Milli Birlik Komitesi 27 Mayıs’ta yönetime el koyduğunda, yazarımız Ozan Sağdıç Ankara’ya yeni taşınmış genç bir gazeteciydi. Haberi duyar duymaz sokağa fırlayıp çektiği fotoğraflardan bazıları onun uluslararası çapta ün kazanmasını sağlayacaktı.
Türkiye’de siyasi tansiyonun çok yüksek olduğu 1959 yılının son aylarında evlenmek üzereydim. Gelin adayı o yıl Ankara Konservatuvarı’ndan mezun olan bir viyola sanatçısıydı. Benim işim İstanbul’da olduğu için İstanbul’a yerleşecektik. Müstakbel eşime İstanbul Şehir Orkestrası’nda iş bulur muyuz diye, orkestranın şefi Cemal Reşit Rey ve yardımcısı Demirhan Altuğ ile temas halindeydim.
Ama kısmetimiz başka türlüymüş. Çalıştığım Hayat dergisini çıkaranlar, Menderes hükümetinin basın üzerine kurduğu amansız baskıyı yumuşatmak üzere Ankara’da bir haber alma ve irtibat bürosu kurmayı düşünmüşler. Ankara bağlantımı bildikleri için foto muhabiri olarak oraya gidip gitmeyeceğimi bana sordular. Bu arada beklenmedik bir gelişme olmuş, nişanlım Olcay, CSO tarihinde ilk kez olarak, üç arkadaşıyla birlikte Bakanlık tarafından doğrudan orkestraya atanmıştı. Durum böyle olunca Ankara’ya yerleşmeye karar verdik. Gideceğimiz günü beklerken görev de devam ediyor. Oraya buraya koşturup dergi için fotoğraflar çekiyoruz. İstanbul’un havasında tuhaf bir ağırlık var. Pahalılık, yokluk, huzursuzluk, üniversite gençliğinde kıpırdanmalar… Bu arada Başbakan Menderes sık sık İstanbul’da. Yeni yollar açmanın, istimlâklerin, yıkımların şantiye şefi gibi bizzat takipçisi. Radyoda iktidarın kurduğu Vatan Cephesi’ne kaydolanların listesi okunup duruyor. Çevremdeki insanlarda bir mutsuzluk ve umutsuzluk var. Bende de moral pek iyi değil.
Cemal Gürsel Anıtkabir’de
27 Mayıs’tan sonra darbenin lideri Cemal Gürsel, bu
sıfatıyla Anıtkabir’i ilk kez ziyaretinde Aslanlı Yol’da yürüyor.
Dergimizin başındaki Şevket Rado beni dört ay beklettikten sonra nihayet Ankara’ya gitme iznim çıktı. Tarih 28 Nisan 1960. Ankara’ya taşınma heyecanına o kadar kendimi kaptırmışım ki, iki adım ötede Beyazıt’ta kan gövdeyi götürüyormuş, farkına varmadım. Akşamüstü yola çıktık, Eski Ankara yolundan on saatlik bir yolculukla Ankara’ya ulaştık. Gelir gelmez, eşyanın dergi bürosuna çıkarılmasına nezaret etmek gerekti. Hamallar tutuldu. Eşyayı beş kat yukarı taşımak kolay olmadı. Dikimevi semtinde tuttuğumuz evime bile geç saatlerde kavuşabildim. O gün de bizim mahallemizde, Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültelerinde yine büyük olaylar olmuş.
Başkente geldiğim gün, dergimizin yazarlarından Orhan Tahsin de trenle Ankara’ya gelmişti. İstanbul’da başlattığı sanatçı röportajlarını burada sürdürecekti. Radyo şarkıcıları yanında, opera-tiyatro dünyasındaki evli çiftler ilk hedefimizdi. Hemen kolları sıvadık, ev ev dolaşıyoruz. Orhan Tahsin’in magazin röportajları yüzünden de o ilk günlerde Ankara’da olup biten siyasal ve toplumsal olaylara Fransız kaldım. Meşhur 555 K günü biz Ayhan Alnar’ın evinde operacı röportajı yapıyorduk. Menderes’in tartaklandığı ve Harbiye’nin tavır koyduğu gün ise Ferhan Onat – Doğan Onat çiftinin evindeydik.
