Şeker, karbonhidrat ve et. Antik dönemde aslanın yüreğini yemek cesareti, geyik eti yemek sürati arttırır diye düşünülürdü. Bugün bile et, besin değeri skalasında en tepede. Sporcu beslenmesinin bilimsel bir alan hâline gelmesi ise 1950’ler; vücut geliştirmenin bir spor olarak ortaya çıkmasıyla, 1990’larda “mass monster” (kütle canavarları) devri başladı.
Paris tam 100 yıl sonra olimpiyatlara üçüncü defa evsahipliği yapacak. 2024 Oyunları için Uluslararası Olimpiyat Komitesi beslenme ile ilgili 3 ana hedef koymuş. Fransa bu yönergelere göre yerel olarak üretilmiş, yiyecek atığını en aza indirecek mönüler geliştirecek ve bitkisel protein içeren çeşitleri öne çıkartacak bir beslenme düzeni sunacak. Fransa önündeki hedeflere geri dönüşümü de eklemiş. Olimpiyat boyunca kullanılan mutfak malzemeleri, oyunlar bitince yeniden kullanıma sokulacak.
Ülkeler bu gibi büyük organizasyonları kendi mutfaklarının tanıtımı için mükemmel bir fırsat olarak kullanıyor. Örneğin Seul Olimpiyatları’ndan (1988) sonra Kore turşusu “kimchi” dünya çapında tanınıp sevilmeye başlandı. Organizasyon komitesinin, ünü dünyayı tutmuş Fransız mutfağını bu yönerge ile nasıl yeniden yorumlayacağı merak konusu oldu. Sporcu mönülerinin ve seyircilere satılacak sandviçlerin gurme bir anlayış ile hazırlanması hedeflenmiş. Ünlü şeflerden ve atletlerden danışmanlık alınarak oluşturulan mönüler bakalım sporcu ve seyircileri tatmin edecek mi? Fransa 15 gün boyunca, günde 60 bin porsiyon, toplam 13 milyon adet yemek ile büyük bir operasyonu aksatmadan, kesintisiz sürdürmek zorunda. Sahalardakinden çok daha farklı bir mücadele de mutfaklarda yaşanacak. Bu vesile ile tarih boyunca bedenlerinin sınırlarını zorlayan atletler ne yer ne içerlerdi, bir göz atalım.
Antik Yunan’ın olimpik oyunları ve Roma’nın arenaları-gladyatörleri, dönemin sporcularını düşündüğümüzde ilk aklımıza gelenler. Sporcuya özel bir diyetin en eski kayıtlarından biri, 200 metre yarışının galibi Spartalı Charmis’in diyeti. MÖ 668’de şampiyon olan Charmis, çok sayıda kuru incir yermiş. İncirin şeker oranı düşünüldüğünde, günümüz atletlerinin uyguladığı yüksek karbonhidrat rejimine uygun görünüyor. Antik olimpiyatların güreş şampiyonu Crotonlu Milo, MÖ 540’ta çok daha uç noktada bir beslenme düzeni benimsemiş. Söylenceye göre Milo günlük 10 kilo ekmek, 10 kilo et ve 10 litre kadar da şarap tüketirmiş (Antik Yunan şaraplarının sulandırılarak içildiğini gözardı etmeyelim tabii). Milo ayyaşın teki değil, çok başarılı bir atletmiş. İri ve güçlü bir adam olduğunu, kimsenin değil bileğini serçe parmağını bile bükemediğini anlatılardan öğreniyoruz.
Bir başka örnek de uzun mesafe koşucusu Dromeus’un diyeti. O da performansını arttırmak için sadece et yermiş. Bir hayvanı yediğinde onun gücüne sahip olunacağı inancı, çok çok eski bir inanış. Antik dönemde de aslanın yüreğini yemek cesareti, geyik eti yemek sürati arttırır diye düşünülürmüş. Bugün bile et, besin değeri skalasında en tepede yer almıyor mu? Antik çağlardan 20. yüzyılın sonlarına dek atletlerin yüksek protein tüketerek beslenmeleri gerektiğine sorgusuz-sualsiz inanıldı. Eski profesyonel bisikletçilerden Eric De Clerq 90’larda önemli yarışlardan önce kahvaltıda kocaman bir biftek yediğini anlatıyor.
