Kasım
sayımız çıktı

Kilise, cami, bostan… Çokkültürlü bir mekan

Boğaz’da, Anadolu yakasının eski köyü Kuzguncuk’un tarihi 16. yüzyıla kadar uzanıyor. Bugün apartmanlar, işyerleri ve restoranlar arasında bulunan semt, cumhuriyet döneminden bugüne, siyasi iktidarlardan ziyade sakinlerinin çabasıyla tarihî dokusunu korumaya çabalıyor.

Yolunuz Abdülmecid Efendi Köşkü’ne düşerse, bu muhteşem binayı göz­lemlemekle yetinmeyin. Hemen yakınından denize inen yokuşun sağ tarafındaki, yüksek duvarla­rın arkasında kalan, geniş yeşil alana da dikkat edin.

İmam Galip’in başında, soka­ğın sağındaki minik düzlüğe gi­rin. Deniz yönünde ilerleyip düz­lüğün ucuna geldiğinizde, olağa­nüstü bir Kuzguncuk manzarası çıkacak karşınıza: İki tepe ara­sında bir koyak. Sağ taraf Nak­kaştepe, sol taraf Sultantepesi…

Bakışlarınızı manzaradan ayırıp etrafınıza bakın. Her ta­rafını otlar bürümüş, metruk bir alan göreceksiniz. Burası alelade bir yer değil: Etrafa rastgele ya­yılmış gibi duran, darmadağın, sayısız taş levha. Üzerlerinde İb­ranice yazılar… Burası meşhur Kuzguncuk Yahudi Mezarlığı’dır.

Kuzguncuk 16. yüzyılda Ya­hudi köyü olarak geçer. Yahu­diler için özel bir öneme de sa­hiptir: Kutsal Topraklar’a giden yolun başı sayılırdı Kuzguncuk. Müslümanların aynı nedenle Üsküdar’ı Kâbe Toprağı diye an­dıklarını hatırlayalım.

Mezar taşlarının büyük ço­ğunluğu yatay levhalar şeklinde­dir. Endülüs Yahudilerinin âdeti böyle imiş Minna Rozen’e göre. Bazıları, türbelerde görmeye alı­şık olduğumuz türden “sanduka” şeklinde. En eski mezartaşı 1592 tarihli ve Polonyalı bir Yahudi­ye ait.

 Cami ile kilise aynı karede

Kuzguncuk’un Ermeni kilisesi Surp Lusavoriç’in kubbesi ile Kuzguncuk Camii’nin minaresi aynı kare içinde, neredeyse aynı binanın parçaları gibi…

Sarkis Kalfa

Mezarlığın bulunduğu sem­tin adı İcadiye’dir. Sarkis Kal­fa 18. yüzyılda, kendi icadı olan yöntemle nakışlı özel bir bas­ma-yazma üretirdi burada. Sem­te adını veren de bu icattır. Ned­ret Ebcim “İcadiye caddesin­de sağlık ocağının yanında” bir imalathane olduğunu hatırlar. Basma-yazmalar sırtlanır deniz kenarına getirilir, Boğaz suları­na batırıldıktan sonra kurutulup imalathaneye geri getirilirmiş (Kumaşın üzerine desenler ya yazılır ya da şablon ile basılır­dı. “Yazma” ve “Basma” buradan geliyor).

Cami – Kilise

Üryanizade Sokak’ta deniz yö­nünde ilerlediğimizde, sokağımı­zı kesen Perihan Abla Sokak’ı da geçtikten sonra, sağda güzel bir manzara çıkar karşımıza: Kuz­guncuk’un Ermeni kilisesi Surp Lusavoriç’in kubbesi ile Kuz­guncuk Camii’nin minaresi aynı kare içindedirler ve sanki ikisi aynı binaya aitmiş gibi dururlar. Kuzguncuk’u bir hoşgörü timsali olarak görenler için semtin öze­tidir bu manzara.

Kilise Abdülaziz tarafından Beylerbeyi Sarayı’nın inşaatında çalışan Ermeni ustalar için yap­tırılmış. Zaten Üryanizade So­kak’ta bu Ermeni ustalar oturur­muş eskiden. Sokakta (ve Kuz­guncuk’ta da) hiç Ermeni yoktur artık ama.

Çarşı Caddesi’ne çıkıp sağa döndüğümüzde, kiliseyi cephe­den görürüz. Cami gayet yenidir. 1950’lerde yapılmıştır. 1930’lar­da bile Kuzguncuk nüfusunun %90’ı gayrimüslimdi. O yüzden belki, cami yoktu daha önce.

Cami için komşusu kilise 500 TL bağışta bulunmuş. Bu arada arsasının bir kısmını da vermiş. Kilisenin camiye yap­tığı jest güzel ama Türkiye’deki azınlıklarda hayatta kalma iç­güdüsüyle refleks haline gelmiş birtakım davranışlar olduğuna ben şahidim. Bu bağlamda dü­şünürsek, öz itibarıyla zoraki bir jest olabilir bu. Şahsi dü­şüncem.