Bunlarla uğraşırken Ankara’ya geleli bir ay olmuştu. Seri röportajlar sayesinde bütün opera ve tiyatro camiasıyla tanışıvermiştim. Ama bir yanda da tatsız haberler birbirini kovalıyordu. Sözümona balayı aylarıydı ama evde de hiç ağzımızın tadı yoktu. O günlerde bizimle birlikte olan annem bizden daha kaygılıydı. Sadece bizim evde değil bütün ülkede hava kurşun gibi ağırdı. Tedirginlikten 19 Mayıs törenleri bile yapılamamıştı.
27 Mayıs İhtilali adeta kendini göstere göstere geldi. İktidardaki Demokrat Parti yöneticileri partizanlığı son sınırına kadar vardırmıştı. Yandaşlarını koruyor, muhaliflere ise neredeyse yaşam hakkı tanımaz görünüyorlardı. Bu ayrımcılık ülkede huzursuzluğu arttırdıkça arttırmıştı. Yargıç teminatı, basın özgürlüğü, Vatan Cephesi, tahkikat önergesi, öğrenci hareketleri, sıkıyönetim filân derken ülkenin üzerine tam bir karabasan çökmüştü. Artık herkes bir şeyler bekliyordu.
Sonunda beklenen oldu. Bir sabah çok erken saatlerde Yenişehir taraflarından gelen patlama sesleriyle uyandık. Annem “Çocuklar, silah sesi bunlar” deyince, daha fazla kaygılanmasın diye “Sokağa çıkma yasağı saat beşte bitiyor, şoförler kasten protesto amaçlı egzoz patlatıyorlar” demiştim. Sanki keyfî egzoz patlatmak kolay bir şeymiş gibi…
Ama az sonra komşumuz sayılan askerlik şubesinin arkasındaki Dikimevi’nden donanımlı askerlerin dikenli telleri, çitleri atlayarak caddeye inmeleri her şeyi açıklıyordu. Zaten radyolarda da, tok bir asker sesiyle “Nato’ya, Cento’ya bağlıyız” mesajları yayılmaya başlamıştı bile.
Balkonlarda meraklı, endişeli ama çoğu sevinçli insanlar birikmeye başlamıştı. Sokağa çıkma yasağı sık sık radyodan duyurulsa da, ufaktan ufağa ihlâl edilir olmuştu. Artık durmak olmazdı. Fotoğraf makinemi alıp günün fotoğraflarını çekmek üzere sokağa fırladım. Elimde Amerikalı bir gazeteci Peter Trockmorton’un giderayak bana sattığı, kelepir bir fiyata satın aldığım kıymetli Leica’m. Yollar asker kaynıyor. Ben ana caddeden Kızılay yönüne doğru ilerliyorum.
İçcebeci’deki durak önünde simsiyah bir makam arabası yaylanarak fren yaptı. 0021 plâkası, bunun Basın Yayın ve Enformasyon bakanına ait olduğunun işaretiydi. Ancak direksiyonda bir binbaşı bulunuyordu. Eliyle sanki birilerine “gelin” der gibi bir işaret veriyordu. Durakta yanımda duran bir binbaşı işareti görünce arka koltuğa, bir yüzbaşı da ön koltuğa yerleşti. İçimden bir şeytan dürttü. Ordu-millet elele değil miydik bu kutlanası günde? Ben de kendimi arka koltuğa kaydırıverdim. Anında yanıma bir havacı başçavuş bindi. Binbaşıyla ikisi arasında kalmıştım. Neşeli bir biçimde yol alıyorduk. Askerler birbirlerine nerelerde neler olmuş, kimler nasıl derdest edilmiş, bilgi iletiyorlardı. Uzunca bir süre bana “Arkadaş sen kimsin, nesin, necisin” diyen olmadı. Eskiden Kurtuluş’tan Sıhhiye’ye kesintisiz uzanan bir yol vardı. O yoldan ilerleyip Sıhhiye’ye kadar geldik. Kızılay’a doğru yöneldik. Orduevinin oralardayız. Yollarda bol asker var. Pek sivile rastlanmıyor. Sanki dolmuşa binmişim gibi, niyetim Kızılay’da inip günün anlam ve önemine uygun fotoğraflar çekmekti.
