Yörük obalarında başlayan mekan kurguları ve oturma düzenleri, sonraki yüzyıllarda Japonya’dan İstanbul’a kadar 3 avlu üzerine kurulmuş tapınaklar, saraylar ve külliyelerde de devam etti. Giriş hep güneyde, başköşe tam karşıda yani kuzeyde yer aldı. Yön ve mekan algılamaları, İslâmiyet’ten sonra da “kıble”nin yanında varoldu.
Yörük obası, bildiğimiz bir kavram… İçasya’da göçebe geçmişi olanların çoğu “aul” der ki, bizde insanların değil de hayvanların bulunduğu yer anlamında “ağıl” şeklini alır. Bir yörük obasını oluşturanlar birbiri ile geçinen bir gruptur; çoğu da akrabalık ilişkileri içinde yaşar. Bu açıdan obayı sulh-sükunun hakim olduğu bir yer ve obadaki çadırevleri de insanın evrendeki yerini belirleyen birimler şeklinde görmek mümkündür.
Çadırev, “bozüy, tirme” şekillerinde karşımıza çıkar. Batı dillerinde çadırevlere “yurt” denmesinin sebebi, çadırev ile yurt/toprak arasındaki ilişkinin seyyah gibi dışarıdan bakan birine açıkça görünmemesindendir. Çadırevin üstüne oturduğu toprak gibi, obanın da kurulageldiği alan insanın yurdudur. Kısacası çadırev ve toprak ne kadar elle tutulur fiziki kavramlarsa; yurt, atalar ve atalar ruhu da maneviyatla ilgilidir. Bu mekanların sembolik anlamı hakkında birçok çalışma yapılmıştır.
Çadırevin çoğu zaman “eşik” denen kapısı/girişi ve girer girmez karşımıza gelen başköşesi, en önemli merkezlerdir. Biz dışarıdan gelen kişiler olarak, çadırın içini çadırın girişine göre tanımlarız; yani bize göre sağda kadınlar, solda ise erkekler oturur. Oysa oturanlar açısından çadırın içi, başköşe (tör) konumundan tanımlanır ve sağ taraf erkeklerin, sol taraf kadınların oturma mekanıdır. Yaşça büyük olanlar başköşeye yakın, genç olanlar eşiğe/kapıya yakın oturur. Günümüz Türkiye’sinde de böyle bir yaklaşıma yabancı değiliz.
Çadırevde yaşayan halklarda yer-mevki (orun) çok önemlidir. Hatta “kalkacağın yere oturma” sözü bu çerçevede söylenmiştir. Eskiden çadırevin ortasında ocak bulunur ve çadırevin tepedeki deliğinden (tütek/tündük) çıkan duman kişiyi göğe/ruhlar âlemine bağlardı. Girişten sonra ocak önü, ocak arkası ve başköşeden (tör) oluşan bir üçlü yapı, tarih boyunca devam etmiştir. Yeni gelinler, çocuk doğurup ailenin tam bir üyesi oluncaya kadar tör önüne geçemezlerdi. Zaman içinde kimi değişiklikler oldu; örneğin Dede Korkud destanı “kadın evin direğidir” derken, direkli çadırevlerden sözetmiş olur. Bugün Türk halklarının çadırevleri direksizdir; Moğol çadıevlerinde ise direkler olmazsa olmazdır.
Türk halklarının çadırevlerinde, değişiklik daha çok yönlere göre kendini gösterir. Daha eskiden çadırevin girişi güneşin doğduğu yere, doğuya bakarken; sonraları güneşin yükseldiği zaman olan güneye doğru kaymış; uzun zaman bu iki yön birarada varolmuşsa da zamanımızda artık güney en çok rastlanılan giriş yönü olmuştur. Ancak çadırın içindeki başköşe daima kuzeyde olmuştur. Giriş güneyde, başköşe tam karşıda yani kuzeydedir. Kuzey, dağın güneş almayan tarafında olduğu için kimi zaman “kuz” kimi zaman da “kara” diye tanımlanır. Ayrıca kuzeyin önemi, Kutup Yıldızı (Demir Kazık) ile açıklanır. “Kara” bu çerçevede aynı zamanda “kutsal” anlamı da taşımıştır.
Üçlü yapının (başköşe, ocak önü ve ocak arkası) en üst köşesi yani başköşe, Türkler ve Moğollar tapınak-saray gibi yerleşik yapılara geçtikçe kuzeydeki yerini korumuş; hatta bu açıdan Uzakdoğu uygarlıklarını da etkilemiştir. Bu etkilenme özellikle Tabğaç dediğimiz Kuzey Wei sülalesi devrinde, Budizm etkisiyle yapılan tapınaklarda da kendini yekpare bir yapı olarak değil, yapı topluluğu olarak gösterir. Bu etkiler Japonya’dan İstanbul’a kadar 3 avlu üzerine kurulmuş tapınaklar, saraylar ve külliyelerde görülür. Girişin özellikle vurgulandığı bu yapılar, dış-orta-iç avlu prensibi ile karşımıza çıkar. Bunların arasında iç avlu en kuzeyde yer alır. Bugün müze olan Pekin’deki sarayların da en kuzey köşesi hanedan mensuplarının mekanı idi. Timurîler devrinde de yapı veya mezar komplekslerinin güneyde giriş ve kuzeyde kutsal mekan olarak düzenlendiğini, hem Semerkand’daki Şah-ı Zinde de hem de Türkistan şehrindeki Ahmet Yesevî türbesinde görmekteyiz. Yön ve mekan algılamaları, İslâmiyet’ten sonra da “kıble”nin yanında varolmaya devam etmiştir.