Caminin yanından giren yol Yenigün Sokak’tır. Bizi Kuzgun­cuk’un göbeğine götürür. Yeni­gün Sokak’ın Tufan Sokak’tan itibaren devamı gibi olan Bostan Sokak’ın İcadiye Caddesi’ne ka­vuştuğu yerde sokağa adını ve­ren bostanın girişi vardır.

Bostan

Kuzguncuk’taki dönüşümün en sempatik unsuru hobi bahçesi­ne dönüşmüş olan bu bostandır. Eski Kuzguncuklular orayı “İl­ya’nın Bostanı” diye hatırlar.

İlya Rum’dur. Babası İspi­ro’nun ölümünden sonra o eker biçer bostanı. Kuzguncuk halkı ondan sebze-meyve satın alma­ya alışıktır. Çocukları da bostan­dan erik çalmaya!

1984’te ölene kadar çalışır orada İlya. Ondan sonra ara­zi boş kalır ve bostan Kuzgun­cuk halkının olur! İncirleri yenir bostanın. Çocuklar orada oynar­lar. Kurbanlar orada kesilir. İca­bında çöpler de oraya bırakılır! Derken, 1990’ların başında, esra­rengiz (!) bir şeyler olmaya baş­lar. Etrafı çitle çevrilir. Birileri gelip gitmeye başlar. Bunlardan biri Prof. Mehmet Haberal’dır.

Orada özel diyaliz merkezi açmaktır niyeti. Devletten kira­lamıştır arsayı. Planlar, projeler… Ve inşaat hazırlıkları. Kuzgun­cuk halkı (daha doğrusu halkın bir kısmı) örgütlenir Kuzgun­cuklular Derneği vasıtasıyla. Kuzguncuk’un “eski” sakinleri ile “yeni” sakinleri biraraya ge­lirler. Biri nöbetçi olur, arsa etra­fında bir hareketlenme olduğun­da koşar haber verir! Bir tanesi arsanın imar durumunu araştı­rır, bir tanesi basın-yayın dünya­sını harekete geçirir.

İlya’nın Bostanı semtin simgesi 1990’ların başında mahalle sakinlerinin birleşip mücadele ederek iş makinelerini durdurduğu “Bostan” eskiler tarafından “İlya’nın Bostanı olarak biliniyordu (üstte). Kuzguncuk Yahudi Mezarlığı’nın kocaman yatay levhaları (altta).

Neticede, 2002’de iş makina­ları tekrar arsaya girdiğinde (bu sefer Haberal’ın maksadı orada bir özel okul açmaktır) Kuzgun­cuk halkı yine harekete geçer, toplanıp gösteri yaparlar. Can Yücel de katkı sağlar bostanın savunulmasına. İnşaatçılar arsa­ya girdiklerinde, ondan esinle­nerek “dandini dandini dastana, danalar girdi bostana” ninnisini söylerler hep bir ağızdan!

Neticede bostan kurtulur. Büyükçe bir kısmında hobi bah­çeciliği yapılır İlya’nın Bosta­nı’nın. Bir kısmı gezinti bahçe­sidir. Bostanın içinde yine geniş bir alanda bir sinema perdesi ve onun önünde düzenlenmiş otur­ma yerleri göze çarpar. Kuzgun­cukluların yazlık sinema özlemi­ni gidermek için belki! Koskoca bir yeşil alan yani. Halkın hava aldığı bir yer. Hem de insanların oturdukları semtin geçmişiyle bağ kurmalarını, onu kurtarmak için verdikleri mücadeleden do­layı kendileriyle gurur duymala­rını sağlayan. İstanbul’da hiç alı­şık olmadığımız bir şey.

Madalyonun bir de öteki yü­zü var. Devlet 1977’de, birden­bire İlya’nın babasının “firari ve mütegayyip eşhas”’tan olduğu­na karar verdi, 1924’te çıkarıl­mış bir yasaya göre! Ve bosta­na el koydu. Sözkonusu kanun, 1924’te malının başında bulun­mayan gayrimüslimlerin malla­rının devlete intikalini öngö­rüyordu. İlya bostanı ekmeye devam etti, bir yandan da borç ödedi taksit taksit. Ancak dev­let 2011’de, bu şekilde el konu­lan vakıf mallarını iade ederek hatasını kabul etti. O dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu “bu bizim açımızdan vatandaşları­mızın haklarının iadesidir” dedi. İlya’nın ailesinden ve bostanın Türkiye’deki tek varisi olan Di­mitria Teyze “Bostan bizimdir!” diyor ve tabii onun için “biz” ve bostanın “kurtarılması” bam­başka bir anlam taşıyor.