İneceğim yere yaklaşmışken direksiyondaki binbaşı elimdeki fotoğraf makinesini fark etti. “Kardeşim sizin elinizde makine var” dedi. “Evet var” dedim. “Ne yapıyorsunuz onunla” diye sordu. “Fotoğraf çekiyorum” diye yanıtladım. Tabii gazeteci olduğumu söyledim hemen. Bunun üzerine birden ciddileşti ve “O makineyi almak zorundayım” dedi. Ben “Veremem, o çok kıymetli bir makine” karşılığı verince “Öyleyse Harbiye’ye gideceğiz” dedi. İşin kötü yanı, ben o tarihte koşulları yerine getiremediğim için henüz basın kartı alamamıştım. Üzerimde sadece derginin verdiği muhabir kartı vardı. Bir aksilikle karşılaşabilirdim ama hiç moralimi bozmuyor, burnumdan kıl aldırmıyorum.
Ne var ki, Harbiye’nin nizamiyesinden içeri girer girmez, işler başka bir renk aldı. Burada tam bir ihtilal havası egemendi. Çoğu genç, birçok subay bir arı kovanı uğultusu ile yer yer kümeleşip ayrılıyorlardı. Mevsimi geçmiş olmasına karşın, içlerinde seferi kıyafette olanlar, hatta kaput giymiş olanlara da rastlanıyordu.
Harbiye’nin o yüksek kuleli binasının önüne götürdüler beni. Kulenin soluna düşen boşlukta yine sol kanada açılan kapının önünde sivillerden bir kuyruk oluşturulmuştu. Bunların çoğu DP milletvekilleri ve ileri gelenleriyle yandaşları olmalıydı. Kapı ağzında duran ak saçlı bir subay (sonradan edindiğim izlenimlerle onun Fazıl Akkoyunlu olduğunu sanıyorum) sırası gelenler için “Bu kimmiş?” diye soruyordu. Birisi tekmil verircesine kimliği hakkında bir açıklama yapıyordu. Sonra da ak saçlı albay “Atın içeri” diyordu. Adamcağızı nerdeyse sille tokat o kapıdan içeri sürüklüyorlardı. Buraya birlikte geldiğimiz binbaşı, beni de bu sıraya soktu. Biraz yana çekildi, yan taraftan ne olacağını gözlüyor gibiydi.
Ün kazandıran fotoğraf
27 Mayıs’ta kaza denebilecek bazı olaylarda altı kişi ölmüş, “Hürriyet Şehidi” adı verilen bu insanlar için bir cenaze töreni düzenlenmişti. İç Cebeci Camii’ndeki namazın minareden çektiğim fotoğrafı bana dünya çapında bir ün kazandırmıştı.
Sıra bana gelmişti. O ana kadar karşısında yaşlı başlı adamlar görmüş olan albay benim gibi iyice genç birisini görünce “Bu da kim yahu” diye bağırdı. Heyecanımı yenmeye çalışarak ileriye atıldım. “Ben gazeteciyim. Resim çekebilir miyim” diyebildim. Albay beni o noktaya kadar o anların fotoğrafını çekmek üzere izin almaya gelmiş münasebetsiz bir gazeteci sandı. İhtilâl günü, Harbiye’nin içinden fotoğraf çekmek! Normal zamanda bile anormal bir istekti bu. İyice sunturlu bir küfür savurdu. “Biz nelerle uğraşıyoruz. Şimdi bunun sırası mı ulan” dedi ve yüksek sesle “Atın bunu” diye gürledi. Allahtan bu kez “içeri” değil de, “dışarı” diye tamamladı sözünü.
