Osmanlı belgeleri, devleti içten içe yiyip bitiren rüşvet ve yolsuzluk hastalığının hiç geçmediğini, hatta zamanla neredeyse devletle bütünleştiğini ortaya koyuyor. İlan edilen fermanlar, sert ikazlar ve önlemler, nizamnameler, ettirilen yeminlere rağmen devlet görevlilerinin para yemesinin önüne geçilememiştir.
Osmanlı Devleti daha kuruluşunun ilk asrında rüşvet illetiyle yüzleşmişti. Yıldırım Bayezid devrinde (1389-1402) kadıların rüşvetle iş görmeye başlamaları üzerine, öfkesine hâkim olamayan padişahın bu kişileri Yenişehir’de bir konakta toplayıp hepsini birden yakmaya teşebbüs ettiği rivayet olunur. Neşrî Tarihi’nde anlatıldığına göre rüşvetçi kadılara uygulanmak istenen bu dehşet verici cezayı, araya giren devlet adamlarının yönlendirdiği “Yıldırım’ın soytarısı” engellemiştir. Anlatılana göre bu soytarı, Yıldırım’ın huzuruna çıkıp, “kendisini Bizans’a elçi olarak göndermesini” diler. Yıldırım, “bunu niçin istersin” diye sorunca da; “Kadıları ortadan kaldırdığınızda ahalinin davalarına kim bakacak? Oradan rahipler getirip ahalinin davalarını gördürmek için” der. Soytarının ne demek istediğini anlayan Yıldırım “peki ne yapmak gerekir” diye sorunca Vezir-i Azam Ali Paşa devreye girer ve kadıların affedilmesini, maaşlarının artırılmasını ve böylelikle rüşvete tevessül etmeyeceklerini söyler (Neşrî Tarihi, C. 2, s. 337). Ne var ki rüşvet ve yolsuzluğun kadıların, valilerin, paşaların maaşının, gelirinin artırılmasıyla ortadan kalkmayacağı, rüşvetin Yıldırım’dan sonra da Osmanlı Devleti’ni içten içe yiyip bitiren bir hastalık hâline geleceği tabii anlaşılacaktı.
Osmanlı belgelerinde “irtikâb ve irtişâ”, yani “yolsuzluk ve rüşvet” şeklinde beraberce zikredilen bu beladan kurtulmanın çarelerini aramak için zaman zaman layihalar, raporlar hazırlanmış; padişahlar bu layihalara istinaden adaletnâmeler, fermanlar yayınlamışlarsa da rüşvet ve yolsuzluğun önü alınamamıştır.
Kanunî Sultan Süleyman ve oğlu Sultan 2. Selim döneminde kanunnâmeler ve adaletnâmelerle rüşvetin önüne geçilmeye çalışılmıştı. 2. Selim saltanatının daha başında, 1568’de vilayetlerdeki vali ve kadılara gönderdiği bir emirde; ilan etmiş olduğu adaletnâme ile emredilen hususlara dikkat edilmeyip rüşvetin, yolsuzluğun, haksız ve kanunsuz uygulamaların devam ettiğini ifade ettikten sonra; valileri ve kadıları ikaz ederek idarecilerin çeşitli isimler altında ahaliden para toplamamasını, mahkemelerde davalara müdahale edilmemesini, reayaya zulmedilmemesini, haksızlık ve yolsuzluğun önlenmesini emretmiş; emre uymayanların şiddetle cezalandırılacağını bildirmişti. Bu şiddetli ikaz ve tehditlerine rağmen 2. Selim iki yıl sonra 1570’de taşradaki vali ve kadılara yeniden emirler göndermiş; zenginlerin himaye olunup fakirlere zulme dilmemesi, herkese adalet üzere davranılması, görülecek yolsuzlukların müsebbiplerinin şiddetle cezalandırılacağını bildirmek zorunda kalmıştı (BOA, Mühimme Defteri, 7/1619).
Osmanlı padişahları rüşvet alınıp-verilmesini yasaklayıcı emirler yayınlasalar da, rüşvetin ve yolsuzluğun Saray ve çevresinden başlayarak aşağıya doğru bütün devlet bürokrasisine nüfuz ettiği şüphe götürmez bir gerçektir. Herkes tarafından “fena, çirkin” bir iş olarak görülen rüşvet, bazen isim değiştirerek “caize” ve “hediye” gibi daha masum, “meşru” isimler altında da hükmünü sürdürmüştü.
