Kasım
sayımız çıktı

Hazine’nin dibi görününce halkın altını ‘haram’ sayılır

Uzun Osmanlı asırları bo­yunca karşımıza değişik ad ve fonksiyonlarla çı­kan Hazine, klasik dönemde En­derun ve Birun (İç ve Dış) Hazi­neleri olarak anılırdı. Başlangıçta devletin ana hazinesi olarak Bi­run Hazinesi varken zamanla pa­dişahların şahsi hazinesi diye de­ğerlendirilen Enderun Hazinesi ortaya çıktı. Raht, Hil’at Hazine­leri adlarıyla anılanları da En­derun Hazinesi’nin altında yer alırdı. Fatih devrinden 3. Selim zamanına kadar aynı kalan yapı, Nizam-ı Cedid döneminde kuru­lan İrad-ı Cedid, Zahire, Tersane Hazineleriyle çeşitlendi.

Tüm bu çeşitlenme-artıştaki maksat, esas Hazine’nin ağzına kadar altın, gümüş ile dolmasın­dan ötürü ilave hazinelerin oluş­turulması değildi. Aksine, bir tür­lü doldurulamayan, çoğunlukla boş kalan Hazine’nin kayıp-kaça­ğını azaltarak daha küçük ölçek­li, kontrol edilebilir hazinelerle devletin ihtiyaçlarını karşılaya­bilmek maksadından kaynaklan­mıştır. Tanzimat sonrası kurulan Maliye Nezareti’ne bağlı Hazi­ne-i Amire ve padişahın Hazine-i Hassa’sıyla, dağınık mali teşkilat toparlanmaya çalışılmıştır.

Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nden dönüşünde “benim altın ile doldurduğum Hazine’yi benden sonra kim mangırla dol­durursa onun mührüyle mühür­lensin; altın ile doldurulursa be­nim mührümle mühürlenmeye devam edilsin” dese de, tamtakır kurubakır hâle gelen Hazine’nin devletin sonuna kadar Yavuz’un mührüyle mühürlendiği bilini­yor.

Kağıt para öncesi zamanda, altın ve gümüş sikkelerin teda­vülde olduğu dönemlerde Ha­zine’yi doldurmak çok güç olu­yordu. Bugünkü gibi kağıt para basmanın mümkün olmadığı o yıllarda, sikkelerin altın-gümüş ayarının düşürülmesiyle (tağşiş) para sıkıntısı aşılmaya çalışılırdı; fakat daha büyük sosyal sıkıntı­lar ortaya çıkardı. İsyanlara, ih­tilallere kadar gidebilen sosyal karışıklıkları önleyebilmek için sağlam politikalar üretilemiyor­du. Osmanlı Devleti, 1683 Viyana Kuşatması’nı takiben neredey­se tüm Avrupa’ya karşı 16 yıl ke­sintisiz süren savaşlar esnasın­da, 1699 Karlofça Antlaşması’na kadar varını yoğunu harcadı. Sonraki yıllarda mali bünye­nin iki yakasının biraraya gel­diği zamanlar sınırlıdır. Devlet, sosyal devlet anlayışından uzak olsa da, eğitim, sağlık, bayındır­lık hizmetlerinin büyük çoğun­luğu vakıflar eliyle yürütülse de, gelirlerin giderleri karşılayabildi­ği yıllar sayılıydı. Bütçenin gider kalemlerinin en büyükleri Yeni­çeri ulufelerine, devletten maaş alan görevlilere ve elbette en faz­lası askerî harcamalara aitti.

1739-1768 arasındaki uzun denilebilecek bir süre, Avrupa ülkeleriyle barış ortamı içinde geçirildi. 3. Osman’ın ölümüy­le 1757’de tahta çıkan 3. Musta­fa’nın bazı iktisadi hamleleriyle Hazine rahat bir nefes almış­tı. Padişah, Rusya ile kapanan savaş defterini yeniden açma­ya niyetlendiğinde “maksat para ise Edirnekapı’dan Rusçuk’a iki sıra altın kesesi dizerim” dese de Sadrazam Ragıp Paşa’nın karşı çıkması üzerine savaşı başlata­mamıştı. Ragıp Paşa’nın 1763’te ölümünden sonra yerine gelen Muhsinzade Mehmed Paşa’yı da ikna edemeyince sürgüne gön­dermişti. Savaşta ısrarlı olan pa­dişahın etrafında caydırıcı devlet adamı kalmayınca, hatta Reisül­küttap Ahmed Resmi Efendi’nin deyimiyle “Boğdan’dan gelen Al­yanak elmayı Kızılelma zanne­denler”in savaş çığırtkanlığı yap­malarıyla, Ruslara açılan savaş kısa sürede bozguna dönüştü. 5 yıl süren savaşta binlerce asker ve sivil kaybının yanında Rus­çuk’a kadar kese kese dizilecek altınların da dibine darı ekildi.