Beni buralara taşıyan binbaşıyı, bana karşı sanki uygunsuz bir muziplik yapmış gibi sırıtır buldum. “Hadi bakalım” dedim, “beni getirdiğiniz gibi götürün”. Binbaşı beni 0021 kırmızı plakalı makam arabasıyla yeniden Kurtuluş’a, hatta evime kadar getirdi. Ama can durur mu, hemen yine yola fırladım. Bu kez yaya olarak Kızılay’ın yolunu tuttum. Çünkü bütün canlılık Atatürk Bulvarı üzerindeydi. Caddeler daha bir kalabalıklaşmıştı. Kurtuluş Parkı ağaçlık değil, fidanlıktı o zamanlar. Ziya Gökalp caddesi kısa bir süre önce kazılmış, seviye ayarlaması yapılmıştı. Oralardan yeni bir girişimde bulunarak bata çıka Kızılay’a ulaştım. Artık yollardan tanklar geçiyordu. İnsanlar tehlikesine aldırmadan salkım saçak tanklara tırmanmışlardı. Halk sevinç içinde bayram yapıyor, yakaladıkları her askeri omuza almaya çalışıyorlardı. Zafer meydanındaki Mareşal Atatürk heykelinin etrafında ne çok insan toplanmıştı. Bütün bu olan bitenlerin fotoğrafını çekip duruyordum.
Sonra bir de Radyoevi’ne doğru yürüyeyim dedim. Akşamüstü olmuştu. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin önünde olağanüstü bir manzara ile karşılaştım. İtfaiye erleri fakültenin cephesine devasa bir Atatürk resmi asmaya çalışıyorlardı. Bu, ressam Cemil Karababa’nın belki de ilk resim büyütme denemesiydi. Herhalde, kutlanamayan 19 Mayıs için yaptırılmış, ama kullanılamamıştı. Kısmet 27 Mayıs’a imiş! Üniversite, resmi değerlendirmenin zamanını iyi seçmişti.
Hava artık kararmak üzereyken akşamın son güneşinde bu faaliyetin de fotoğraflarını çektim. Ulus’taki büromuza koşup o gün çektiğim filmleri yıkadım. Havayolları’nın terminali özel bir gün olduğu için kargo zarfımı geç saat bile olsa almayı kabul etti. Filmleri ilk uçakla İstanbul’a yetiştirmiş oldum. Aynı gün Ara Güler benim filmin bir bölümünden bastığı fotoğrafları Paris Match‘a mesajeri ile uçurmuş. Paris-Match, 27 Mayıs haberini Atatürk’ün resminin asılmasını safha safha yansıtan birbirini izleyen üç fotoğrafı iki sayfaya açarak verdi bütün dünyaya. Atatürk, Türkiye’nin yeniden yükselen değeri gibi yansıyordu Paris Match’ın sayfalarında. O fotoğraflar benimdi ve sanırım 27 Mayıs’ı en güzel simgeleyen fotoğraflardı.
İhtilal oldu bitti. Ama bizim meslek faaliyeti yeni başlıyordu. Şimdi en önemli iki işten birincisi, ihtilalin lideri olarak belirlenen Orgeneral Cemal Gürsel’in olabildiği kadar çok fotoğrafını çekebilmek, ikincisi de sayısı ve kimlerden meydana geldiği başlangıçta açıklanmayan “Milli Birlik Komitesi” üyelerini yakalayıp fotoğraflamak. Eksiksiz olarak çekilebilirse bunları liste halinde dergimizde yayımlayacaktık.