Osmanlı devlet geleneğinde beylerbeylik, valilik, sancakbeyliği gibi yüksek memuriyetler; kazaskerlik, müftülük, kadılık, naiblik, müderrislik gibi ilmiye sınıfının makam ve mansıplara yapılan tayinler karşılığında, padişah ve sadrazam başta olmak üzere tayin olunan kişiden “caize” adı altında para almak eski bir adetti. Devlet kapısında bir makama, rütbeye, mansıba tayin için bekleyen paşalar, beyler, kadılar, efendiler fazlalaşınca, tayin işlerinde para dönmesi kaçınılmazdı. Devletin yönetici kademesinde veya sarayda tanıdığı olanlar iltimasla, olmayanlar rüşvetle kendilerini makam ve mansıba tayin ettirmeye çalışmaktaydı. O hâle gelinmişti ki bütün mülkî, askerî ve ilmî memuriyetler arttırma ile açıkça satılıyordu ve hangi memuriyet için ne kadar rüşvet verildiği herkesin malumuydu.
Rüşvetin başka kılığa girmiş hâli olan, “caize alınması” geleneğine dair Naima Tarihi’nde anlatılan ilginç bir hadise vardır ve şöyle nakledilir.
“Bu sıralarda devlet hazinesinde sıkıntı vardır diye memuriyetlere tayin karşılığında alınan paraları [caize] Sadrazam Melek Ahmet Paşa kabul etmeyip Hazine’ye gelir kaydedilmesi için deftere yazılması bidatini [yeniliğini] çıkardı. Yakın zamanlara dek ‘rüşvet alır’ diye, rüşvet suçuyla nice vezir ve paşa katlolunup, niceleri dahi azlolunup rezil olmuş iken devletin zayıflığı ve ahvalinin karışıklığı öyle bir dereceye vardı ki, o suç sayılan iş [caize adı altında alınan rüşvet] devletin dayanağı kılındı. Gerçi bu durum ilk bakışta Sadrazam Melek Ahmet Paşa’nın doğruluğuna ve namuslu oluşuna verildi. Fakat tayin işini gören memurlar aldıkları paranın ancak 10’da 1’ini deftere kaydettiklerinden işin sonu fesada vardı. Böyle bir bidatin ahmaklık eseri olduğu anlaşıldı” (Naima Tarihi, C. 5 s. 2061).
Adı rüşvet veya caize olsun, makam ve mansıpların para karşılığı alınıp satılması, işin ehline ve liyakatlı olanına verilmesinin önüne geçmiştir. Rüşvetle makam-mevki sahibi olununca, vali ise vilayetteki ahaliden haksız kanunsuz olarak para tahsiliyle, kadı ise adaletin tecelli etmesi gereken mahkemede parayı veren lehine karar çıkarmakla kendisine menfaat devşirdi.
Rüşvetin en fazla olduğu, en çok paranın döndüğü yer tabii devletin en tepesiydi. Sarayda padişahlar, hanım ve valide sultanlar, darüssaade ağaları, padişah hocaları ve musahipleri rüşvet çarkının içindeydi. Padişaha olan yakınlıkları ve nüfuzları sebebiyle rüşvetle iş yaparak ciddi servet sahibi olanları vardı. “Nefesi kuvvetli” bir hoca olarak Sultan İbrahim’in psikolojik rahatsızlıklarının tedavisi için saraya getirilen; padişahı manevi olarak rahatlatması neticesinde önce padişah hocalığına sonra Anadolu Kazaskerliğine yükselen ve “Cinci Hoca” lakabıyla tanınan Hüseyin Efendi bunlardan biriydi. Cinci Hoca, Anadolu Kazaskeri olarak kadı tayinlerinden ve Sultan İbrahim nezdindeki nüfuzunu kullanıp diğer makam ve mansıplara tayin ettirdiği kişilerden aldığı rüşvetlerle hatırı sayılır bir servet edinmişti. Sultan İbrahim’in tahttan indirilmesiyle hâmisiz kalan Cinci Hoca’dan, yeni padişahın cülûs töreninde askere verilecek bahşiş için 200 kese akçe istenmişti. Cinci Hoca parası olmadığını ileri sürerek istenen meblağı vermeye yanaşmadı. Yakalanıp hapse atıldı. Ölüm tehdidi ve işkence ile paralarının yeri söyletildi. Nakit ve mülk olarak servetinin 3.000 keseden fazla olduğu anlaşıldı (Naima Tarihi C. 4 s. 1868).
Osmanlı bürokrasisinde, sadrazamdan başlayarak aşağıya doğru memuriyetlere tayinde rüşvet belirleyiciydi. Rüşvetle işe başlayan, görevini rüşvetle sürdürmekteydi. Belgelere bakıldığında, rüşvetin en çok kayda geçtiği makam maalesef kadılık makamıdır. Haklı haksızı ayırmak, adaleti sağlamakla görevli kadı ve naipler rüşvet karşılığı hüküm vermekte, suçlu olanı suçsuz göstermekteydi. 1710’da Urfa kazasında müftülük yapan Abdullah Efendi’nin rüşvet karşılığı suçsuz kişilerin katline fetva verdiği sabit olunca memleketine sürgün edilmesine karar verilmişti (BOA, Mühimme Defteri 117/27).