Osmanlı Devleti 1683 Viyana Kuşatması’nı takiben neredeyse tüm Avrupa’ya karşı 16 yıl kesintisiz süren savaşlar esnasında, 1699 Karlofça Antlaşması’na kadar varını yoğunu harcadı. 1739-1768 arasında görece rahat bir dönem geçiren Osmanlı toplumu, Ruslarla girilen savaş sonucu 1774’te yüz kızartıcı Küçük Kaynarca Antlaşması’na imza atmak zorunda kaldı.

Yıllar süren savaşların masrafları, üretici işgücünün savaşlarda kaybedilmesi, toplanamayan vergiler, ödenen korkunç savaş tazminatları ile elden çıkan toprakların gelirlerinden mahrum kalınmasıyla durum daha da kötüleşti. Buna karşın, kaybedilen Kırım’ı yeniden almak hırsıyla 1787’de Ruslara ve onlarla ittifak kuran Avusturya’ya savaş ilan edildi.

Yaşanan yenilgilerin ardından Hazine tamamen boşaldı ve halkın elindeki altın ve gümüşlü eyer, kap-kacak ve her çeşit altın ve gümüş eşyanın kullanılmasının şer’an haram ilanıyla şiddetli bir yasak getirilmesi en son çare olarak sunuldu. 3. Selim de şahsına ve harem kadınlarıyla şehzadelere ait altın-gümüş eşyadan bazılarını Darphane’ye gönderdi.

Hazine’nin dibi görünün­ce 3. Mustafa, oğlu Şehzade Se­lim’in doğumunda hediye gelip validesi Mihrişah Başkadınefen­di’nin elinde bulunan altınlara göz dikti. İ. H. Uzunçarşılı TTK Belleten’in 88. sayısındaki “Hü­zün Verici Bir Borç Senedi” adlı makalesinde 3. Mustafa’nın al­dığı borca karşılık Mihrişah Ka­dın’a verdiği senedi neşretmiştir. Padişah muhtemelen bu borcu ödeyemeden 1774’ün başında öldü ve yerine geçen kardeşi 1.Abdülhamid 26 Temmuz 1774’te Osmanlıları tahrip eden en kötü antlaşmaların başında gelen Kü­çük Kaynarca Antlaşması’yla sa­vaşa son vermek zorunda kaldı.

Yıllar süren savaşların mas­rafları, üretici işgücünün savaş­larda kaybedilmesi, toplanama­yan vergiler, ödenen korkunç sa­vaş tazminatları ile elden çıkan toprakların gelirlerinden mah­rum kalınması, Osmanlı maliye­sini uzun süreli bir krize soktu. Buna rağmen 1. Abdülhamid, Ruslar karşısındaki ağır mağlu­biyetin intikamını alabilmenin, bilhassa Kırım’ı yeniden Osman­lı Devleti’ne kazandırabilmenin hırsıyla yanıp tutuşuyordu. Şart­ların müsait olduğunu düşündü­ğü anda 1787’de Ruslara ve on­larla ittifak kuran Avusturya’ya savaş ilan etti. İki cephede birden müthiş bir savaş başladı. Giderek kötüleşen mali durum karşısın­da Tunus ve Cezayir’den borç alınması düşünüldü. Mümkün olmayınca Osmanlı tebaasının elindeki altın ve gümüş eşyaların belirlenen ücretle satın alındık­tan sonra Darphane’de altın ve gümüş sikke basılarak para darlı­ğının giderilmesi yoluna gidildi.