Gelelim Roma’da arenalarda dövüşen gladyatörlere… Gladyatör eğitimi iyi para getiren bir işkolu olduğundan, Roma İmparatorluğu sınırları içinde 100’den fazla ludus (gladyatör okulu), Viyana’dan Efes’e kadar eğitim veriyor ve dövüşler düzenliyordu. Coliseum yakınlarındaki Ludus Magnus içlerindeki en büyük okuldu. Yakın zamanda Efes’te bulunan antik bir mezarlıktaki kemikler üzerinde yapılan incelemeler, gladyatörlerin yaşamları ve beslenme düzenleri hakkında epey bilgi verdi. Dövüşçülerin çok az et yedikleri; daha çok buğday, arpa ve baklagillerle beslendikleri kesinleşti. Çoğunlukla bakla ve arpa lapasına benzeyen ve sebzelerle zenginleştirilen bu lapaya puls adı veriliyordu. Romalı Pliny, Doğa Tarihi isimli eserinde gladyatörlere “arpa yiyenler” demiş zaten. Zamanın ünlü doktoru olan ve herhalde epey bir yara dikmiş olan Galen, gladyatörlerin yediği lapanın bedenlerini irileştirdiğini ama etlerinin diri kaslar yerine yağlı ve gevşek olduğunu yazmış; bir de pulsun müthiş gaz yaptığını eklemiş.
Gladyatörlerin karbonhidrat diyeti, karın ve göğüs bölgesinin hafif toplu ve yağlı olmasını sağlıyordu; böylelikle iri-yarı, yapılı görünüyorlardı. Diğer yandan derialtı yağ tabakasının kalın olması, aldıkları yüzeysel yaraların derine işlemesini engelliyor; yaralar çok kanıyor ama kesik sinire kadar inmediğinden veya hayati organlara erişmediğinden kan-revan içinde kalsalar da dövüşe devam edebiliyorlardı. Ortalığın kana bulanması da seyirlik dövüşlerde halkı coşturuyordu.
Gladyatörlere yapılan hatırısayılır yatırımın boşa gitmemesi için, bu kişilerin yaşam alanları iyi düzenlenmiş ve temel konforları sağlanmıştı. Halkın ve gladyatörlerin kemiklerindeki kaynamış kırıklar karşılaştırıldığında, dövüşçülerinkinin çok daha temiz ve hatasız iyileşmiş oldukları görülmüş. Kemik analizlerinden, odun veya kemik külü ile hazırlanan bir içecek sayesinde düzenli kalsiyum desteği aldıkları ve bundan büyük yarar gördükleri anlaşılmış.
Günümüz olimpik atletleri de artık gladyatörlere benzer şekilde, karbonhidrat ağırlıklı besleniyor. Karbonhidratın atletik performans üzerindeki etkilerini inceleyen biliminsanları, 1920’lerde Boston Maratonu’nda yarışan atletlerden ölçümler almaya başlamış; kan şekeri çok düşük olan sporcuların yarış sonunda kötü durumda oldukları farkedilmiş. Böylece zorlu yarışlarda karbonhidrat almanın hipoglisemiyi önleyip, yorgunluğu gidereceği sonucuna varılmış.
