş, tekrar bıçaklamış ve parasını çalmıştı. Komşusu Sophia Farrar, Genovese’i bulduğunda polisin aranması için çığlık atmış, polis birkaç dakika sonra gelmiş, fakat Genovese hastaneye kaldırılırken ambulansta hayatını kaybetmişti.
Polis apartmanın kapısını çaldığında ve ev arkadaşı Zielonko’ya olayla ilgili bilgi verdiğinde saat sabah 04.00’tü. 38 ayrı görgü tanığının olduğu, ama hiç kimsenin polise haber vermediği söyleniyordu. Zira herkes bir başkasının bildireceğini düşünmüştü. Cinayet The New York Times’ta kısa bir habere konu olmuştu.
Büyük şehirde insanların birbirlerine karşı ne kadar duyarsız olduğuna dair bu hikaye, giderek ün kazanmış ve zaman içinde bütün ders kitaplarına girmişti. Bu psikolojik olgu bugün de “Genovese sendromu” veya “seyirci etkisi” olarak adlandırılıyor. Teori, bir olayın bir tanığı varsa kurbana yardım etme olasılığının daha yüksek olacağını; birden çok tanığın olduğu durumlarda tanıkların birbirine güvenerek yardım etmeme olasılığının yükseleceğini söylüyordu.
Ancak gerçekte Kitty Genovese’in başından geçenler anlatılanlardan farklıydı. Görgü tanıklarının sayısı gazetedeki habere dayandırılmıştı. Olay 2007’de yeniden araştırıldığında bu görgü tanıklarına dair hiçbir bilgi edinilemedi. Tanıkların harekete geçmediği de doğru değildi. Polis raporları incelendiğinde en az iki ayrı tanığın polise haber verdiği görülmüştü. 911 hattının henüz devreye girmediği bu yıllarda polis olay yerine geç gelmişti. Yani The New York Times haberi şaibeli ve abartılıydı. Mart 2016’da gazete, 57 yıl önceki olayla ilgili yaptıkları haberin isabetli olmadığını kabul eden bir duyuru yayımladı. Bu duyuruya göre 38 değil, 10-12 tanık vardı ve bu tanıkların hiçbiri olayı baştan sona görmemişti. Gerçekten yardım edebilecek 2-3 tanık vardı. İçlerinde sadece biri bıçaklama olayını görmüştü. Kitty Genovese vakası çok doğru bir misal olmasa da “seyirci etkisi” laboratuvar deneyleriyle de ortaya konmuş bir sosyal davranıştır.
STANFORD HAPiSHANE DENEYi: Ağustos 1971’de Stanford Üniversitesi’nde yapılacak bir deney için, “Hapishane yaşamının psikolojik bir incelemesi” başlıklı ilana başvuranlar arasından, fiziksel ve zihinsel olarak tamamen sağlıklı olduğuna karar verilen 24 genç erkek seçilmişti. Günde 15 dolar ücret ödenen denekler, rastgele şekilde yarısı gardiyan, yarısı mahkum olacak şekilde bölündü. Gardiyanlara mahkumları fiziksel olarak taciz etmemeleri emredildi ve göz temasını engelleyen aynalı güneş gözlükleri verildi. Mahkumlar üniversite kampüsünde bir binanın bodrum katındaki sahte bir hapishaneye teslim edildi. Baskı ortamı yaratmak amacıyla her mahkumun üniforma giymesi ve ayak bileğinde asma kilitli bir zincir taşıması sağlandı. İkinci gün mahkumların isyan çıkarması üzerinde, gardiyanlar bir ödül ve ceza sistemi geliştirdi. İlk dört günde üç mahkum öylesine şiddetli travma geçirmişti ki bunlar serbest bırakıldılar. Zimbardo, 1 hafta bile geçmeden deneyi sona erdirmek zorunda hissetmiş ve kendisini bazen bir araştırmacıdan ziyade hapishane müdürü gibi hissettiğini itiraf etmişti. Stanford Hapishane Deneyi daha sonra “Das Experiment” (2001) ve “The Experiment” (2010) filmlerine de ilham kaynağı oldu.
ESTONYA FERiBOTU SENDROMU: Estonya’nın başkenti Tallinn’den Stockholm’e giden M/S Estonia feribotu 28 Eylül 1994’te Baltık Denizi’nde batmış; 989 yolcudan sadece 137’si kurtulurken 852 yolcu hayatını kaybetmişti. Denizcilik tarihinin en büyük facialarından biri olan kaza sırasında, aslında feribot kıyıya oldukça yakın bir mesafedeydi. Geceyarısı 00.50’de su almaya başlamış, ardından yan yatmıştı. 1 saat boyunca ağır ağır su alan feribot, saat 01.50’de tümüyle batmıştı.
Ölenlerin büyük çoğunluğunun çok iyi yüzme bilmelerine rağmen kurtulmak için çaba göstermemeleri nasıl açıklanabilirdi? Davranış psikolojisi uzmanları kazadan kurtulanlarla, ölenlerin aileleri ve arkadaşlarıyla görüşmüş, geçmişlerini incelemişlerdi. Hadise şöyle gelişmişti: Su miktarının artmasıyla birlikte tahliye işlemi başlamıştı, fakat 1.000’e yakın yolcudan sadece 137’si su almaya başlar başlamaz hemen feribotu terk etmişti. Geri kalan 852 yolcu ise kaptanın “Panik yapmayın; dünyanın en güçlü feribotundasınız” sözlerini dinleyerek su boşaltma işlemini izlemiş sular ağır ağır yükselirken dahi gemiyi terketmemişti. 1 saat sonra feribotun tamamen yan yattığını gördüklerinde bile, 852 yolcu yerinden kıpırdamamıştı!