20. yüzyıl edebiyatını şekillendiren isimlerden şair ve yazar William Butler Yeats (1865- 1939), son 5 yılında ciddi bir lirik patlama yaşayarak yetkin şiirler yazmakla kalmamış, çok sayıda gönül ve ten macerası da yaşamıştı. Gömüldükten sonra onun kemikleri de aynı Benjamin, Şinasi, Shakespeare, Sade, Sabahattin Ali gibi kayboldu veya diğerleriyle karıştı.
Le Corbusier 27 Ağustos 1965 tarihinde, kulübesini gerçekleştirdiği Akdeniz kıyısında, büyük olasılıkla kalp krizi geçirdiği için boğularak öldü ve Roquebrune-Cap-Martin mezarlığına gömüldü. Kulübeyi ziyaret etmek niyetiyle iki kez yaklaşmama karşın o noktaya, son adımı atmayı başaramadım -hayatımın minör bozgunları arasında sayarım.
William Butler Yeats’in şiirini çok üst sıralara koymama karşın yaşamöyküsüne sokulmaya kalkışmamıştım. Bütünüyle rastlantı, şairin 28 Ocak 1939 tarihinde kaldığı Hôtel İdéal Séjour’da öldüğünde Roquebrune-Cap-Martin mezarlığına gömülmeyi vasiyet ettiğini öğrenince kaynaklara başvurdum: The Irish Times’da 75. ölüm yılı vesilesiyle yayımlanan Lana Marlowe imzalı “Yeats’in Fransa’daki Son Günlerindeki Yazdıkları ve Kaderler” başlığını taşıyan uzun makale için, Roy Foster’in iki ciltlik WB Yeats: A Life’ına geniş çapta başvurulduğu belirtiliyor.
Yeats’in 5 yıla yayılan son döneminin başlangıcında, 6 Nisan 1934’te, yarı bilimeri yarı şarlatan Eugène Steinach’ın “gençleştirme” yöntemini (!) benimsemiş cerrah Norman Haire tarafından “gerekli işlemlere tabi tutulduğu” biliniyor. İşin tuhafı, sonraki 5 yıl içinde şairin ciddi bir lirik patlama yaşayarak yetkin şiirler yazmakla kalmayıp çok sayıda gönül ve ten macerası yaşamış olduğunun genel kabul görmüş olması!
Roquebrune-Cap-Martin’de soğuk kış havasının olumsuz etkisiyle kalbi yenik düşmek üzereyken, Yeats’in başucunda eşi ve metresi birlikte beklemedelermiş. Orada, onlara tepedeki mezarlıkta gömülmek istediğini; aradan birkaç yıl geçip adı sanı gündemden düşünce kemiklerinin İrlanda’ya transfer edilmesini son dileği olarak iletip 27 Ocak’ı 28’ine bağlayan gece sönmüş.
Gerçekten de oğlu 10 yıl sonra kemiklerini ülkesine taşımak için başvurduğunda, yardımına İstanbul doğumlu, Kont ve Kontes Ostroróg’un oğulları büyükelçi Stanislas Ostroróg koşmuş. Gelgelelim aradan geçen zaman içinde, savaş döneminde, mezarlıkta büyük değişiklikler meydana geldiği için oğul Yeats’e teslim edilen kemiklerin şaire ait oldukları şüpheliymiş!
Kayıp mezarlar (Walter Benjamin, Şinasi, vb.), kayıp kafatasları (Willy Shakespeare, Sade, Sabahattin Ali, vb.) yetmedi, biribirine karışmış mezarlara, iskeletlere, kemiklere geldi sıra.
Duyguysa duygu: William Butler ile Le Corbu benim gözümde, Akdeniz kıyısında komşular.
Yeats’in sonradan kemiklerini ya da küllerini getirip gömmelerini istediği Sligo yakınlarındaki Drumeliff mezarlığına ilişkin 4 Eylül 1938 tarihli şiiri “Under Ben Bulden”in son 3 dizesi sonradan mezartaşına kakılmıştır:
“Cast a cold eye “Yumuşamaksızın bak
On life, on death. Yaşama, ölüme. Horseman, pass by!” Atlı, sür git yoluna!”
***
1948 tarihli bir kaynaktan:
“Sabahattin Ali’nin adli tıp gerekçesiyle bir hastaneye götürülen başı kayıptır.”
Asıl ayıp olan mezarıyla ilgili konu. Filiz Ali anlatıyor:
“Babama ait olduğu söylenen fakat tanınmaz halde olan bir ceset bulunmuştu. Ne var ki cesedi teşhis etmeye o zaman hayatta olan annesi ve eşi çağrılmadı. Böylece ceset esrarengiz biçimde kayboldu. Sabahattin Ali’ye ait bir defin bilgisi bile yok. Yani nereye gömüldüğü bilinmiyor.”
Nebil Özgentürk bir belgesel gerçekleştirdi: “Kayıp Kemiklerin İzinde.”
Tıpkı Benjamin’in gömü yeri konusunda olduğu gibi Sabahattin Ali’nin “gömülüş”ünde görev alanların ömür boyu susarak nasıl yaşadıklarını anlamamışımdır: Bir “suç” işlemedikleri hâlde, haklı olarak suçlanabilecekleri korkusuyla o günlerde ortaya çıkmamış olmalarını kabul ederim; ama insan ölmeden önce, örneğin bir torununa miras bırakmaz mı herkesten sakladığı bilgiyi?