Savaşın ikinci yılında vefat eden 1. Abdülhamid’in ardından 7 Nisan 1789’da tahta geçen 3. Selim bomboş bir Hazine buldu. Saltanatındaki ilk yılında orduya para, zahire, yiyecek yetiştirmek­te zorlanınca, para bulmanın ça­relerini araması için rical-i dev­leti istişareye zorladı. 26 Zilkade 1203 (18 Ağustos 1789) tarihinde sadaret kaymakamının başkan­lığında sabık şeyhülislam Kamil Molla, sabık kaymakam Salih Paşa, Şeyhülislam Hamidîzade, Reisülküttap, Darphane Nazı­rı ve çok sayıda devlet adamının katılımıyla büyük bir danışma meclisi toplandı. Uzun tartışma­lardan sonra yabancı ülkelerden borç alınması; reayadan 1 sene­de iki defa cizye vergisinin tah­sili; Halep, Şam, Bağdat, Bursa gibi büyük şehirlerin tüccarıyla İstanbul sarraflarından borç te­dariki; İstanbul halkından ocak vergisi, esnaftan kepenk vergisi adıyla yeni vergiler tahsil edil­mesi akla geldiyse de hiçbirinin mümkün olmadığı ortaya çıktı. Felemenk (Hollanda) elçisinden bazı şartlarla borç talep edildiği ancak elçinin “şudur budur” di­yerek oyalama taktiğinden dolayı borç işine ümit bağlanamayacağı anlaşıldı.

Akıllara gelen her tedbirin boş çıkması üzerine en sonunda halkın elindeki altın ve gümüş eşyaların, parası mukabilinde Darphane’ye teslim edildikten sonra eritilerek madenleriyle altın ve gümüş sikke basılması­nın en uygun yol olduğu toplan­tı sonunda padişaha bildirildi. Halkın bu tedbire kulak asma­ması ihtimaline karşı, kadınla­rın ziynet eşyaları, kılıç, silah süsleri, katiplerin divitlerindeki gümüşler ve padişahın kullandı­ğı eyerler hariç halkın elindeki altın ve gümüşlü eyer, kap-ka­cak ve her çeşit altın ve gümüş eşyanın kullanılmasının şer’an haram ilanıyla şiddetli bir yasak getirilmesi en son çare olarak sunuldu. Ancak halkın bu ya­sağı ciddiye alıp uygulamaktan kaçınacağı “saraylarda, padişah kadınları ve kızlarında bu kadar gümüş var, önce onlar versin biz de verelim” diyeceği için padi­şahın bu işe öncülük etmesi ve şahsıyla ailesine ait altın-gümüş eşya ve evaninin (kap-kacağın) bir an evvel Darphane’ye teslim edilmesi tavsiye edildi.

Sadaret kaymakamı bu öne­riyi sunarken “Osmanlı Devle­ti halkın elindeki, saraylardaki altın-gümüş eşyayı eritip sik­ke basacak kadar zor duruma düştüğünün anlaşılmasıyla, di­ğer devletler arasında zelil bir duruma düşer mi” endişesini de yazmış. Öte yandan ortaya koyduğu endişeyi kendisi ber­taraf ederek “tarihlerin yazdı­ğına göre eskiden bundan daha kötü durumlara maruz kalındı­ğı, hatta bakırdan sikke kesildi­ği bilindiğine, üstelik yapılacak yasaklama şeriatın bir kuralını yerine getirmek olduğuna göre padişahın oluru üzerine şeyhü­lislam ile bir kere daha görü­şüldükten sonra kesin kararın bildirileceği” belirtilmiş [BOA. HAT. 182/8353].

18 Ağustos 1789 tarihli bu telhisin ardından fetva hemen çıkmamış. Zaten gergin olan sa­vaş ortamında halkın elindeki altın-gümüş eşyalara bir anlam­da elkonulmasının dedikoduları arttıracağı, belki de istenmeyen sonuçlara sebep olacağı düşünül­müş. Bir süre daha görüşmelerin devam ettiği, muhtemel pürüz­lerin giderildiği, ancak tamamen çaresiz kalındığı bir ortamda Şeyhülislam Hamidîzade Mus­tafa Efendi’nin fetvayı verdiği anlaşılıyor. Bu fetva üzerine uy­gulamayı onaylayan ve 3. Selim eliyle sadaret kaymakamına ya­zılan hatt-ı hümayunun arkasın­da 11 Safer 1204/31 Ekim 1789 tarihi yazılıdır. Anlaşılan o ki ma­li durumu kurtarabilecek siyasi fetva için biraz ayak sürünmüş, neredeyse 2 aydan fazla süren müzakereler sonucu güç bela ve­rilmiştir.

