Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle birlikte sağlık alanında da bir atılıma girişildi. Bu dönemde halkın sağlığının korunması; sağlıklı, güçlü bireyler yetiştirilmesi için eğitimli hekimlerin yetiştirilmesine büyük önem verildi. 1980’lerde başlatılan neoliberal politikaların 2003’te “Sağlıkta Dönüşüm Programı” ile hayata geçirilmesi ile sağlık, devletçe “sağlanan” temel bir haktan, devletin sadece “planladığı ve denetlediği” bir hizmete dönüştürüldü.
Ankara’da 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açıldığında Millî Mücadele’nin de dönüm noktası oldu. Dr. Adnan (Adıvar) Bey, Ankara hükümetinin ilk Sağlık Bakanı oldu. Elde herhangi bir kayıtlı bilgi olmadığından önce çalışan hekimlerin isimleri tespit edilmeye çalışıldı ve ülke genelinde 1323 çalışanla yeni bir yapılanmaya gidildi; koruyucu sağlık hizmetlerinin yürütülmesi için hükümet tabipliği ve sağlık müdürlüğü kuruldu. Tedavi hizmetlerinin belediyeler ve özel idareler tarafından yerine getirilmesi, yoksul hastaların hükümet tabipleri ve diğer kuruluşlar tarafından ücretsiz tedavi edilmesi öngörülmüştü.
1 Mart 1922’de Meclis’in 3. yılı açılış konuşmasında Mustafa Kemal, 1920’de 260 olan hekim sayısının 312’ye yükseldiğini belirtmişti. Hedef, halkın sağlığının korunması ve güçlendirilmesi, ölümlerin azaltılması, nüfusun artırılması, bulaşıcı hastalıkların önlenmesi ve sağlıklı, güçlü bireyler yetiştirilmesiydi. Cumhuriyet ilan edildikten sonra ise Dr. Refik Saydam, Sağlık Bakanı oldu. Tüm yurtta yalnızca 554 hekim vardı. İstanbul’da bulunan yegâne Tıbbiye’den yılda ancak 100 hekim yetişebiliyordu ve 1927’de 1059 hekim ile 13.000 kişiye bir hekim düşüyordu.
Halkın sağlığı için
1928’de ilk Sağlık Bakanı Dr.
Refik Saydam’ın çabalarıyla
kurulan Umumi Hıfzısıhha
Kurumu’nda deney
yapanlar.
Sağlık politikasının ilkeleri, sağlık hizmetlerinin tek elden yürütülmesi, koruyucu hekimlik ile tedavi edici hekimliğin birbirinden ayrışması, tıp fakültelerinin kurulması ve sıtma, frengi, verem gibi bulaşıcı hastalıklar ile mücadele edilmesiydi. Sivas, Kayseri, Ankara, İstanbul, Erzurum ve Diyarbakır’da Sağlık Bakanlığı’na bağlı Numune Hastaneleri kuruldu. 1925’te Trahomla Savaş Kanunu çıkarılarak binlerce kişinin kör olmasına neden olan trahomla mücadeleye başlandı; aynı yıl Sıtma Savaşı Kanunu da çıkarıldı. 14 Nisan 1928’de 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun ve 6 Mayıs 1930’da 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu çıkarıldı.
1933 üniversite reformuyla yeniden organize edilen İstanbul Tıp Fakültesi senede 150-250 hekim mezun etse de ihtiyacı karşılamaktan uzaktı ve 1935’e gelindiğinde hekim sayısı 1625 olmuştu. Tıbbiye, İstanbul’da ilk kurulduğunda orduya hekim gerektiği gibi bu kez de Anadolu’ya, Anadolu’nun her köşesindeki halka hekim gerekiyordu.
