1940-46 arasında faaliyet gösteren Köy Enstitüleri, sadece 2. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye nüfusunun ekonomik anlamda ayakta kalmasını sağlamamış; sonrasında da yetiştirdiği insanlarla önemli bir gelenek oluşturmuştu. Geleneksel ürün ve üretim bilgileri kayda geçirilmiş, modern yöntemlerle birleştirilerek önemli bir devamlılık sağlanmıştı.
Köy Enstitüleri büyük oranda, dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un eseridir. Bu topraklarda yoksulluk ve yerel baskılar nedeniyle yaşam arzusunu, canlılığını yitirmiş köylerin tekrar üretime yönlendirilmesi, buralarda oturan çocukların köy öğretmeni olarak eğitilmesi amacıyla yola çıkılmıştı. Pestalozzi, Dewey ve Kerschensteiner gibi zamanın önemli eğitimbilimcilerin görüşleri derinlemesine incelenmişti. Kanun 17 Nisan 1940 tarihinde, 278 oyla ve oybirliğiyle kabul edildi. O gün oylamaya 148 milletvekili katılmadı; aralarından üçü, Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü 6 yıl sonra Demokrat Parti’yi kuracaklardı.
Köy Enstitüleri’ndeki işlerin çoğunun ortak noktası yiyecek yetiştirmek olduğu hâlde, yapılan araştırmalarda bunların hep beraberce üretimi ve tüketim ortamları konusuna pek yer verilmemiştir. İsmail Hakkı Tonguç, daha 1933’te yayımladığı İş ve Meslek Terbiyesi adlı kitapta “Enstitü öğrencisi iş yaşamı içinde, iş aracılığıyla, iş için eğitilir” diyordu. Sabahlar, enstitü bahçesinde halk dansları ile başlar; kahvaltı sonrası teorik dersleri sahada uygulamalı dersler takip ederdi. Köy Enstitüleri’nde uyku dışında her şey bir işbölümü çerçevesinde, beraberce yapılırdı. Yemekler de bir çatı altında yemekhanede, sahada çalışıldığı zaman da dışarıda birlikte yeniyordu. İlk yıllarda okullar öğrencilerle birlikte inşa edilirken, kar suyu içip kıl çadırlarda soğuktan taşlaşmış bir ekmeği 4 kişinin bölüştüğü zor zamanlar, birçok öğrenci ve öğretmenin sabır sınavıydı.
Enstitülerde yemekhane ve sofraların en önemli eğitsel işlevi, modern yaşam pratiklerinin öğretmenler tarafından çocuklarla birlikte sofraya oturarak öğretildiği bir alan olmasıdır. Çocukların geldiği köylerde evde yemek hazırlanırken, sofra kurulup kaldırılırken, ekmek karılırken, süt sağılırken “temizlik” kavramının pek olmadığını kendi aktarımlarından anlıyoruz. Çocuklara yemekten önce ve sonra ellerini, ağızlarını yıkamaları; sofra muşambasını yemek öncesi ve sonrası sabunlu bezlerle silmeleri; yerlerin süpürülmesi ve bir sonraki sofraya dek tertipli bırakılması anlatılıyordu. Sofra kurulum düzeni, çatal-bıçak kullanma, sofra alışkanlıkları uygulamalı şekilde öğreniliyordu. Yeni gelen öğrencinin dahil olduğu sofra grubu, aile/kardeşlik bağları gibi bir dayanışma ortamı oluşturuyordu. Ayrıca yemek sofrasında açılan konular, yapılan espriler, başka enstitülere yapılan ziyaretlerde paylaşılanlarla, sosyal beceriler de gelişiyordu.
Enstitüye ilk geldiklerinde ayakkabılarını orada-burada bırakıp yalınayak gezmeyi tercih eden; “sonra bulamam” diye sofradan ekmek alıp saklayan köy çocuklarının zaman içinde düzene alışmaları; sofra adabı ve yemek için konulmuş kuralları yakından gözetir duruma gelmeleri önemlidir. Cumartesi günleri tüm okulun katılımı ile gerçekleştirilen “eleştiri saati”nde yapılan hataların konu edilebilmesi, öğrencilere aşılanan sosyal cesaret anlamında önemlidir. Eleştiriye yanıt verme, haklı eleştiriden ders çıkarma, gerekli ise özür dileme, eleştiriye teşekkür etme kültürünün küçük yaştan itibaren kazandırılması, bugün için bile çok nadir bir kültürel beceridir.
Öğrencilerin geldikleri ev koşullarına göre, kalori açısından planlanmış çok daha zengin bir mönü çerçevesinde beslendikleri görülür; üstelik savaş nedeniyle çok sıkıntılı bir dönem olmasına rağmen. Örneğin Malatya Akçadağ Köy Enstitüsü’nde fırınlar inşa edilmiş, buğday ve arpa ekilmişti. Ekmeği dışarıdan 22 kuruş maliyetle almak yerine 11 kuruşa, hem de katkısız, temiz ve pişkin olarak her sabah taze taze üretmeyi başarmışlardı. Ayrıca öğrenciler çok sık et de yiyebiliyordu.