Padişahlar tarafından sıklıkla rüşvet, yolsuzluk, kanuna aykırı uygulamalar, ahaliye zulüm ve baskı yapılması gibi devlet mekanizmasını tahrip edici, adaletin tesisini önleyici kanunsuz ve haksız durumlar, hüküm ve fermanlarla vilayet ve sancaklara bildirilerek önlenmeye çalışılmıştı. 1717’de Sultan 3. Ahmed, Anadolu ve Rumeli’deki beylerbeyi, vali, sancakbeyi, kadı ve naiplere gönderdiği emirde, ahaliye zulmedilmeyip haklarının korunması hususunun çok mühim olduğunu; bu konuda son derece dikkatli olunması gerektiğini; adaletin hakkaniyete uygun dağıtılması, usulsüz ve kanunsuz işlem yapılmaması gerektiğini; yol ve beldelerde emniyet ve güvenliğin sağlanmasını, vergi tahsilinde kimseye zulmedilmemesini, rüşvet alınmamasını bildirmişti (BOA, Mühimme Defteri, 126/981). Ancak rüşvet ve yolsuzlukla mücadele için padişah tarafından verilen sert ve ikazlarla dolu emirler; hazırlanan layiha ve raporlara istinaden padişah tarafından çıkarılan adaletnâmeler; yazılan kanunnamelere rtağmen rüşvetin önü alınamamıştır. Devlet çarkının içinde aşağıdan yukarıya doğru herkes, Tarihçi Naima’nın tabiriyle “rüşvet helvası”nın tadına varınca bundan kendini kurtaramamış; bu “tat” zincirleme bir şekilde devletin vücudunu sarıp sarmalamıştı.
Ortada ve aşikar olarak görülen sorunun giderilmesi için yasaklamalar getirilmesine rağmen, rüşvet ve yolsuzluk illeti ortadan kaldırılamamıştı. Sorunun tanımlanması ve alınması gereken tedbirler konusunda “Celalilik”ten gelme İpşir Mustafa Paşa ile Sultan 3. Selim’in benzer şeyleri söylemesi ilginçtir.
Sadrazamlık da yapmış olan İpşir Mustafa Paşa, 1651’de Halep valiliği esnasında yönetimde bazı düzenlemeler ve yenilikler getirmiş, “ıslah-ı âlem” adı verilen bu yenilikleri içeren bir nizamname hazırlatmıştı. Bu nizamnameye göre; hiçbir devlet makamı ehliyetli ve liyakatli olmayana verilmeyecek; rüşvet ve caize kaldırılacak; beylerbeyi, sancakbeyi ve kadılar tayin edildikleri yerde 3 yıl hizmet etmeden azledilip başka yere tayin edilmeyecek; sikke tashihiyle bütün din ve devlet işleri şer’ ve kanuna uygun icra edilecekti.
Sultan 3. Selim de tahta çıktıktan hemen sonra Sadrazam Koca Yusuf Paşa’ya yazdığı 16 Şubat 1792 hatt-ı hümâyûnda, devletin bünyesini yiyip bitiren bir hastalığa benzettiği rüşveti ortadan kaldırmanın gerekliliğini ve bu yolda alınması gereken tedbirleri anlatmaktadır:
“Benim vezirim,
Bu devletin nizamları bozulup bu hâlleri alması pek çoktur. Bilhassa vezirlerin işe yarayanları ve yaramayanları şimdiden birbirinden ayrılıp sonra her birinin makam ve mevkii hâl ve şanlarına göre verilmelidir. Yani hangi vezir hangi eyalete elverir tahkik olunup tevcihten sonra birkaç sene görev yapmadıkça azlolunmamalıdır ki makamını mukataası gibi bilip fukarasını rencide eylemeyeler.
Ve makam ve mansıplar rüşvet ile satılmamalıdır. Şimdi mütareke içindeyiz, bunların tevcihlerine şimdi girişmeyip şimdilik hâlleriyle istihdam eyleyesin. Hangisi hangi mahalle elvereceğine ve içlerinden işe yaramayıp tekaüt edilecekleri anlayıp tarafıma dahi bildiresin.
Biri dahi Devlet-i Aliyye’nin bünyesini yiyip bitiren bir illet derecesinde olan rüşvet kâfiridir ki memleket harap oluyor, bu dahi şimdiden külliyen kaldırılmalıdır ve gizli veya açıkça alanların haklarından gelinmelidir. Bu aralar bazı konularda yolsuzluğa meyyal kimselerin açgözlülükle rüşvet almaya cesaretlerini hissediyorum. Araştırıp böyle kâfir şeye cesaret edenleri ortadan kaldırıp cezalarının verilmesine ve bugünden sonra bir madde için 1 kuruş rüşvet alınmamasına dikkat edesin.
