İnsan türünün (homo sapiens) macerası, 60 bin yıl kadar önce Afrika’dan başladı. Uzun yüzyılların labirentinde hem zorlu şartlarla hem de birbiriyle mücadele eden İnsan’ın “seyircili ve seyircisiz” performansı, sadece motivasyonla belirlenmiyor. 20. yüzyılda literatüre giren meşhur fare ve hamamböceği deneyleri.
* homo homini lupus ve memento mori
Bundan 200 bin yıl önce evrilmeye başlayan insan topluluğu birçok defa yokolmanın eşiğine geldiyse de neslinin tükenmesine bir şeyler engel olmuştu; bunlar bir zeka patlamasının getirdiği avantajlar olmalıydı.
Yaklaşık 60 bin yıl kadar önce, değişen koşullarla birlikte su ve yiyecek gibi temel kaynaklarda kıtlık başladığında, o zamana kadar Afrika’da yaşayan insanlar bu eski kıtadan bütün dünyaya yayıldılar. Hayatta kalmayı sağlayan uyum yeteneklerini Afrika’dan başka yerlere de taşıdılar; insanın gerçek anlamda ortaya çıkmasına ve kültürün doğmasına neden olan bilincin gelişimini belirleyen de bu olmalıydı.
10 bin yıl önce yaşanan Neolitik devrimle, tarım yapmaya ve hayvanları evcilleştirmeye başlayan insanlar, uzmanlaşma, hiyerarşi ve yerleşik hayat gibi, “medeniyet” özelliklerinin ortaya çıkmasını sağladılar. 18. yüzyıl sonlarında İsveçli doğa bilimci Carl von Linnaeus, tür ve cins temelinde biyolojik sınıflandırmayı hayata geçirdiğinde, bütün insanların tek bir türe, homo sapiens’e ait olduğunu tespit etmişti.
19. yüzyılda İlerlemenin Yasası ve Nedeni adlı kitabında İngiliz filozof Herbert Spencer, sosyokültürel çevrenin evriminden söz ediyordu; bu ilerleme yasası, toplumun kendisi ve topluma dair üretim, yönetim, edebiyat, sanat gibi tüm alanlardaki gelişmeleri içermekteydi ve basitten karmaşığa doğru yol almaktaydı. Bu ilerlemede kural “en uygun olanın hayatta kalması” (survival of the fittest) olarak cereyan etmekteydi
İnsan zekasının parlayışına dair en eski bulgular Fransa’da Chauvet (37 bin yıl önce), İspanya’da Altamira (36 bin yıl önce), Fransa’da Pech Merle (20 bin yıl önce) ve Lascaux (17 bin yıl önce), mağaralarında ve tabii Türkiye’de Göbeklitepe’deki (11 bin yıl önce) sanat eserleri. Bu eserler sadece estetikleri ile değil, teknik beceri ve yüksek seviyede sosyal organizasyon kabiliyeti gibi insani potansiyel hakkında da bilgi veriyor.
Mağara sanatı, insanların sahip oldukları bilinç aracılığıyla hayvanlar aleminden ayrıldığı ve yaşamını artık başka bir varlık olarak sürdürmeye başladığı zamanın bir anlamda mührü iken, insanın huzursuzluğuna ve anlam arayışına da işaret ediyor.
İnsanlığın tüm genetik varlığının tam bir süreklilik arzettiği bugün, artık bilimsel araştırmalar ve modern genetik sayesinde şüpheye yer bırakmayacak şekilde bilinmekte; insan toplulukları arasında keskin genetik farklılıklar bulunmadığı, fakat coğrafyaya dayalı değişimlerin olduğu kabul edilmekte. Buradan doğal olarak bütün insanların aslında birbirinin kardeşi, yani aynı genetik dokuya sahip olduğu sonucu ortaya çıkmakta. Dolayısıyla, bütün toplumlar aslında aynı zihinsel kapasiteye sahip ve bütün kültürler, soyut düşünebilen insanın hayal dünyasının insan olmak ve hayatta kalmaya dair dışavurumu ve karşılaşacağı güçlüklerle başetmesi için gelecek nesillere mirası…
20. yüzyıl başında Robert Yerkes ve John Dodson, farelerin ayırtetmeyi öğrenmeleri üzerine “dans eden fare” adı verilen bir deney modeli geliştirdiler ve bu temel deneyin farklı versiyonlarını yaptılar. Fareler, beyaz geçiş yoluna her girdiklerinde zararsız bir elektrik şoku alacak, oysa buna paralel siyah yolda hiçbir şok olmayacaktı ve böylece “beyaz-siyah ayırt etme alışkanlığı” kazanacaklardı. Şoklar çok zayıf olduğunda fareler motive olmamış ve yavaş öğrenmişlerdi. Orta şiddette şok verildiğinde daha fazla motive olmuş ve kafesin kurallarını daha hızlı öğrenmişlerdi. Ancak şokun şiddeti çok yükseldiğinde fareler kötü performans sergiliyordu; şokların şiddeti azami düzeye çıktığında fareler korkudan başka bir şeye odaklanamıyor, kafesin hangi tarafının güvenli olduğunu, hangi tarafının olmadığını hatırlayamıyorlardı. 1908’de uyarılma ile performans arasındaki ilişkiyi açıklayan Yerkes-Dodson Kanunu ortaya kondu. Yasa, performansın fizyolojik ya da zihinsel uyarılmayla arttığını, ancak bu artışın yalnızca belirli bir noktaya kadar devam ettiğini kanıtlıyordu.
1969’da ise Robert Zajonc, Alexander Heingartner ve Edward Herman, hamamböceklerinin iki koşul altında farklı görevleri başarma hızını karşılaştırmak istediler. Koşullardan birinde hamamböcekleri yalnız ve refakatçisiz iken, öbüründe bir hemcinsleri izleyici rolündeydi. Sosyal koşulda, diğer hamamböceği koşucuyu birbirlerini görüp koklamalarına olanak tanıyan ama doğrudan temasa müsaade etmeyen plastik bir camdan izliyordu.
Hamamböceklerinin yerine getirdiği görevlerden biri oldukça kolaydı: Düz bir koridorda koşmaları gerekiyordu. Diğeriyse biraz karmaşık bir labirentte gidip gelmelerini gerektiren daha zor bir görevdi. Beklendiği gibi böcekler başka bir hamamböceği onları gözlerken daha basit koşu pisti görevini çok daha hızlı yaptılar. Başka bir hamamböceğinin varlığı motivasyonlarını artırdı ve bunun sonucunda daha iyi performans sergilediler. Ancak daha karmaşık labirent görevinde, izleyicinin huzurunda yollarını bulma mücadelesi verirken, aynı görevi tek başına yaptıkları zamankinden çok daha kötü performans sergilediler.
Sonuçta, Yerkes ve Dodson’ın başlangıçta öne sürdüğü ilişki (ters U) genelde geçerliydi; ancak performansta fark yaratabilen ilave kuvvetler de sözkonusuydu. Bu kuvvetler, görevin ve kişinin özelliklerini, kişinin görevle ilgili deneyimlerini kapsıyordu. Bugün iki şey biliyoruz: İnsanlar için en iyi motivasyon koşulları karmaşıktır ve yüksek motivasyon her zaman yüksek performans anlamına gelmez.