Düzenli, tekrarlı iş yapmak ve işbölümünü öğrenmek, çocuk ruhu için sıkıcı olmasına rağmen hayatidir. Her hafta, nöbetçi olan 60-70 kişilik sınıfın yemekhanede sofraları sabunlu bezle silip kurup kaldırmaları; ekmekleri koyma; yemek ertesi yerleri süpürme; bulaşıkları yıkanmaya götürüp temizleri raflara yerleştirme; her gün yapılan işlerdi. Ayrıca mutfakta çıkacak yemeğin planlanması ve iaşesi için personele yardımcı olunması da sorumlulukları arasında idi. Sahada çalışan ekiplerin ise mutfakta pişecek, sofrada tüketilecek ürünlerin sağlanması ile ilgili işleri vardı. Hayvanların sağılması; mevsiminde yaylada sürüye eşlik eden öğrencilerin yaptığı peynir ve yoğurdun okula indirilmesi, meyve sebzelerin sökülmesi, dikilmesi, toplanması; ağaçların budanması ve ürünlerin işlenmesi hep belirli bir düzen içinde seyreden uygulamalı derslerin konusu idi. Genç çocukların büyüme çağında oldukları için dengeli ve yeterli beslenmelerinin sağlanması da önemliydi: Bir sözlü tanıklıkta; yemek haricinde atıştırmalık çerez, meyve kurusu ve ekmeğin gün boyu çalışan çocukların cebinde olduğunu öğreniyoruz.
Öğrencilerin yeni lezzetleri zorlamadan deneyimleme imkanı bulmaları, kendiliğinden eğitimin bir parçasıydı. İlk başlarda zeytinyağlı sebze yemeği varsa sofradan ekmek-peynir alıp kalkmaları; sebze yemeği çıktığında üzülmeleri öğretmenlerin kayda geçirdikleri olgulardır. Zamanla az sayıda yiyecekle şekillenmiş damak tatlarının nasıl geliştiğine tanık olmak da ilginçtir. Önceleri pirinç pilavını hoşafın içine boca ederek yerken, zamanla ayrı ayrı yeme alışkanlığı yerleşmiş.
Büyük öğrenciler yeni gelen küçükleri kadayıfın talaştan yapıldığına inandırınca, müdürün çocukları mutfağa götürüp aşçıdan kadayıfı nasıl yaptığını göstermesini istemesi ilginç bir örnektir. Kuru fasulye helmelenince görünür olan embriyonunun kurtçuk sanılması, bunun neden ortaya çıktığının anlatılmasıyla halledilmiştir. Geleneksel içeceğimiz saydığımız çay o dönemde o kadar yenidir ki, kazanlarda demlenip yemekhanede verilmiştir. İlk yaş çay yaprağı hasadı ve kuru çay üretimi 1938’de gerçekleştirilmiştir. 1940’ta çıkarılan 3788 Sayılı Çay Kanunu ile ülkemiz çaycılığı güvence altına alınmış ve çay bahçesi kuracaklara ruhsatname alma zorunluluğu getirilmişti. 1941’de Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün inşaına yardıma giden diğer enstitülülerin, bir molada ince belli bardaklarla çay içtiğini görürüz.
Çok çalışmanın yanısıra, kutlama ve eğlence fırsatlarının hiç kaçırılmadığı yapılardı Köy Enstitüleri. Birlikte eğlenme kültürü, müzik, halk oyunları, türküler, halaylar ile her fırsatta değerlendirilirdi. Ulusal bayramlarda ve 17 Nisan’larda (Köy Enstitüleri’nin kuruluş günü), çevredeki köylerin de enstitülerin eğlence ve gösterilerine katıldığı belgelenmiştir.
Enstitülerde kadrolu aşçı, bulaşıkçı, çamaşırcı bulunuyordu. Örneğin Akçadağ’da fırında 1 usta, mutfakta 2 aşçı ve bulaşık-çamaşır işlerinde çalışanlar, yemekhane dahilinde kendilerine ayrılan bölümde yaşıyordu. Bunun ötesinde Enstitü’nün tüm işi öğrenciler tarafından hallediliyordu. Her hafta nöbet sırası gelen sınıf ders görmez; ama hem sözkonusu fırın ve mutfak işlerinde ustaya yardımcı olur hem de okulun tüm temizlik işini yapardı. Sayıları 1000’e yaklaşan okul sakinlerine ve hiç eksik olmayan ziyaretçilere günde 3 öğün yemek çıkarılıyordu. Kız ve erkek öğrenciler bu işe de destek veriyor; bazı akşamlar etüt saatinde topluca sebze, bakliyat ayıklayıp ön hazırlıklara yardımcı oluyorlardı.
