Kasım
sayımız çıktı

Sana yemin sana söz

Türkiye’de kendisinden sonraki kuşaklara bilgi-beceri aktar(a)mamış insanlar orta yaşları biraz geçince “acılaşır” ve yeni neslin ne kadar cahil olduğundan bahseder. Bu kişilerin haklı olduğu durumlar da elbet vardır ama, esas mesele önceki kuşakların da kendilerine pek bir şey bırakmamasından doğan kırgınlık, kızgınlıktır. Hatta buna vurgu yapmak ve biraz böbürlenmek için “biz tek başımıza nelerle mücadele ettik” benzeri cümleler sarfederler.

103_On Kapak

Gerçekten de dramatik sayılabilecek bu vaziyet, “her devrin kendine göre bir şeyleri var” diyenlerce rasyonel kılınmaya çalışılır ama bu artık trajiktir. Aktarma-devamlılık olmadığı hâllerde, hayat alanlarının ve coğrafyanın ve dilin tıkızlaştığı; tarihin de canlı değil bir hayalet olarak gündelik ihtiyaçlar için “kullanıldığı” durumlara ve genellikle birbirimize düşeriz. Aradabir veya iki, “yahu şu konuda sebat edelim; geçmişten geleceğe bir bağlantı kurup daha iyiye-güzele doğru ilerleyelim; birlik olup çocuklara daha düzgün bir ülke…” falan gibi çıkışlar olur ama; böyle diyenler “hayalci-bozguncu” ve giderek “gerici-faşist-komünist-anarşist” gibi bilumum birbirinden farklı ama bizce aynı ideolojilere göre yaftalanır; hatta yine “duruma göre” hapse atılır.

Yaşadığımız coğrafya üzerindeki tarih izlerini silmek, bizim için esastır! Atalarımızın-analarımızın bıraktığı bu parçaları (kültürel miras diyoruz), aktüel pozisyon ve düşüncelerimize uymadığı veya onları kendimize uyduramadığımız durumlarda yıkarız-yakarız-satarız-yoksayarız. Millet olarak birbirinden epey farklı yapılara-kökenlere-düşüncelere sahip olsak da, üzerinde yüzde 100’e yakın şekilde anlaştığımız belki de yegane vaziyet budur. Hazar Denizi’nin hemen doğusundan Anadolu coğrafyasına geldiğimiz, sonrasında Batı’ya doğru ilerlediğimiz, daha sonrasında gerileyerek tekrar bugünkü sınırlara döndüğümüz yaklaşık 1.100 yıldır, bir bakıma kendimizi arıyoruz. Ancak her seferinde ya “dış güçler” yolumuza taş koyuyor ya da “içerdeki hainler” arkadan vuruyor! Biz de maalesef bu koşullarda suya-aynaya bakmadan, esas olarak reaksiyon vererek, çoğunlukla dini-imanı kullanarak ve mutlaka hiçbir durumda hesaplaşmadığımız geçmişimizi gömerek, dayanılmaz bir ağırlık içinde varoluyoruz. Günahlarımızla yüzleşmediğimiz için, gerçekten parlak olan sayfalarımız ile benzersiz sevaplarımız da kıymetsizleşiyor.

Yakın tarihimizde bu gidişata “dur” diyen bir insan evladı çıkarmışız içimizden: Kemal Atatürk. O’nun ilk sıradaki başarısı emperyalistlerle didişip, işgalcileri mağlup etmesi değil; yeniden bir millet gibi yaşama/hissedebilme yolunda coğrafi-kültürel-tarihî bir referans oluşturmasındadır. Bugün şüphesiz “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış” bir millet değiliz, olamadık. “Türk milleti zekidir, Türk milleti çalışkandır” cümlelerini bize salt güven vermek için söylediğini biliyoruz. Cumhuriyet mirasını nasıl “yediğimiz” ortada. Düşmandan koruduğumuz coğrafyamızı, kentlerimizi, kasabalarımızı, düşmanın bile beceremeyeceği biçimde “hâllediyoruz”.

100 yıl önce Lausanne’da, aslında kendimize bir söz verdik: Bu coğrafyayı koruma sözü. Çocuklarımız için tutalım bunu. Lafta kalmasın; yazıya-tarihe kalsın.