Ankara’da yeni olduğum için henüz bir gazetecilik deneyimim yok. Cemal Gürsel’in İzmir’den geleceği haberi vardı ama gelince nerede çalışmaya başlayacağı belli değildi. Bunu öğrenmek için Başbakanlık binasının önünde nöbet tutmaktan başka bir alternatif görünmüyordu. Oraya gittiğimde, Ankaralı gazetecilerin en önemli istihbarat merkezinin Başbakanlık merdivenleri olduğunu fark ettim. Makam sahibi ya da yardımcılarından biri ayrılırken, ondan ayaküstü manşetlik bir haber alabilirdiniz. Kimi kez ziyaretçiler, gelip gidenler de bir şeyler söylerdi (Bu durum 60’lı yıllar boyunca da devam etmiştir). Nitekim Cemal Gürsel oraya geldi. Ancak bizi içeri almadılar. Başbakanlık binasının merdivenlerinin hemen üzeri Bakanlar Kurulu toplantı salonudur. Gürsel, o salonun penceresinden görünüp milleti bir selamladı. Teleobjektifi olan biri iyi fotoğraf çekebilirdi. Ancak o zaman foto muhabiri olan arkadaşların neredeyse hepsi sabit objektifli 6×6 refleks makinalardan kullanıyordu. Kimsenin doğru dürüst fotoğraf çekebildiğini sanmıyorum. Belki Ankara deneyimli, buralarda pişmiş bazı foto muhabiri abiler bir durum yakalayıp fotoğraf çekmişlerdir. Onu da kesin bilemiyorum.
İş ertesi güne kalmıştı. Ben aynı merdivenlerde yeniden nöbet tutmaya başladım. Saatler ilerledi. Merdivendeki muhabir arkadaşlar iyice azaldı, belki de hiç kalmadı. O sırada Sayın Gürsel ilk kez bir heyeti kabul etmekteymiş. Bunlar da öğretmenlermiş. Ana kapıdan bir görevli “Fotoğraf çekmek isteyen varsa buyursun” dedi. Hemen içeri daldım. Birinci kata çıkan kavisli mermer merdivenleri ilk kez tırmanıyordum. Makama alındık. Ordu içindeki lâkabının “Cemal Aga” olduğunu öğrendiğimiz Gürsel ayakta ve çok yakınımdaydı. Heyete hitaben milli eğitimin önemi ve öğretmenlerin değeri üzerine birkaç söz söylemişti. Heyet ayrılırken kendisinden makam masasında bir fotoğrafını çekmek üzere izin istedim. O fotoğrafı da çektim. Oturduğu koltuk üç gün öncesine kadar on yıldır o makamın sahibi Adnan Menderes’in koltuğuydu.
Odadan çıktığımda ortalıkta yol gösterecek birileri yoktu. Başbakanlık binasının içini de merak etmiştim. Makam odasının hemen yanındaki bir odanın kapısı açıktı. Başımı uzattığımda, orada iki subayı çelik dolapları ve dosya çekmecelerini karıştırırken gördüm. Bilmiyorum, özel kalem odası mıydı orası, yoksa başbakanlık müsteşarına mı aitti. Milli Birlikçilerin de fotoğrafları gerekliydi ya, bu subaylar buralarda olduklarına göre onlardan birileri olma olasılığı vardı. “Fotoğrafınızı çekebilir miyim” dedim. “Buyur çek” dediler. Güzelce de poz verdiler. Siz Milli Birlikçi misiniz, isimlerinizi alabilir miyim dediğimde güldüler. “Ne yapacaksın kardeşim, resmimizi çektin ya, isme cisme gerek yok” diye karşılık verdiler bana. Sonradan komite üyeleri deşifre olunca gördüm ki o gün fotoğraflarını çektiğim kişiler Alpaslan Türkeş ile Muzaffer Karan imiş.