Yeni bir tıp fakültesi memleketin ihtiyacına çare olacaktı ve 9 Haziran 1937’de Sağlık Bakanlığı tarafından 3228 sayılı Ankara Tıp Fakültesi’nin kuruluş kanunu çıktı. TBMM’nin 1 Kasım 1937’deki açılış konuşmasında Atatürk, Ankara ve Van’da iki üniversite açılmasına dair hedefini açıklamıştı. Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de hayata vedası ve ardından gelen 2. Dünya Savaşı’yla yeni üniversite planları uzun bir süreliğine ertelendi.
2. Dünya Savaşı’nın ardından dünyada refah devletinin gelişmesi kamu hizmetlerinin kapsamını da genişletmiş; sağlık, eğitim, barınma ve sosyal güvenlik gibi hizmetler sosyal devletin temel hizmetleri olarak kabul edilmişti.
Bugüne miras kalan bir altyapı
1921’de Sağlık Bakanı olan Refik Saydam dönemi 1937’ye dek sürecek ve
bugünkü anlamda sağlık hizmet ve örgütünün kurulduğu yıllar olacaktı.
Saydam, Atatürk (solda) ve İnönü’yle (sağda)…
Bizde, 224 sayılı Sağlık hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Kanunu’nun 1961’de kabul edilmesiyle birlikte sağlık hizmetlerinin, halkın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde sürekli, yaygın ve entegre olarak sunulması amaçlanırken sağlık evleri, sağlık ocakları, ilçe ve il hastaneleri açılarak sağlık hizmetlerinin sunumunda kademeli bir yapılanmaya gidildi. Nusret Fişek sosyalleştirme kanunun hazırlayıcısı ve öncüsüydü.
1980’lerle birlikte sosyal devlet anlayışı yerini neoliberal küreselleşme anlayışına bırakırken Dünya Bankası ve IMF sağlık yapılanmasını yeniden şekillendirecek programları gündeme getirdi. 1982 Anayasası ile devletin sağlık alanında üstlendiği görevler yeniden tanımlandı, sosyal devlet anlayışı, düzenleyici devlet anlayışı ile yer değiştirdi. 1961 Anayasası’nda sağlık hizmetleri devletçe “sağlanan” temel bir hak iken, 1982 Anayasası’nda devletçe “planlanan ve denetlenen” bir hizmete dönüşmüştü.
Dünya Bankası 1987’de çıkardığı “Gelişmekte Olan Ülkelerde Sağlık Hizmetlerinin Finansmanı” ve 1990’de çıkardığı “Gelişmekte Olan Ülkelerde Özel Sektör Aracılığıyla Sağlık Hizmetlerinin Güçlendirilmesi” raporları ile gelişmekte olan ülkelere “sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi” ve “genel sağlık sigortasına geçilmesi” önerisinde bulundu. OECD’ye göre “Türkiye’nin diğer orta gelirli ülkelere kıyasla geri kalmış olan sağlık sonuçları, sağlık hizmetlerine erişimdeki hakkaniyetsizlikler, sağlık hizmetlerinin finansmanı ve sunumunda verimsizliğe yolaçan, mali sürdürülebilirliği zayıf parçalı yapı ve düşük hizmet kalitesi sorunlarının çözümü” için “Sağlıkta Dönüşüm Programı” tasarlanmıştı.
Sağlık alanında yapılması planlanan reformların 16 Kasım 2002 tarihinde açıklanan Acil Eylem Planı kapsamında “Herkese Sağlık” adı altında temel prensipleri belirlenmiş ve Sağlık Bakanlığı, 2003’te “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nı uygulamaya koymuştu. Sağlık alanındaki temel hedefler: “Sağlık Bakanlığı’nın yeniden yapılandırılması, genel sağlık sigortası, sağlık kurumlarının tek çatı altında toplanması, hastanelerin özerkliği, aile hekimliği uygulamasına geçiş, özel sektörün sağlık alanına yatırım yapmasının özendirilmesi” idi. Sonuç olarak, 1980’lerde başlatılan neoliberal politikalar 2003’te açıklanan “Acil Eylem Planı” çerçevesinde “Sağlıkta Dönüşüm Programı” ile hayata geçirildi. Sağlığın kamusal bir hak olmaktan çıkarılarak sağlık hizmetinin piyasaya açılması bu hizmeti bireyin satın alma gücüne bağlayacaktı.
