10. ila 13. yüzyıl arasında (Song dönemi) Kuzey Çin artık medenileşmiş yabancılar tarafından değil de Kıtay ve Cürçen gibi kuzeydoğulu yabancılar tarafından (Liao ve Jin sülaleri) idare edilir olmuştu. Bu yeni durum, artık kendini yerli gibi gören eski yabancıların da bir zamanlar uzaktan gelmiş oldukları gerçeğinin dile getirilmesine yol açmıştı.
Bir tanıdığım “bizim tarihimizi Çinliler yazmış” demişti. Sanki geçmişte “Çin Tarih Encümeni” “Türklerin tarihini biz yazalım” demiş gibi… Gerçekten de Çin belgelerinin doğru bilgiyi aksettirdiği görüşü oldukça yaygındır. Ancak bu belgelere doğru bilgi hazinesi diye bakmak yerine, onların hangi dönemde, hangi bağlamda ve hangi bakışaçısı ile yazıldıklarının farkında olmak daha sağlıklı gibi görünüyor. Artık gerek Çin’de gerekse Batı bilim dünyasında kaynakların hangi bağlamda yazıldığı konusu önem kazanmaktadır. 1.000 yıl önceki belgelerde aynı konu nasıl farklı bir şekilde ele alınmıştır? Aslında biz özellikle TV kanallarında aynı olayın farklı bir şekilde anlatılmasına alışığız; orada da bağlam ve bakışaçısı sözkonusu; ama biz buna “taraf tutmak” diyoruz. Tarihten beklentimiz ise farklı. En azından öyle olmalı.
Tarihte “Şato” adıyla bilinen bir Türk grubu vardır. Vaktiyle W. Eberhard, Çince kaynaklarda Türklerle ilgili bilgileri toplarken Şatolar hakkındaki görüşlerine bir Türkçe makalede (1947) ve sonra da Conquerors and Nomads (Fatihler ve Göçebeler-1970) adlı kitabında geniş yer vermişti. Yakınlarda da Wu Hsing-tung’un Sha-t’o’ların Çin Toplumu’na Etkileri (907-960) adlı çalışması Merthan Dündar editörlüğünde yayımlanmıştır (2021). Şatoları Türkçede ele alan bu nadir çalışmalar bizde pek bilinmez.
Son yıllarda Batı’da Şatolar (Pinyin ile Shatuo) ve kökenleri üzerinde başka önemli çalışmalar da yapılmakta, bu halkın nitelikleri üzerine yeni bilgiler-yaklaşımlar ortaya çıkmakta (C. Atwood 2010, R. Dunnell 2015, M. Barenghi 2019). Eberhard’ın çalışmasını “Şatolar konusunda alışılagelmiş görüş” diye takdim eden bu eserler, Çin’deki “Beş Sülale” devrinde (907-960) Kuzey Çin’de üç sülale kurmuş olan Şato hâkim soyunun etnik kökeni ve 10-11. yüzyıllarda düzenlenmiş olan şecerelerinin içeriğini ele almakta. Böyle bir durumda genel olarak olaylara en yakın olan kaynağın en doğru bilgiyi verdiğini düşünürüz. Ancak burada durumun öyle olmadığı anlaşılmaktadır.
Tarihte Şatolara bağlı soy gruplarının bir kısmı Batı Türkleri arasında, bir kısmı da Tiele (Tegreg) camiası içinde görülürler. Daha önceleri batıda bulunan bu soy gruplarını sonradan Beşbalık (Turfan) civarında görüyoruz. 8. yüzyılda Tibetlilerin bu bölgelerdeki hâkimiyetleri üzerine doğuya doğru göçmüşler ve hatta Tang (618-907) hizmetine girmişlerdi. Şato dönemindeki kaynaklar ise böyle bir göç konusundan hiç sözetmeden, hâkim sülalenin Tang (Göktürk) döneminde Çin’in kuzey sakinlerinden olduğu izlenimini verirler. Hatta Çin /Tang imparatorunun bağlılık ve hizmetlerinden duyduğu memnuniyetle onlara Tang sülalesinin soyadı Li’yi vererek Şatolara asalet atfettiğini vurgularlar.
Aslında kaynakların göçten bahsetmemeleri yanlış değil de eksik bilgidir. Şato hâkim sülalesinin Şato halkı tarafından asil olarak algılanmasının Li soyadını taşıyan imparatorluk ailesine mensubiyetten mi geldiği; yoksa bazı kayıtlardan gördüğümüz gibi zaten sözkonusu Şato sülalesinin eskiden beri halk arasında asil olarak görülmesinden mi kaynaklandığı başka bir tartışma konusudur. Song sülalesi devrinde (960-1279) gene o dönemin en ünlü tarihçisi Ouyang Xiu tarafından 1060’da yazılmış olan bir diğer kaynakta ise göç meselelerine ayrıntılı olarak yer verildiğini görürüz. Burada Şatolar, aslında “Çin idaresini tanımış yabancılar”, yani bir açıdan medenileşmiş, dolayısıyla Çin’de hükümdar olabilmiş yabancılar olarak takdim edilirler.
Güneyde Song döneminde Kuzey Çin artık medenileşmiş yabancılar tarafından değil de Kıtay ve Cürçen gibi kuzeydoğulu yabancılar tarafından (Liao ve Jin sülaleri) idare edilir olmuştu. Bu yeni durum, artık kendini yerli gibi gören eski yabancıların da bir zamanlar uzaktan gelmiş oldukları gerçeğinin dile getirilmesine yol açmıştı. Dolayısıyla eski göç hikayelerinin canlandırılması anlaşılır olmaktadır.
Tarihi yazanların da kendi içinde bulundukları durumdan (bağlam) doğan kaygılarının olduğunu anlamamız önemlidir. Sadece bilgi vermenin bizi “doğru”ya götürmediği görmemiz, meselenin etraflıca anlaşılabilmesi için eserleri “tarih ve bağlam” kavramı çerçevesinde ele almamız gerektiği yolunda bir adımdır.