3. Selim fetva çıkar çıkmaz devlet adamlarının meşveret meclisindeki tavsiyesi uyarın­ca Harem’de şahsına ve harem kadınlarıyla şehzadelere ait al­tın-gümüş eşyadan bazılarını tespit ettirerek düzenlenen lis­teleriyle birlikte Darphane’ye gönderdi (Bu ilk listeyi İsmail Baykal, Tarih Vesikaları dergisi­nin 13. sayısında neşretmiştir). Ardından Osmanlı Devleti’nin tüm vilayet ve kaza merkezlerine gönderilen fermanlarla kadınla­rın ziynetleri, yüzük ve kuşaklar­daki paftalar, silah ve kılıç süsle­ri, katiplerin divitleri haricinde kalan altın ve gümüş eşyaların kullanımının haram olduğu; bu tür eşyaların bedeli mukabilin­de Darphane’ye teslim edilme­si gerektiği bildirildi. Gönderi­len fermanlara olumlu cevaplar verildiği, halkın ve taşra devlet adamlarının ellerindeki eşyayı Darphane’ye gönderdikleri görü­lüyor; ancak katılımın ne oranda gerçekleştiğini tespit edebilecek verilerden şimdilik mahrumuz.

Meşveret meclisinde alınan kararların yazıldığı telhiste, önce padişahın ve saray halkının bu yasaklara uyması telkin edilmiş­ti. 3. Selim, hatt-ı hümayununda bu noktaya da temas ediyor ve saltanatın ihtişamını sergilemek maksadıyla birkaç kıymetli rahtı (at eyeri) alıkoyup geri kalanı­nı Darphane’ye teslim edeceğini bildiriyor. Sarayın en zengin ha­zinelerinden olan Raht Hazinesi her türlü eyer, at koşumu, üzengi, kırbaç, at alınlığı gibi malzemele­rin saklandığı hazinedir. Devletin ihtişamlı zamanlarında devletin hazinesinde olduğu kadar, etkili ve güçlü sadrazamların hazine­lerinde de yüzlerce eyer takımı bulunurdu. Bunların mükem­mel surette altın ve gümüşten yapılmış, üzerleri yüzlerce elmas, zümrüt, yakut ve pırlantalarla süslenmişleri devletin ve devlet adamlarının ihtişamını vurgu­lamakta kullanılırdı. İşte bu ha­zinenin envanterinde kayıtlı bir eyerin üzerinde 1609 elmas, 1270 yakut, 205 zümrüt bulunmaktay­dı [BOA.MAD. 13061, sf.5].

3. Selim’in böylesine süslü, altın ve gümüşten mamul yüzler­ce eyerin bulunduğu Raht Hazi­nesi’ndeki eyerlerden birkaçını alıkoyup diğerlerini bozdurmak istediğini bildirmesi elbette bir fedakarlık gösterisidir. Ne ka­dar rahtın bozdurulduğuna dair bir liste yoktur ancak kendinden sonra gelen 2. Mahmud ve Ab­dülmecid zamanlarına ait Raht Hazinesi kayıtlarında da oldukça süslü, mücevherli hatırı sayılır miktarda eyer bulunuyor. Gü­nümüzde bu murassa eyerlerin bulunması gereken yer olan Top­kapı Sarayı’nda 2. Abdülhamid’e hediye gelen birkaç değersiz eyerden başkası görülmemekte­dir. Muhtemelen Kırım Savaşı sonrası iyice bozulan, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda ta­mamen iflas eden mali yapıda, elde kalan eyerler de teker teker bozduruldu ve günümüze intikal edemedi.