Bu emrimi dinlemeyip amel etmeyenleri Allah kahreyleye âmin” (BOA, TSMA.E, 784/21).
Rüşveti devletin bünyesini yiyip bitiren bir hastalığa benzeterek ortadan kaldırılmasını isteyen Sultan 3. Selim
1839 Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu ile bürokrasiye yeni bir nizam getirilmeye çalışıldı. Bu cümleden olarak, devlet memurlarının yemin ederek işe başlatılmaları usulü getirildi. Bu yeminlerinde padişah başta olmak üzere sadrazamdan en küçük memura kadar her görevli kanunlara bağlı kalacaklarına, kanunsuz iş yapmayacaklarına, rüşvet almayacaklarına yemin etmişlerdi. Bu yemine rağmen Sadrazam Hüsrev Paşa rüşvet suçundan yargılanarak kürek cezasına çarptırılmıştır. Rüşvet ve yolsuzluk o derece yer etmişti ki bundan tamamen kurtulmak neredeyse mümkün değildi.
Devlet yine de rüşvetle mücadele için teşebbüslerde bulunmaya devam etmiş; 1848’de Sultan Abdülmecid rüşvet ve haksız kazanç hakkında mazbata hazırlatmış; bunlara tevessül edenlerin devletine ve milletine ihanet içinde olduğu belirtilmiştir. Yasaklanan rüşvetin, “hediye” adı altında isim değiştirerek devam ettirilmeye çalışılması üzerine, “hediye”nin ölçüsü ve miktarı belirlenerek bunun üzerinde olanların rüşvet kabul edileceği ilan olundu. Aynı zamanda, memuriyete başlayacaklara yemin etme usulü de getirilerek Sultan Abdülmecid tarafından “Hedaya Memnuiyeti ve Tahlif Nizamnamesi” (Hediyelerin Yasaklanması ve Yemin Nizamnamesi) hazırlanarak yürürlüğe konuldu. Göreve başlayacak memurlar mülkiye, ilmiye, askeriye sınıflarından hangisine mensup ise, her sınıf için aralarında küçük farklılıklar olan bu yemin metnini okuyup yemin etmedikçe göreve başlatılmadı.
Mülkiye memurların yemin metni şöyleydi:
“Padişahıma ve devletime sadakatten ayrılmayacağıma ve her ne nam ve anlam ile olursa olsun rüşvet almayacağıma ve padişahımın izniyle kabulü caiz olan resmi hediyelerden başka yasaklanmış olan hediyeyi kabul etmeyeceğime ve devlet malını yemeyip israf etmeyeceğime ve hiç kimseye ettirmeyeceğime ve gerçekten gerekli olduğu ortaya çıkmadıkça devletin hazinesine masraf getirmeye izin vermeyeceğime ve gerçekten icap etmedikçe sırf birilerinin hatırı için memur istihdamına lüzum göstermeyeceğime…” (BOA, MVL.d, 436 s.8).
Rüşvet ve yolsuzluğa karşı kanun ve ceza ile mücadelede önemli adımlar atan Sultan Abdülmecid döneminde 27 Şubat 1855 tarihinde “Men-i İrtikâba Dair Ceza Nizamname Layihası” (Yolsuzluğun Engellenmesine Dair Ceza Nizamnamesi Layihası) hazırlanmıştır. “Rüşvet, devlet malını yemek, hediye almak” başlıkları altında ayrıntılı olarak ele alınan ve 30 maddeden oluşan nizamnamede suçların tanımı yapılarak verilecek cezalar belirlenmiştir. (BOA, A.DVNMKL, 73/11).
Maalesef kanunlarla men edilmesine, önemli cezalarla caydırıcı hâle getirilmeye çalışılmasına rağmen rüşvet ve yolsuzluk önlenememiştir. Öte yandan şöyle de bir durum vardır: Osmanlı tarihinde rüşvet ve yolsuzlukla servet kazananların hemen hepsi bu zenginliklerinin sefasını süremeden feci akıbetlere uğramışlar, bu şekilde edindikleri para hayatlarına malolmuştur.
Tarihçi Naima, yazdığı tarih kitabında rüşvet ve yolsuzluğa bulaşanlara dair şöyle der: “Akçe verip makam ve mansıp alanın hiçbirisi hayrını görmeyip çoğu gözden düşüp berbat oldu. Rüşvet uğursuzluğu, lanet halkası gibi boğazlarına geçip asılı kaldı” (Naima Tarihi, C.4 s.1823).