Ancak sporcu beslenmesinin bilimsel bir çalışma alanı hâline gelmesi 1950’ler. Kanadalı doktor E. H. Bensley 1951’de Atletleri Beslemek isimli araştırma kitapçığında kas kramplarını engellemede tuzun, uzun süreli egzersizlerde şekerin gerekliliğini ortaya koydu. Buna rağmen birçok sporcunun bu bilgileri kabullenmesi zaman aldı. Louis Malle 1962’de çektiği “Çok Yaşa Tour” isimli belgeselde, Fransa Bisiklet Turu’na katılan sporcuların kafe ve dükkanlara saldırıp pastalar-çörekler yiyerek, hatta şarap içerek güç toplamaya çalıştıklarını göstermişti. Araştırmalar sonucunda dayanıklılık gerektiren dallarda atletlerin karbonhidrat, sıvı ve sodyum almaları gerektiği ortaya konulunca, 1965’te ilk “spor içeceği” piyasaya çıktı. Bugün de bu içecekler sporcu beslenmesinin önemli bir bileşeni olmaya devam ediyor. Hatta spor dalının zorluk düzeyine ve atletin bedensel gereksinimlerine uygun kişisel terkiplerde içecek hazırlayan firmalar bile var artık.
Yine aynı dönemde biliminsanları, İsveç’te atletlerden doku kesileri alarak incelemeler yaptılar. Bunlar sonucunda, kaslarda karbonhidratın bir depolanma şekli olan glikojenin performansa etkisi üzerine önemli sonuçlara vardılar; hareket öncesi kasları karbonhidratla yedekleyerek, zorlu bir eforun çok daha uzun sürdürülebileceği sonucuna vardılar. Böylece sporda “karb-yükleme” uygulaması atletler üzerinde denenmeye başladı. Ünlü İngiliz maratoncu Ron Hill bu teoriyi ilk deneyen kişi olarak hatırlanır. Yarış öncesi sıkı bir karbonhidrat yoksunluğunun ardından, yarışa günler kala karbonhidrat yüklemesi yapmış ve 1969 Avrupa Atletizm Şampiyonası’da zirveye ulaşmıştı. O zamandan bu yana “önce yoksunluk sonra yükleme” pratiğinin optimal glikojen depolaması için çok gerekli olmadığı ortaya çıktı. Ancak atletlerin yarışlara az zaman kala pilav, makarna ve patates yiyerek hazırlanmaları beslenmede hâlâ geçerli pratik olarak devam ediyor. O kadar araştır, dön-dolaş, sen gel gladyatörlerin bildiğini doğrula! Gerçi bu bilgiye sporcunun bedeninde depolanmış yağın daha verimli kullanmasını sağlamak için aralıklı oruç ve “düşük karbonhidrat, yüksek oranda yağ” ile beslenme (LCHF) yöntemini ekleyebilmişiz bilgi olarak. Araştırmalar sürüyor elbet. Açıklama bekleyen çok konu var daha.
Her biri 200-225 kilo çeken yağlı-göbekli Sumo güreşçilerinin günde 7-10 bin kalori ile beslenmelerine rağmen muazzam cüsseleri ile nasıl sağlıklı kalabildikleri de ilginç bir araştırma konusu. Bu sporcular kahvaltıyı atlayarak 2-3 saat antrenman yapıp saat 11.00’de büyük bir öğle yemeği yiyor; bunun metabolizmayı yavaşlatıp yağ depolamasına neden olduğu biliniyor. Yemekleri “Sumo güveci” diyebileceğimiz “Chanko-Nabe”: Tavuk veya etsuyu içinde pişmiş envai çeşit sebze ve protein (çoğunlukla balık, tavuk, köfte ve tofu) içeren koca bir tencere güveç. Bunu öğleye doğru yiyerek uzun bir uykuya yatıyorlar. Akşam yemeğinde de kızarmış balık veya tavuk, pilav-erişte yiyip, bira içerek günü tamamlıyorlar. 30’lu yaşların başında emekli olan çoğu Sumo güreşçisi, ilk yıl içinde 75-100 kilo verebiliyor. Gözümüze çok şişman ve sağlıksız görünseler de, haftada 7 gün, günde 6 saat antrenman yapan bu sporcuların bedeninde görünen yağlar derinin hemen altında depolandığı için hayati tehlike oluşturmuyor ve kan sayımları son derece sağlıklı olduklarını gösteriyor.