Bu bağlamda, 2006’da sosyal güvenlik kuruluşları “Sosyal Güvenlik Kurumu” adı altında birleştirildi. Aynı yıl “Genel Sağlık Sigortası” kuruldu. SSK hastaneleri Sağlık Bakanlığı’na devredildi. SGK sağlık hizmetini kamu ve özel sektörden satın almaya başladı. “Ek ve Tamamlayıcı Özel Sigorta” uygulamasına geçildi. Sağlık Bakanlığı’nın örgüt yapısı değiştirildi ve doğrudan hizmet sunumundan çekildi. Türkiye Kamu Hastaneleri Birliği kuruldu. Hastane Birlikleri, CEO’lar tarafından yönetilmeye başlandı.
Sağlık ocakları kapatılarak yerine “Aile Sağlığı Merkezleri” kuruldu. Aile hekimine, kayıtlı kişi başına ödeme yapılıyor ve ASM giderleri aile hekimi tarafından karşılanıyor.
Sağlık çalışanları devlet memuru statüsünden sözleşmeli/ güvencesiz çalışmaya ve taşeron çalıştırmaya geçiş yaptı. Kamu sektöründe çalışan hekimler için ödeme yöntemi değişti; birinci basamak için kişi başına ödeme, kamu hastanelerinde maaş + performans ödemesi getirildi.
Sağlıkta Dönüşüm Programı ile birlikte Acil Servis başvuruları arttı ve Türkiye, dünyada nüfusundan fazla acil başvurusu olan tek ülke oldu. Sağlık hizmetlerinin kalitesinin düşmekte olduğu da bir başka gerçek: Günümüzde Türkiye; doğumda beklenen yaşam ümidi, bebek ölüm hızı, sağlık hizmetlerine erişim, aşılama oranları, bulaşıcı hastalıklar, tarama programları ve sağlık hizmetine özgü kalite göstergelerinde gelişmiş ülkelerin gerisindedir.
Neoliberal yaklaşım için sağlık alanı sadece “iktisadi” bir anlam taşır. Oysa sağlık, bir toplumun sosyal, ekonomik ve kültürel tüm bileşenleriyle birlikte ele alınması gereken çok boyutlu bir kavramdır. Yürürlükteki sistem ise sağlık hizmetinin niteliğini ölçmemektedir. Bu sistemde ekip çalışması gözardı edilerek, hekim ne kadar çok hastaya bakarsa o oranda ödüllendirilir. Ancak bir hekimin çok sayıda hastaya bakması her bir hastaya ayrılan zamanın azalması anlamına gelir; dolayısıyla yanlış, gereksiz tanı ve tedavileri artırma riski taşır.
Tıp eğitimi verilen sağlık kurumları da Sağlıkta Dönüşüm Programı’ndan etkilenmekte ve işleyişlerini eğitim ve araştırmadan ziyade kazanç sağlayacak hizmet faaliyetlerine kaydırmaktadırlar. Sağlık hizmetlerini piyasaya açmaya ve sağlık kurumlarını kâr amaçlı işletmeler olmaya zorlayan Sağlıkta Dönüşüm Programı, aynı zamanda emeğin değersizleştirilme süreci olmuştur. Sağlık çalışanlarına yönelen şiddet eylemleri “Sağlıkta Dönüşüm Programı” sonrasında dramatik bir artış göstermiştir. Piyasa eksenli yapılandırma, sağlık alanında kamu-özel ayrışmasını da beraberinde getirmiştir.
Sonuç olarak hekimlerin ve hastaların içinde yaşadığı ortak toplumsal koşullar, karşılıklı tahammülsüzlüğe ve gerilime neden olmaktadır; bu gerilim çözülmek yerine yönetilmek yoluna gidildiğinde, sisteme olan öfkenin hekimlere karşı şiddete dönüşeceği tahmin edilebilir bir durumdur.
Fatma Özlen