1 BELGE’NİN BELGESİ / 1789

3. SELİM’İN HATT-I HÜMAYUNU

‘Bu maslahat din içündür, ona göre nizam veresin’

Kaymakam Paşa

Meskûk akçeye kıllet gelmesinin sebebi hem temadî-i seferden ve hem evani-i zer u sim istimalin­den evvelkinden şimdi birkaç kat ziyade olduğundandır. Bu hususun şer’îsi semahatlü Şeyhülislam Efendi daîmizden sual olundukta hâtem ve kuşak paftasından ve hilye-i seyf ve hilye-i nisadan maada zer u simden masnû’ şeylerin rical ve nisaya istimali haram idüğini ve eşya-yı mezkûrenin zekâtı vacip ve hapsi bilâ-faide ve cihad içün lüzumu olmağla ashabı Darbha­ne’ye bey’ etmeleri içün emr-i âli sadır olsa mezbûrların ol emre itaat lazım olduğunu mübeyyin feteva-yı şerife vermeleriyle mu­cib-i feteva-yı şerif üzere hâtem ve kuşak paftasından ve hilye-i seyf ve hilye-i nisadan velhasıl erbab-ı harbin eslihasından ve küttabın ancak devatından ve nisvanın hilyelerinden maada zer u sim istimalini ammeden men edesin. Şân-ı saltanat içün ben fakat birkaç raht alıkoyup maadayı Darbhane’ye veririm. Vüzera ve rical ve sairleri raht u bisat ve harem ve selamlıkların­da memnûʻi’l-istimal olan evani ve gayri her ne [var] ise evvela kapuya götürüp bade’l-vezn ya­nına adam tayiniyle Darbhane’ye teslim ve akçelerini biʻt-temam ahz eylemek üzere tanzim edesin. Bu maslahat din içündür. Her kim ketm u ihfa ve hilafına icra eder ise Allah ve Peygambe­rimizin laneti üzerine olsun. Ona göre nizam veresin.

(Belgenin arka yüzündeki tarih 11 Safer 1204-/31 Ekim 1789)

BOA.HAT 226/12578

ŞEYHÜLİSLAM HAMİDÎZADE

MUSTAFA EFENDİ’NİN FETVASI

Minhü’t-Tevfik

Bu mes’elede eimme-i Hanefiy­ye’den cevap ne vechiledir ki

Altun ya gümüşten masnû’ olan hâtem ve kuşak paftası ve hilye-i seyf ve hilye-i nisadan maadanın rical ve nisaya istimali haram olur mu? Beyan buyurula.

El-Ceva—————————-p Allahü a’lem

Olur

Ketebehu el-Fakir Mustafa afa anhü

Bu surette altun ya gümüşten masnû’ olan eşyanın istimali haram ve zekâtı vacip ve hapsi bilâ faide ve cihad içün lüzumu olmağla Darphane-i Amire’ye ashabı bey’ etmeleri içün emr-i ali sadır olsa mezburların ol emre itaatleri lazım olur mu? Beyan buyurula.

El-Ceva——————————p Allahü a’lem

Olur

Ketebehu el-Fakir Mustafa afa anhü

BOA.HAT 226/12578-1

ŞERİAT AYKIRI AMA…

Altın-gümüş kaplar haramdı ama sultanlar da umursamadı

Osmanlı
İmparatorluğu’nun
sekizinci padişahı 2.
Bayezid (saltanatı
1481-1512).

İslâm dininin altın ve gümüş süs eşyalara belli kısıtlamalar getirdiği, bu kaplarda yiyip içmenin haram olduğu öteden beri bilinmesine rağmen, Os­manlı toplumunda bu yasaklara bilhassa varlıklı kesimlerde pek uyulmadığı görülmektedir. Solakzade ve Hammer Tarihle­rinde belirtildiğine göre 1509’da büyük bir deprem felaketine uğrayan İstanbul’un yeniden imarının ardından 2. Bayezid ilk defa altın kaplarda yemek yeme âdetini saraya sokmuştur. Halka üç gün altın ve gümüşten tence­reler, tavalarda pişirilen yemek­ler sahan ve tepsilerle sunuldu; üç günden sonra 2. Bayezid de altın-gümüş sahanlarda yemek yedi. Şeriata aykırı bu uygula­manın, depremle morali bozulan halkın ihtişam ve servetle gözünün kamaştırılması amacı taşıdığı düşünülebilir. Ancak padişahın takvası sebebiyle altın ve gümüş aleyhtarlığını kırmak isteyen ulemanın bu usulü telkin ettiği de iddia edilmektedir. Bu tarihten sonra saraylarda mev­cut eşya listelerinde ve devlet adamlarının, ahaliden zengin kişilerin terekelerinde çok fazla altın-gümüş eşyaya rastlanır.