İnsan bedeninin sınırlarının çok zorlu sınavlara tabi tutulduğu birçok spor dalı var: Bisiklet, dekatlon, kayak, triatlon, uzun mesafe yüzücülüğü, serbest dalış… Ancak bir spor dalı var ki sporcular bedenin fiziksel görünümünü değiştirme konusunda rekabet ediyor: Vücut geliştirme. Bir spor olarak ele alınması 19. yüzyılın sonlarına denk geliyor. Hedeflenen beden görünümleri açısından bu sporun tarihsel olarak 4 ayrı dönemi var. Bronz dönem, 1900’lerden 1930’lara kadar sporun elyordamı ile başladığı, görünümlerin en doğal olduğu dönem. Bu dönemin sporcuları beslenmelerine dikkat etmekle birlikte iyi ve doğal gıdalarla beslenmeyi yeterli bulmuşlar. Aşırı antrenmanlar yapmamış, bedenin normal sınırları içerisinde kas geliştirmek için çalışmışlar. Bu sporun babası sayılan Eugene Sandow, protein ağırlıklı ve doğal gıdalarla dengeli beslenir, arada kek ve dondurma atıştırır, bira-şarap içermiş. Her gıda grubundan yemek yemeye, doyunca durmaya ve sindirime yardımcı olmak için yiyecekleri çok çiğnemek gerektiğine inanırmış. Gümüş ve Altın dönem üçgen vücutların, yani göğüs ve pazuların, sırt kaslarının çok geliştirilmeye başlandığı dönem. 1950’lerden itibaren sporcuların yeni keşfedilen steroid’lere erişimi artınca bedenler artık insan fizyolojisinin de ötesinde geliştirilmeye başlanmış. Altın dönemin en tanınan ve sevilen sporcusu Arnold Schwarzenneger film yıldızı olunca, küçük bir meraklı gruba hitap eden bu spor çok daha geniş kitlelerin ilgisini çekmeye başlamış.
Altın dönemin sonuna kadar sporcular üçgen vücutlarına rağmen yine de orantısal olarak göze hoş görünüyorlardı. 1990 ile 2010 arası ise “mass monster” (kütle canavarları) diye tanımlanan ve insan ötesi bir görüntü için çalışan vücutçuların ortaya çıktığı dönem oldu. Bu dönemin “babası” denilen ilk “canavar” Dorian Yates, önceleri normal bir vücutçu iken gözlerden ırak geçirdiği bir senenin sonunda 15 kilo alarak 135 kilo ağırlıkla podyumlara döndü. Sene 1992 idi. İnsülin ve büyüme hormonu kullandığı rivayet edildi. Seyirciler Dorian’ın aşırı şişmiş her bir kasının her bir lifini ayrı ayrı görebilmekten mest olmuşlardı.
Bir “mass monster” ne yer içer de bu hâle gelir? Bu sporcuların “çok ye ki çok büyüyesin” diye özetleyebileceğimiz beslenme düzeni, gırtlağına kadar doyma ile açlıktan ölme arasında seyreden bir sürekli yeme hali. Günde 7-8 defa, protein-karbonhidrat-yağ dengesinden hiç sapmadan, antrenman öncesi ve sonrası öğünlerini gram gram hesaplayarak kendileri hazırlıyorlar. Kahvaltı günün en önemli öğünü deriz ya; bir “mass monster” öğününe örnek verelim: 15 yumurtanın beyazı, 3 tam yumurta, kızarmış ekmek, 1 kâse yulaf, multivitamin tabletleri ve bir bardak portakal suyu.
İyisi mi onlara çalışmalarında başarılar dileyerek kendi sofralarımıza bakalım biz. Aradabir kaymaklı ekmek kadayıfı da yenmesin mi? Yumurta, tavuk ve şiş kebapla ömür geçer mi? Gerçi yanında pilav, patates de oluyor ama… Yok yok; kaymaklı ekmek kadayıfı şart!