Başbakanlık’ta, eski meclis binasında, bakanlıklarda nerede bir subay görsem, belki komite üyesidir diye fotoğraflarını çekiyorum. Bu arada alelacele bir bakanlar kurulu listesi hazırlandı. Gürsel hükûmetinde sadece Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay askerdi; kabine genelde sivil kişilerden kurulmuştu. Durum böyle olunca başımıza bir iş daha çıkmıştı, bakanların fotoğraflarını, mümkünse makamlarında çekmek. Turizm ve Enformasyon Bakanlığı’na getirilen Zühtü Tarhan adında bir zat vardı. Niçin, hangi nedenle seçildiğini bilmiyordu. Beni karşısına oturttu, kahve ısmarladı. “Benim şimdi ne yapmam gerek” diye bana soruyordu. Ben nereden bileyim? Ankara’nın acemisi bir gazeteciyim. 12 Haziran’da MBK’nın çıkardığı 1 numaralı yasa ile MBK üyelerinin kimler olduğu açıklanmış oldu. O güne kadar bir çoğunun fotoğrafını çekip derlemiştim. Eski Meclis binasında yapılan yemin töreni sırasında da eksikleri tamamladım. Hepsi, Hayat dergisinin orta sayfasında tek bir levha halinde yayınlandı. Ortaya kahvehane duvarlarına asılacak bir levha daha çıkmıştı.
Yemin törenine İstanbul’dan da gazete patronları ile ünlü gazeteciler davet edilmişti. Aynı günün akşamı Çankaya Köşkü’nde bir de resepsiyon verildi. Bizim patron Şevket Rado da yakın arkadaşı Doğan Nadi ile birlikte gelmişti. Milli Birlikçilerle birlikte yeni bakanlar da ilk kez görücüye çıkıyorlardı. Askerlerin tüm hayatı birliklerinde, garnizonlarda filan geçmişti. Basınla yakın teması olanları var mıydı bilmiyorum. 27 Mayıs tarihinden sonra ortalıkta en çok koşuşturanlardan biri bendim. Kimilerinin bire bir fotoğraflarını çekmiştim; en azından bir göz aşinalığı oluşmuştu. Onun için benimle çok samimi şekilde konuşuyorlardı. Bizim patron burnundan kıl aldırmaz, dışarda mülâyim ama matbaanın içinde zalim bir tipti. Baktım, kimine konuşsam patron “Beni tanıştırsana” diye eteğimi çekiştirip duruyor. O gün onun gözünde kredim öyle bir artmıştı ki, demeyin gitsin.
Kiminin darbe, kiminin ihtilâl, kiminin devrim, hatta ak devrim, kansız devrim olarak tanımladığı 27 Mayıs askeri yönetimi günlerine işte böyle “Bismillah” demiştik. 27 Mayıs sonraları eleştirilse de zamanında çok alkışlanmıştı. Kendi kararımı verirken tarafsız olmaya gayret gösteriyorum. İhtilâlcilerin çoğunun samimi olduğunu düşünüyorum. Ama yeterince donanımlı değillerdi, deneyimleri eksikti. Bence 27 Mayıs’ın artısına kaydedilecek iki olgudan biri Kurucu Meclis adındaki meclisiyle erki sivillerle paylaşma gayreti, ikincisi de ortaya olağanüstü demokrat ve özgürlükçü 1961 Anayasası’nın çıkmasıydı. Keşke kısa zamanda meydana çıkarılan bahanelere dayanarak Türkiye’ye bol geldi söylemiyle dejenere edilip rafa kaldırılmasaydı. Hiç affedilmeyecek yanı ise bir devrim mahkemesine yakışmayacak biçimde köpek davası, bebek davasıyla daha başlangıçta iflas eden Yassıada Mahkemesi idi. Menderes ve iki bakanının siyaseten idamları hem etik hem de stratejik bakımdan hiç hoş olmamıştır. En önemlisi de, tarihimizde bir ilk olarak “Sıçan geçti yol oldu” kabilinden daha sonraki darbe ve darbe teşebbüslerine misal olmasıydı.