Akçadağ Köy Enstitüsü eğitim başı Reyzi Pamir’in anlattıklarına kulak verelim: “Harcadıkları enerjiyi beslenerek telafi ederken, yemekhane yalnız karınların doyduğu yer değil içlerine sinme bakımından gönüllerin de doyduğu bir yerdir. Öğrencilerin seviyesine ve binaların imkan nisbetine göre, yemekhane bazı sınıflarda radyoludur. Masalar, duvarlarda iştihayı çekici resimleriyle (mevsime göre), çiçekleriyle bir aile sofrasından ileridir. Kümelerin öğretmenleri, öğrenciler ile beraber günlük iç ve dış konuları burada münakaşa eder, burada müzik dinler ve özel konuları iki arkadaş yakınlığı ile burada konuşurlar. Yemekten sonra nöbetçiler tarafından bulaşık kapları yıkanmak üzere bulaşıkhaneye taşınır; masalar sabunlu sularla silinir; örtüleri yayılır; tabureler dizilir; yıkanan karavana, tabak, kepçe, kaşık, çatal, sürahi, bardak kurulanır, dolabına yerleştirilir. Yemekhane tabanı süprülür, silinir. Yemekten önce yemek takımları dizilir, ekmekler getirilir-dilinir, sürahiler doldurulur, yemekler taşınır. Soğuk yenecekler paylaştırılır. Öğretmenin öğrencilere “Yarasın arkadaşlar” hitabı ilk neşe ve kahkahaya yol açar. Yemekhane nöbetçilerinin arkadaşlarının sağlıklarına, zevklerine ilgi ve saygıları, dolayısiyle hayati değerler bakımından üstün ödevleri vardır. Yemek takımlarının tamiri-kalaylanması, kümece düşünülen ve yapılan işlerdir.”
Öğrenciler Köy Enstitüleri’nin yemekhanesinde, hep beraber ürettikleri malzemeler ile yapılmış yemekleri yiyorlardı. Sütünden yoğurduna, peynirine; yumurtadan balına, pekmezine; un ve ekmekten balığına, sebze-meyvesine kadar her enstitünün tamamen kendine yeterli bir hâle gelmesi çok zaman almamıştı. Ayrıca, bir şeyi iş üzerinde, uygulayarak öğrenme felsefesinin gereği olarak; eğitmenler ve öğrenciler aracılığı ile geleneksel üretim bilgilerinin köylüden öğrenilerek kayda geçirilmesi amaçlanmış idi. Çevreden fidan, tohum, ot örnekleri toplanıyordu. Her enstitüde bir “tohum bankası” kurulması düşüncesi vardı (ama proje kısa kesildiği için bu gerçekleşememişti). Örneğin Malatya’da devletin bir Kayısı Yetiştirme İstasyonu vardı ama; köylerden toplanan değişik kayısı örnekleri Akçadağ Enstitüsü’nde yetiştirilerek köylere dağıtılıyor ve Malatya’da kayısı yetiştiriciliği yeniden canlandırılıyordu. Ayrıca Elâzığ, İsmet Paşa ve Besni’den getirilen çubuklarla kıraç topraklarda şaraplık, sofralık ve hoşaflık olmak üzere çeşitli bağlar kurulmuştu. Buna benzer örnekler enstitülerin hemen hepsinde yaşanıyor ve yokluk içindeki savaş yıllarına rağmen çevreye, yerel üretime önemli katkılar sunuluyordu.
Üretimin neredeyse her aşamasından sorumlu olan öğrenciler, sonuçta kendi ürettiklerini sofraya koyuyor; kışlık bulgur, erişte, tarhana, meyve ve sebze kurularını hazırlıyor; sebze-balık konserveleri, peynir, tereyağ, sirke ve turşu yapıyor, bal sağıyorlardı. Ayrıca, bugün “sıfır atık” denilen bakışaçısı ile ürünün her şeyinden yararlanılıyordu. Dut ağaçlarından pekmez, pestil, dut kurusu yapılıyordu. Artıklar hayvan yemi olarak kullanılıyordu.
Her öğrencinin kendi eğilimlerinin, becerilerinin dikkate alınarak görevlendirilmesi de eğitimin başarılı olmasında önemli bir etken idi. Örneğin bir gün teftişe gelen Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve misafirlere, “Arılarım kolonya kokunuzdan rahatsız olup dağılır. Buraya gelmeyin” diye uzaktan seslenen minik arıcının protokole aldırmaması güzel bir örnektir. Kimsenin dönüp de ona bu konuda kızmaması, aksine arıcılıkla ilgili defterlerini, şiirlerini görünce diğerlerine örnek gösterilmesi de eğitimin tepeden aşağı, yaşamın içinde ve sevgiyle ele alındığını gösterir. Bugünden bakınca Köy Enstitüleri’nin ortaya koyduğu coşku ve canlanmanın boşa gitmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Emeği geçmiş olan herkese büyük minnetle teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum (Paylaştığım bilgileri cömertçe kendi çalışma arşivinden çıkarıp veren Akçadağ Köy Enstitüsü’nün efsane müdürü Şerif Tekben’e, eşi Binnaz Tekben’e ve torunu Çağla Ormanlar Ok’a teşekkür ediyorum).